KONA, Gamze Güngörmüş (2008). “Orta Doğu Siyasetini Belirleyen Üç Temel Aktör:Türkiye-ABD-Rusya Federasyonu ”, Global Strateji Dergisi (ulusal hakemli dergi), Kış-2008.
Orta Doğu Siyasetini Belirleyen Üç Temel Aktör : Türkiye-A.B.D-Rusya Federasyonu
The Main Actors Determining The Politics in the Middle East : Turkey -The United States – Russian Federation
Dr. Gamze Güngörmüş Kona
Özet
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dünya düzeninde Orta Doğu bölgesi dış güçler için önemini korumaya devam etmiştir. İki kutupluluğun çökmesiyle ve bölge içinde var olan sorunların içice geçmesiyle bölge çok daha karmaşık bir hal almıştır. Güvenlik kavramının daha da önem kazandığı ama bir o kadar da sağlanması zor hale geldiği asimetrik dünya düzeninde, Orta Doğu Bölgesi genelde dünya düzeni ve güvenliği, özelde ise bölge içi ve komşu ülkelerin güvenliği için daha kırılgan bir yapı arz etmeye başlamıştır. Tek kutupluluğa kayışla beraber dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD için bölge vazgeçilmezliğini devam ettirmektedir. Bu nedenle de Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD bölgede meydana gelen gelişmelerin temel belirleyicisi konumundadır. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dönemin sistemik parametreleri Orta Doğu bölgesi kapsamında iki bölgesel gücün daha etkin olarak rol almasını gerekli kılmıştır : Türkiye ve Rusya Federasyonu. Bu makale kapsamında yeni dönemde bu üç devletin Orta Doğu politikalarını nasıl ve hangi nedenlerle şekillendirmeye çalıştıkları tartışılacaktır.
Abstract
Along with the emergence of the new world order following the end of the Cold War perid, the Middle East region held its importance for some regional and global actors. The region itself happened to me more complicated just of the collapse of the bipolarity. In this asymetric world order in which the notion of security became more important and more difficult to build up, the Middl3e East region began to reflect a much more sensitive structure for the neighbouring states in particular and for the new international world order in particular. Paralel to the shift to the unipolar system, the region is still significant for the U.S. Fr this reason, U.S. has been the main determinant in Middle East politics. However, the parametres of the post-cold war period necessitated the two more states to play their roles in the region more actively : Turkey and the Russian Federation. In this article, the question why and how those three actors attempt to design the politics of the Middle East will be discussed.
Giriş
Orta Doğu bölgesi ekonomik, siyasal, kültürel ve dinsel konularda toplumlar arasında bir geçiş bölgesi konumundadır. Sahip olduğu bu çok yönlülükten dolayı da tarih boyunca dünya hakimiyetini elde etmek isteyen devletler için Orta Doğu bölgesine hakim olmak çok önemli olmuştur. Önceleri dış güçler için bir ticaret merkezi olan Orta Doğu bölgesi, sanayi devriminden sonra artan sömürgecilik faaliyetleriyle birlikte Avrupalı devletler için hammadde elde etmek ve sömürgelerine giden yolların güvenliğini sağlamak amacıyla kontrol altında tutulması gereken bir bölge olmuştur.
Soğuk Savaş döneminde de Orta Doğu dış güçler için önemini korumuştur. Bu dönemde var olan uluslararası sistemin bir sonucu olarak bölgede Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nin rekabeti yaşanmaktaydı. Aynı zamanda bölge, iki kutuplu sistemin özelliklerine uyum göstererek bir yandan sosyalist ideolojinin beslediği Baasçı ve Nasırcı diktatörlükler, diğer yandan Batı yanlısı hanedanlar olarak iki kutba ayrılmıştı. (Davutoğlu, 2001:134) Bu dönemde ABD, Sovyetler Birliği’nin genişlemesini engellemek için çevreleme politikasını geliştirdi. ABD için SSCB ve komünist sistemin yayılması kendisi ve genel olarak Batı için bir tehdit oluşturmaktaydı. Bu tehdidi caydırmak için nükleer silahları kullanmış, Avrupa ve Orta Doğu devletlerinin SSCB’yle yoğun ilişki kurmasını engellemeye çalışmıştır. Orta Doğu bölgesinde bir savunma ittifakı oluşturmak istemiştir. Bunu gerçekleştirmek için Bağdat Paktı’nın kurulmasına yardımcı olmuştur. “Orta Doğu’da ABD’yle iyi ilişkiler içinde bulunan devletlerin komünist yayılmaya karşı bir savunma paktı içinde örgütlenmeleri fikri Washington’dan kaynaklanmıştı.” (Erhan, 2001:564) Fakat Orta Doğu’daki en sağlam müttefiki İsrail ile arasının bozulmaması ve giderek SSCB’ye yakınlaşan Mısır’ı daha fazla sisteme yabancılaştırmamak için toplantılara gözlemci statüsünde katılmayı tercih etmiştir. (Erhan, a.g.m., s.554)
Süveyş Krizi ortaya çıktığı zaman SSCB’nin Birleşmiş Milletler (BM)’de etkin rol üstlenmesi ve Arap devletlerinin koruyucusu gibi davranması ABD’yi tedirgin etmişti. ABD başkanı Eisenhower’in kendi adıyla anılan doktrin ABD’nin Orta Doğu politikası açısından bir dönüm noktasıdır. O güne kadar, İngiltere ve kendine yakın bölge ülkelerinin üzerinden politika yürütmeye çalışan ABD, ilk kez bölgedeki yaşamsal çıkarlarını tüm açıklığıyla ortaya koymuştur. (Armaoğlu, 1991:240-248) Bu doktrinle beraber ABD, Orta Doğu ülkelerinin bağımsızlıklarını korumaları için bu ülkelerle işbirliği yapacağını ve herhangi bir komünist ülkeden gelecek tehdide karşı güvenliklerinin ve toprak bütünlüklerinin korunması amacıyla gerekirse askeri müdahale yapacaklarını duyurmuş oldu. (Erhan, a.g.m., s.566) 1970’lerde Suriye ve Irak’ta Baas iktidarlarıyla birlikte bu ülkelerin SSCB ile yakınlaşması ABD’yi rahatsız etmiştir. 1979 yılında meydana gelen ve Orta Doğu’nun dengelerini altüst eden İran İslam Devrimi sonrasında ABD Mısır, Türkiye ve İsrail üzerinden Orta Doğu’daki çıkarlarını korumaya çalışmıştır.
Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ortaya çıkan yeni dünya düzeninde Orta Doğu bölgesi dış güçler için önemini korumaya devam etmiştir. İki kutupluluğun çökmesiyle ve bölge içinde var olan sorunların içice geçmesiyle bölge çok daha karmaşık bir hal almıştır. Güvenlik kavramının daha da önem kazandığı ama bir o kadar da sağlanması zor hale geldiği asimetrik dünya düzeninde, Orta Doğu Bölgesi genelde dünya düzeni ve güvenliği, özelde ise bölge içi ve komşu ülkelerin güvenliği için daha kırılgan bir yapı arz etmeye başlamıştır. Tek kutupluluğa kayışla beraber dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD için bölge vazgeçilmezliğini devam ettirmektedir. Bu nedenle de Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD bölgede meydana gelen gelişmelerin temel belirleyicisi konumundadır. Ancak, Soğuk Savaş sonrası dönemin sistemik parametreleri Orta Doğu bölgesi kapsamında iki bölgesel gücün daha etkin olarak rol almasını gerekli kılmıştır : Türkiye ve Rusya Federasyonu.
Türkiye
Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında güvenlik merkezli Orta Doğu ilişkilerini incelemeden önce, Türkiye’nin Orta Doğu için neden bir dış güç olarak ele alındığının belirtilmesi önemlidir. Türkiye sahip olduğu coğrafi konumunun bir sonucu olarak pek çok bölge ile sınırlara sahip olan bir ülkedir ve bu durumun sonucu olarak da özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde pek çok güvenlik problemiyle karşılaşmaktadır. Her şeyden önce Türkiye kendisini bir Avrupa devleti olarak görmektedir. Bu durum cumhuriyetin kuruluşundan beri değişmeden devam etmektedir. Ekonomik, siyasi, sosyal alanlarda yapılan reformlarla batı medeniyetinin bir parçası olarak uluslararası arenada yer almak istemektedir. Bu duruma ek olarak Türkiye, Avrupa kıtasında sahip olduğu topraklarla bir Balkan devletidir. Türkiye’nin en gelişmiş şehri olan İstanbul nüfusunun ve endüstrisinin önemli bir bölümü bu topraklar üzerinde yer almaktadır. Bu duruma ek olarak tarihsel, dinsel ve etnik sebepler nedeniyle de Türkiye Balkanlarla güçlü bağlara sahiptir. Ayrıca Türkiye bir Karadeniz devleti olarak kabul edilebilir. Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde Türkiye’nin bu bölgeyle olan ilişkileri artmıştır. Tüm bunlara ek olarak Türkiye, Kafkaslarda ve Orta Asya’da yaşayan Müslüman ve Türk topluluklarıyla da yakın ilişkiler içindedir ve son olarak Türkiye bir Orta Doğu ülkesidir ve güvenlik, istikrar, refah gibi konularda bölgedeki gelişmelerden etkilenmektedir. (Kirişçi, 1997:1)
Türkiye yukarıda kısaca belirtilen jeopolitik öneminden, diğer bir değişle çok yönlülüğünden dolayı bir dış güç olarak ele alınacaktır. Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye tehdidin büyük ölçüde kuzeyinden yani Sovyetler Birliği’nden ve kısmen de batısından geldiğini kabul etmekteydi. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den toprak talebinde bulunması, boğazlar üzerinde hak iddia etmesi ve komünizmi yayma politikaları Türkiye’nin temel tehdit algılayışını oluşturmaktaydı ve Avrupa’dan kendi güvenliğinin sağlanması ve savunması için yardım istemekteydi. Bu talebi NATO’ya üye olarak gerçekleşti ve üye olduktan sonra Türkiye’nin güvenlik politikaları ve stratejileri NATO’ya paralel şekilde gelişti. İki kutuplu sistemin çökmesiyle beraber bir yandan Türkiye’nin stratejik öneminin bittiği yolunda bir takım tezler öne sürülmeye başlandı, çok geçmeden de bu defa da sorunlu bölgelerin kesişme noktasında yer alan çok bölgeli Türkiye’nin jeopolitik önemi, yeni konumu ve önüne çıkan fırsatları değerlendirip değerlendiremeyeceği, sorunlarla başa çıkıp çıkamayacağı soruları gündeme geldi. (Özcan ve Kut, 2000:44)
Soğuk Savaş dönemi boyunca, Emekli General Şadi Ergüvenç’in de belirttiği gibi Ortadoğu bölgesinin Türkiye’nin güvenlik hesaplamalarında bir önceliği yoktu. (Mortimer, 1992:13) Doksanlı yılların başından itibaren dünyada meydana gelen değişiklikler Orta Doğu bölgesinde, ayrıca Türkiye’nin bu bölgeyi algılamasında ve uygun politikalar üretmesinde etkili oldu. İki kutuplu uluslararası sistemin sona ermesinin Ortadoğu bölgesine ilk yansıması Körfez Savaşı ile oldu. 1990 yılının Ağustos ayında Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi sonucunda başlayan kriz ortamı, ABD liderliğindeki “uluslararası koalisyon” kuvvetlerinin Irak’ı yenmesiyle sona erdi. Türkiye Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattını kapatarak, Irak sınırına asker yığarak, İncirlik üssünün ABD tarafından kullanılmasına izin vererek ve Birleşmiş Milletler’in Irak’a uyguladığı ambargoya dahil olarak Körfez Krizi’nde dolaylı fakat etkin bir rol oynamıştır. Diğer bir değişle Körfez Krizi Türkiye’nin stratejik önemini yitirdiğine dair kaygıları ortadan kaldırmıştır. Ayrıca savaş sonrasında ortaya çıktığı ya da yaratıldığı düşünülen Yeni Orta Doğu Türkiye’nin dış politikasında yepyeni parametrelerin kullanılmasına da neden olmuştur. Ancak Sovyet tehdidinin ortadan kalkması Türkiye’nin tehdit değerlendirmeleri ve güvenlik algılamalarında köklü değişimleri de beraberinde getirmiştir. 1990’ların ortalarına gelindiğinde Orta Doğu’nun Türkiye’ye yeni sorunlar açtığı ya da var olan sorunları daha da çözülmez bir hale getirdiği düşünülmektedir. Türkiye’de yeni güvenlik kaygıları meydana gelmiştir. Soğuk Savaş boyunca Kuzeyden ve bir ölçüde Batıdan gelen tehdidin artık Güneyden geldiği düşünülmektedir ve tehdit algılamaları çok yüksek seviyelere ulaşmıştır. (Özcan ve Kut, a.g.e.,ss.17, 319-323) Bu dönemde, güvenlik ve dış politika ülkenin toprak bütünlüğünü ortadan kaldırmaya ve rejimi değiştirmeye yönelik tehditlerin varlığı ve bunların dış bağlantıları şeklinde tanımlanmıştır.
1990’larla beraber Türkiye’nin Ortadoğu’yu algılamasında meydana gelen değişimler Orta Doğu politikalarında da değişikliklere neden olmuştur. Türkiye’nin Ortadoğu politikaları güvenlik ekseninde şekillenmiştir. 1950’lerde kısa bir dönem Sovyet tehdidinin engellenmesi için aktif bir rol üstlenen Türkiye, 1970’lerle beraber Orta Doğu bölgesinde Arap devletleri ve İsrail arasında denge politikası izlemiştir. 1980’lerle beraber çok önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Başbakan ve Cumhurbaşkanlığı görevlerinde bulunan Turgut Özal Ortadoğu bölgesinde aktif politika izlemenin önemini vurgulamıştır. Özellikle Körfez Krizi döneminde Turgut Özal ortaya çıkan fırsatların en iyi şekilde kullanılması ve maksimum fayda elde edilmesini öngörmüştür. Körfez Krizi Turgut Özal’ın Orta Doğu’ya yönelik beklentilerinin gerçekleşmesine yol açmadığı gibi uzun vadede olumsuz gelişmelere neden oldu. Kürt Sorunu bölgesel olmaktan çıkarak uluslararası platforma taşındı, bölgede meydana gelen güç boşluğundan yararlanan PKK Kuzey Irak’ta güçlenmeye başladı, Türkiye milyarlarca dolar maddi zarara uğradı, Batılı devletlerin bölgede bir Kürt devleti kurma politikası izlemesi Türkiye’nin kendi toprak bütünlüğü konusunda endişe duymasına yol açtı. (Fırat ve Kürkçüoğlu, 2001:554) İran Irak Savaşı esnasında oluşan ve Körfez Savaşı ile kronik bir hal alan Kuzey Irak’taki jeopolitik boşluk alanı Türkiye için Soğuk Savaş döneminden Soğuk Savaş sonrası döneme aktarılan en önemli dış politika meselelerinden biri olmuştur ve olmaya devam edecektir. Bu jeopolitik boşluk alanının PKK tarafından kullanılması ve bölgeye yönelik bölge-dışı stratejik hesapların bu jeopolitik boşluk alanında yoğunlaşması bölgeyi Türkiye’nin yumuşak karnı haline getirmiştir. Körfez Savaşı sonrası dönemde Irak’ta 36. paralelin kuzeyinde oluşturulan Kürt otonom bölgesi Türkiye için olumsuz bir durum yaratmıştır. Türkiye Irak’ta savaş öncesi duruma dönülmesine yönelik politikalar izlemeye başlamıştır. Çünkü Kuzey Irak’ta oluşan otonom yapı sayesinde 1991’den itibaren PKK terör örgütü bu bölgede güçlenmiş, Türkiye’ye yönelik saldırılar için üsler oluşturmuştur. Ayrıca, Kerkük-Yumurtalık boru hattının kapatılması ve Irak’a ambargo uygulanması Türkiye’de önemli ekonomik kayıplara neden olmuş ve artan işsizlik Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde istikrarsız bir ortam yaratmıştır. Bu bağlımda 688 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı çerçevesinde Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Kuzey Irak’taki otorite boşluğunun sona ermesi Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının temelini oluşturmuştur. Bu dönemde Türkiye ve Suriye Irak’ın toprak bütünlüğünün sağlanması konusunda ortak endişeler taşımaktaydılar. Ancak bölge sularının paylaşımı konusunda sorunlar devam etmekteydi. Bu duruma ek olarak Türkiye bir yandan PKK terör örgütünün faaliyetlerini engellemek için Kuzey Irak’ta operasyonlar gerçekleştirirken diğer yandan da Suriye’den bu örgüte verdiği desteği kesmesini istemekteydi. Bu bağlamda 1992 yılında imzalanan bir protokol ile iki ülke arasında işbirliği yoluyla güvenlik sorunu giderilmeye çalışılmıştır. Ayrıca Suriye bu anlaşmaya bağlı kalırsa Türkiye de Fırat Nehri üzerindeki sorumluluklarını yerine getireceğine söz vermiştir. Bu dönemde Türk kamuoyu terörün giderek artması karşısında, Suriye PKK’ya verdiği desteği sona erdirmezse Fırat sularının kesilmesi konusunun bir alternatif olabileceğini tartışmaya başlamıştı.
Ayrıca 1990ların ikinci döneminde Suriye ile Yunanistan arasında ortak savunma anlaşmasının imzalanması ilişkilerin iyice gerilmesine neden olmuştur. Bu anlaşmaya göre Suriye, Türkiye ile bir çatışma halinde Yunan savaş uçaklarına Suriye hava sahasını kullanma hakkı vermekteydi. Zaten Yunanistan ile Kıbrıs ve Ege Denizi nedeniyle sorunlar yaşayan Türkiye’nin, Yunanistan’ın bir başka sorunlu devlet Suriye ile girdiği bu işbirliğinden rahatsızlık duyması ve bunu bir tehdit olarak algılaması son derece normaldi. Ayrıca Suriye ile İsrail arasındaki yakınlaşma süreci de Türkiye’yi endişelendirmekteydi. Çünkü İsrail ile barış yapmış bir Suriye Türkiye için daha büyük bir sorun oluşturabilirdi. Tüm bu gelişmeler karşısında Türkiye daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. İşte bu aktif politika bir yandan Suriye gibi PKK’yı destekleyen ülkelere karşı sertliği getirirken, bir yandan da İsrail’le daha yakın bir ilişki kurmanın olası faydalarını Ankara’daki karar vericilerin görmesini sağlamıştır.
Körfez Savaşı sonrasında Türkiye ile İran arasındaki ilişkiler İran’ın PKK’ya ve Türkiye’deki radikal İslam’a verdiği destek iddialarından dolayı iniş-çıkışlar göstermiştir. İran ise bu iddiaları reddetmiştir ve Türkiye’nin Irak’ta yaptığı sınır ötesi harekatlardan rahatsızlık duyduğunu belirtmiştir. Aslında özellikle 1979 devriminden sonra birbirine zıt iki rejime sahip olan bu iki ülke arasında bölgedeki konumlarından dolayı ikili ilişkilere oldukça pragmatist yaklaştıklarını söyleyebiliriz. İsrail’le ise özellikle savunma alanında ilişkiler çok gelişmiştir. Askeri eğitim ve savunma alanlarında işbirliğine yönelik anlaşmalar imzalanmıştır. Bu sayede iki ülke arasında askeri düzeyde stratejik ortaklığın başladığından bahsedebiliriz.
Kısaca özetlemek gerekirse Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin Orta Doğu ile olan ilişkileri çok daha karmaşık bir hal almıştır ve Türkiye bölgede yeniden etkin bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Bu türden bir gelişme kapsamında Türkiye’deki asker ve siyasi elitlerin Türkiye’nin ulusal güvenlik sorununu yeniden tanımlaması önemli bir unsur olmuştur. Soğuk Savaş döneminde kuzeyden gelebilecek tehditlere göre güvenlik algılayışını şekillendiren Türkiye’ye artık ülkesel bütünlüğe yönelik tehditler güneyinden gelmektedir. Türkiye yaptığı görüşmeler ve işbirliği anlaşmalarıyla güvenliğini garanti altına almaya çalışmıştır. Türkiye’nin bütünlüğüne temel tehdit olarak ortaya çıkan PKK terör örgütü ve İslami radikalizmin Orta Doğu’daki güçlerle bağlantıları vardır. Özellikle Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra PKK askeri olarak yenilgiye uğratılmıştır. Kuzey Irak sorunu ve su sorunu henüz çözülememiştir. Özellikle Amerika’nın gerçekleştirdiği son operasyondan sonra bölge genelde tüm dünya özelde ise Türkiye için giderek daha karmaşık bir hal almıştır. Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulması ihtimali giderek güçlenmiştir. Bu durum ise Türkiye’nin ülke bütünlüğü açısından bir tehdit unsurudur.
Amerika Birleşik Devletleri
Sovyetler Birliği’nin çöküşü Batı’nın (özellikle ABD) ve Batı’nın değerlerinin (demokrasi, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi) Varşova Parkı’na karşı kazandığı bir zaferdir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte ABD bu yeni düzende uluslararası arenada tek süper güç olarak yerini almıştır. Tek süper güç olmasının doğal bir sonucu olarak da kendi önceliklerine ve çıkarlarına göre uluslararası ilişkiler arenasını düzenlemeye çalışmaktadır. Diğer bir değişle kendi menfaatleri doğrultusunda gerekli gördüğü bölgelerde gereken müdahaleleri yapma ve o bölgeyi kendi menfaatlerine göre şekillendirme yetkisini kendisinde görmektedir. Bunun en somut örneğini 1991 Körfez Savaşı ve ikinci Irak operasyonuyla sergilemiştir. Orta Doğu bölgesi gerek Soğuk Savaş döneminde gerekse Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD için en önemli bölgelerden biri olmuştur. Özellikle Orta Doğu’nun sahip olduğu zengin petrol kaynakları çok önemlidir.
Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin Orta Doğu politikalarının dayandığı temelleri; Soğuk Savaş döneminden devralınan petrol kaynakları üzerinde denetimin sağlanması ve bunun dünya pazarlarına kesintisiz ulaştırılması, radikal İslam'ın etkisinin azaltılması, İran ve Irak’ın çevrelenmesi (ikili çevreleme politikası), bölge ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmalarının engellenmesi (Uzgel, 2001:254), barış sürecinin başarıya ulaşarak İsrail’in güvenliğinin garanti altına alınması (Brzezinski, 1979:20) şeklinde özetleyebiliriz. Bu politikalardan İran ve Irak’ın güçsüz bırakılması ve bölgesel barışın sağlanması arasında önemli bir ilişki vardır. İran ve Irak’ın güçsüz bırakılmasıyla bölgesel barışın sağlanması önündeki en büyük engellerden biri kalkmış olacaktı. Bu bağlamda, ABD’nin bölgeye yönelik ekonomi ve güvenlik politikaları arasında sıkı bir bağ vardır; Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) ülkelerinin İran ve Irak tehditlerine karşı silahlanmalarını destekleyerek, bölgede oluşabilecek olası bir tehlike karşısında müdahale edebilme kapasitesini arttırmaktadır. (Kılıç, 2000:16-17) Özellikle ikinci Irak operasyonuyla birlikte ABD Orta Doğu’da kesin ve belirleyici bir güç haline gelirken, kendi iç sorunlarıyla uğraşan Rusya yerine ABD’nin bölgedeki hegemonyası Avrupa Birliği (özellikle Fransa ve Almanya) tarafından sorgulansa da bu iki devlet bu konuda pek başarılı olamamış ve ABD bölgeyi giderek kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye başlamıştır.
Diğer bir değişle, Körfez Savaşı’ndan sonra ABD bölgedeki en önemli güç durumuna gelmiş ve bölgeyi kontrol etmeye başlamıştır. (Erkmen, 2003:22) Böylelikle, ABD’nin Orta Doğu’daki hayati çıkarları olan İsrail’in güvenliğinin sağlanması, başka bir devlet tarafından bölgede ABD çıkarlarına meydan okunmaması ve petrolün uluslararası piyasalara kesintisiz ve makul fiyatlarla aktarılması gerçekleştirilmiş oldu. (The Commission on American National Interests, 2000:32)
Bununla birlikte, Körfez Savaşı sona erdikten sonra G. Bush başkanlığındaki Amerikan yönetimi 11 Eylül 2001 tarihine dek yeni bir güvenlik stratejisi ilan etmedi. Soğuk Savaş dönemindeki denge politikasının mantıksal bir devamı olan ve bölgedeki önemli bir değişikliğin bölge istikrarını bozacağı yaklaşımını temel alan çevreleme politikası doğrultusunda Basra Körfezi için üretilen politika 1993-2001 yılları arasına damgasını vurmuştur. Amerika tarafından İran ve Irak’a karşı uygulanan “ikili çevreleme politikası” Clinton yönetimi zamanında Ulusal Güvenlik Konseyi Yakın Doğu Bölgesi sorumlusu Martin Indyk tarafından kaleme alınmıştır. Bu doktrine göre İran bölgedeki terörist faaliyetlere destek vermektedir, İslam Devrimini yaymaya çalışmaktadır ve gizlice kitle imha silahlarını arttırmaktadır; Irak Saddam yönetiminin genişleme politikaları nedeniyle bölgede istikrarsız bir durum yaratmaktadır; ayrıca her iki ülke de Arap-İsrail barış sürecine olumsuz yaklaşmaktadır. İşte tüm bu davranışlar ABD’nin bölgedeki çıkarlarını engellemekte ve genelde bölgenin özelde ise ABD’nin güvenliğine karşı tehdit oluşturmaktadır.
ABD, İran ve Irak’ı soyutlama, baskı uygulama gibi çeşitli yollarla uluslararası sistemin yapıcı bir üyesi haline getirmeyi hedefliyordu. Ayrıca İran ve Irak’ı Soğuk Savaş döneminin aksine birbirine karşı kullanmaktan vazgeçtiğini de göstermekteydi. ABD ikili çevreleme politikasını ilan ederek, Körfezden Batı dünyasına güvenli petrol akışının sağlanması şeklinde özetlenebilecek temel Körfez politikasında bir değişiklik yapmış, artık bölgede etkinliğini geçmişte olduğu gibi İran ya da Irak vasıtasıyla, bunlardan birini diğerine karşı kullanmak suretiyle gerçekleştirmeyeceğini ortaya koymuştur. ABD Körfez bölgesinde güvenliği sağlamak amacıyla bu politikanın devamı olarak bölgedeki asker sayısını arttırdı ve KİK ülkelerinin silahlanmasını sağladı. Ancak ikili çevreleme politikasının çok başarılı olduğu söylenemez. Özellikle İran’a yönelik ambargo kararına Çin, Rusya gibi devletler karşı çıkıyordu. Ayrıca 1997’de İran’da yönetime gelen Hatemi’nin ABD’ye yönelik iyi niyetli adımları sayesinde bu politikanın İran’a uygulanması giderek zorlaşmıştı. İran’ın Rusya Federasyonu ile yakınlaşan ilişkileri nedeniyle de ikili çevreleme politikaları eleştirilmekteydi.
Ayrıca özellikle 1990'ların ikinci yarısında ABD’nin Irak’a uyguladığı petrole karşı gıda programı, Saddam’ın içeride güç kazanmasına yol açmış, ABD’nin Saddam Hüseyin üzerindeki caydırıcılığının azalmasına neden olmuştu. Bölge içinden de ikili çevreleme politikasına eleştiriler artmıştı. ABD’nin müttefiklerinin bölgede artan Amerikan askeri gücünden duyduğu rahatsızlık ve bölgede tehdit algılayışının değişmesi bu eleştirilerin başlıca nedenleridir. KİK devletlerine göre artık Irak ve İran kendilerine tehdit oluşturacak durumda değildir ve iç tehdit dış tehdidin önüne geçmişti.
Ancak, 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin tehdit algılayışında ve güvenlik kavramında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Artık tehdit küresel boyuttadır, uluslararası güvenliğin ve barışın sağlanması için uluslararası terörizm durdurulmalıdır. 11 Eylül saldırıları ile birlikte ABD’nin Orta Doğu politikalarında da radikal ve yapısal değişiklikler gözlenmiştir. (Laçiner, 2003:32) El-Kaide terör örgütünün saldırısıyla birlikte, ABD Filistin ya da İran asıllı terör örgütlerinden başka, radikal İslam’a dayalı terörün Körfezdeki en yakın müttefikleri kapsamında da gelişebileceğini anlamış oldu. ABD Orta Doğu’ya yeni bir düzen getirmeye karar verdi. Daha doğrusu Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni dünya düzeninde tek süper güç olarak var olan ABD kendi çıkarlarına ve güvenlik kaygılarına göre bölge üzerinde yeni politikalar yürütmeye karar verdi. Buna göre ABD Arap ülkelerine daha az güvenecek ve bölgedeki askeri varlığını arttıracaktır. Gerek kendi güvenliği gerekse ülkeler arası düzeni sağlamak için gerekli gördüğü bölgelere askeri operasyonlar düzenleme hakkını kendinde görmektedir. Körfez Savaşından sonra bu hakkı, geniş kapsamıyla Afganistan’da uygulamıştır. Bu operasyon esnasında Taliban yönetimi ile El-Kaide arasındaki açık bağ ve Afganistan’ın sahip olduğu stratejik önemden dolayı uluslararası arenada destek sağlamıştır. Oysa aynı desteği İran ve Kuzey Kore ile birlikte uluslararası teröre destek veren Şer ekseninin üçüncü ülkesi Irak’a karşı düzenlediği operasyonda bulamamıştır. Operasyon sonrası Orta Doğu hem bölge ülkeleri, hem komşu devletler hem de uluslararası arena için daha karmaşık bir hal almıştır.
Diğer bir değişle, ABD kendi çıkarlarını gözetmede ve bu çıkarları doğrultusunda Orta Doğu’yu şekillendirmede başarılı gözükebilir ama Orta Doğu politikalarında değişime ihtiyaç duymaktadır ve bunu da en son Irak operasyonu ile fiiliyata dökmüştür. ABD’nin bölgeye yönelik yeni hedefleri doğrultusunda bölgenin akıbetine ilişkin daha kesin yorumlar yapılması için henüz çok erkendir. Önce Irak’taki karmaşa ortamının nelere yol açacağı ve Arap-İsrail çatışma sürecinin nasıl sonuçlanacağı takip edilmelidir.
ABD’nin politikalarında değişime ihtiyaç duyulmaktadır çünkü Soğuk Savaş’ın bitmesiyle birlikte bölgenin yapısında meydana gelen değişiklikler ABD’nin bölgeye yönelik stratejilerine pek yansıtılmamıştır. Soğuk Savaş öncesinin temel güvenlik algılamaları önemli bir değişim geçirmeden Körfez Savaşı sonrası döneme de taşınmıştır.
Sonuç olarak, ikinci Irak operasyonu sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları ABD’nin beklediği sonucu vermemiştir. Irak meselesi özelinde ABD Orta Doğu’daki hegemonyasını yitirmeye başlamıştır. Bu durum 11 Eylül saldırılarından sonra şekillenen yeni tehdit algılamalarıyla birleşince ABD özelde kendi güvenliği ve çıkarlarını sağlamlaştırmak genelde ise bölge güvenliğini ve daha kapsamlı biçimde global barışı sağlamak amacıyla mevcut politikalarında değişime gitmiştir. Kesinliği daha da vurgulanan unsur ise Orta Doğu’nun ABD için vazgeçilmez olduğu ve bu bölgede düzenin sağlanmasında kendisini yetkili gördüğüdür.
Rusya Federasyonu
Orta Doğu Rusya için de büyük önem taşımaktadır. Hem Asya hem Avrupa parametreleri içinde politika geliştirmek zorunda olan Rusya’nın bölgeye yönelik yaklaşımı ciddi bir tarihi derinlik içermektedir. Sıcak denizlere inmek isteyen Rusya için Orta Doğu hem Çarlık hem de Sovyetler Birliği döneminde önemini korumuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında meydana gelen iki kutuplu dünya düzeni içinde, ideolojik eksenli çok daha etkin bir ittifak zemini bulan SSCB, ikili ve çok yönlü ittifaklarla bölgesel güçler dengesinin bir kutbunu oluşturmaktaydı. Zaten Soğuk Savaş döneminde Rusya’nın Baasçı (sosyalist ve Arap milliyetçisi) rejimlerle olan ilişkileri ABD önderliğindeki Batı Bloğu tarafından hem bölgedeki müttefikleri hem de kendi güvenlikleri açısından tehdit olarak algılanmaktaydı.
SSCB’nin dağılmasından sonra varisi konumundaki Rusya Federasyonu kendi içinde yaşadığı ekonomik, politik ve sosyal sorunları çözmeye çalıştığından bir anlamda kendi içine kapanmıştır. Bu dönemde Batı ile bütünleşme sürecine giren Rusya Federasyonu Batı’yla, özellikle de ABD’yle, ters düşmek istememektedir. Defansif bir tutum içinde olan Rusya’nın, Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Orta Asya hattında egemenliğini korumaya çalışması, Orta Doğu üzerindeki etkinliğinde azalmaya neden olmuştur. Ancak belli bir toparlanma evresinden sonra Rusya Orta Doğu’ya tekrar yönelmeye başlayacaktır. Rusya’nın Orta Doğu bölgesinde en yoğun ilişkilerinin bulunduğu ülke İran’dır. Rusya bir yandan Orta Asya’da radikal İslam’ı yayma tehlikesi ve bu bölgede etkin bir güç haline gelmeye çalışması nedeniyle İran’a tepki duyarken, diğer yandan da nükleer işbirliği anlaşması imzalamıştır. 1989 yılında dile getirilen nükleer alanda işbirliği anlaşması Sovyetler Birliği’nin yıkılması sonucu ortaya çıkan gelişmelerden dolayı askıya alınmış, nihayet 1995 yılında imzalanmıştır. (Kibaroğlu, 1999:275) Ayrıca, Hürmüz Boğazı Rusya için büyük önem taşımakta, İran’ın bu bölgede gücünü yitirmesi doğrudan Rusya’yı etkileyeceğinden, Rusya İran ile ilişkilerini sıkı tutmaya özen göstermektedir. (Yıldız, 2000:28) Rusya ile İran arasındaki bu yakınlaşma özellikle ABD’yi rahatsız etmektedir. Yüzeysel olarak değerlendirildiğinde herhangi iki ülke arasında normal koşullarda yapılacak sıradan bir nükleer işbirliği anlaşması olmasına karşın, İran-Rus anlaşması Batılı güvenlik çevrelerinde tedirginlik yaratmıştır. Çünkü, nükleer tesisler ve bu yöndeki araştırmalar sivil ve barışçıl amaçlar için olduğu kadar askeri amaçlar için de kullanılabilmektedir.
Soğuk Savaş döneminde Batılı devletler için Rusya’nın Orta Doğu’da, özellikle Körfez bölgesinde, dolaylı da olsa etkin bir rol oynaması kabul edilemezdi, oysa nükleer işbirliği anlaşması sayesinde bu stratejik kazanım Rusya açısından bir bakıma gerçekleşmiştir.
Putin’in başa geçmesiyle bir takım değişiklikler yaşayan Rusya bir yandan milliyetçiliği ön plana çıkarırken, diğer yandan da Batı ile ilişkilerini iyi tutmaya çalışmıştır. 11 Eylül saldırılarının ardından Rusya Federasyonu’nun uluslararası terörizme kaşı mücadelede ABD’nin yanında yer aldığını açıklaması, Afganistan operasyonu sırasında Orta Asya Türk cumhuriyetlerinin üçünde üs kurmasına izin vermesi Rusya’nın batı ile bütünleşme süreci için olumlu birer adımdır. Artık Rusya uluslararası arena için Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir tehdit olmadığını göstermiştir. Bununla beraber ABD’nin son Irak operasyonunda Rusya; Çin, Fransa ve Almanya ile birlikte ciddi bir muhalefet oluşturmuştur. ABD’nin Irak’ta askeri operasyonuna karşı olduğunu vurgulayan Rusya’nın tutumu stratejik, ekonomik ve iç siyasi nedenler çerçevesinde şekillenmektedir. İç siyasi neden olarak yaklaşan devlet başkanlığı seçimleri öncesinde Putin Amerikan karşıtı kesimin de desteğini almak istemektedir ancak bunu yaparken de ekonomik olarak ihtiyaç duyduğu ABD desteğini de göz önünde bulundurmak zorundadır; ekonomik olarak, Rusya petrol karşılığı gıda politikasından kar elde etmektedir. Savaş sonrasında Irak petrolleri üzerindeki ambargonun kalkması ve petrol fiyatlarının düşmesi ayrıca Irak’ın Rusya’ya olan silah borcu önemlidir; stratejik olarak, Rusya ABD’nin Irak operasyonunu sadece bölgede silahsızlanmayı sağlamak ve Saddam rejimini yıkmak için yapmadığını düşünmekte ve ABD’nin gerçekleştirdiği bu operasyonu tüm uluslararası sistemi yeniden şekillendirme arzusunun başlangıç aşaması olarak görmektedir. (Cafersoy ve Soltan, 2003:65-76)
Sonuç olarak Rusya’nın Soğuk Savaş dönemine göre Orta Doğu’daki etkinliği erozyona uğramıştır. Özellikle İran’la imzaladığı nükleer işbirliği anlaşması hem bölge hem de uluslararası güvenlik açısından dikkatle izlenmelidir. 11 Eylül saldırılarından sonra global terörizme karşı mücadeleye, özellikle Çeçenistan’la yaşadığı kargaşayı uluslararası platformda yasal kılmak için, destek vermiştir. Fakat son Irak operasyonunda pasifist bir tutum sergilemiştir. Her ne kadar Soğuk Savaş dönemindeki gibi bir süper güç değilse de kendisi için Orta Doğu’nun önemi halen devam etmektedir ve bölgeyi ABD’nin tek başına şekillendirmesini istememektedir.
Kaynakça
Armaoğlu, Fahir (1991). Belgelerle Türk amerikan Münasebetleri. Ankara: TTK Yayınları. ss. 240-248.
Brzezinski, Zbigniev (1979). “Differentiated Containment: Policy Toward Iran and Iraq”. Foreign Affairs, cilt 76, sayı 3, s.20.
Cafersoy, Nazim, Elnur Soltan. “Irak Krizi’nde Rusya”, Stratejik Analiz, Nisan 2003, cilt 3, sayı 36, s.65.
Davutoğlu, Ahmet (2001). Stratejik Derinlik- Türkiye’nin Uluslararası Konumu. Küre Yayınları. s.134.
Erhan, Çağrı (2001). “1945-1960 ABD ve NATO’yla İlişkiler”. Baskın Oran (Ed), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,Olaylar, Yorumlar, cilt I. İstanbul: İletişim Yayınları. s. 564.
Erkmen, Serhat (2003). “ABD’nin Orta Doğu’da Değişim İhtiyacının Nedenleri”, Stratejik Analiz, Mart 2003, Cilt 3, sayı 35, s.22.
Fırat, Melek, Ömer Kürkçüoğlu. “1990-2001 Orta Doğu’yla İlişkiler”. Baskın Oran (Ed.) (2001). Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,Olaylar, Yorumlar, Cilt II, İstanbul: İletişim Yayınları. s.554.
Kılıç, Ramazan (2000). “Soğuk Savaş Sonrası Basra Körfezi”, Avrasya Dosyası, İlkbahar (2000), cilt 6, sayı 1, s.16.
Kibaroğlu, Mustafa (1999). “İran Nükleer bir güç mü olmak istiyor?”, Avrasya Dosyası, Sonbahar 1999, cilt 5, sayı 3, s.275.
Kirişçi, Kemal (1997). “Post Cold-War Turkish Security and The Middle East”, MERİA: Middle East Review of International Affairs, Volume1, no.2, s.1.
Laçiner, Sedat (2003). Irak Krizi“Orta Doğu’nun Yeniden Yapılandırılmasının İlk Adımı Mı?”, Stratejik Analiz, Mart 2003, Cilt 3, s.32.
Mortimer, E ( Summer 1992). “European Security after the Cold War”. Adelphi Papers 271, s13.
Özcan, Gencer, Şule Kut (Ed.) (2000). En Uzun Onyıl - Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde 90’lı Yıllar. Büke Yayıncılık, s.44.
The Commission on America National Interest (Temmuz 2000), s.32.
Uzgel, İlhan(2001). “1990-2001 ABD ve NATO’yla İlişkiler”. Baskın Oran (Ed.) (2001). Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular,Olaylar, Yorumlar, Cilt II, İstanbul: İletişim Yayınları. s.254.
Yıldız, Yavuz Gökalp (2000). Global Stratejide Orta Doğu-Krizler Sorunlar Ve Politikalar. İstanbul: Der Yayınları, s.28.
VİCDAN TANRI'NIN EN GÜZEL FISILTISIDIR...(Edward Young) BİR YER SOFRASINDA BİR DE HARMAN DALI'NDA DİZ ÇÖKENLERİ SEVERİM...
Türkçe Makaleler (hakemli dergi vd.)/Full Text-33 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkçe Makaleler (hakemli dergi vd.)/Full Text-33 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
10 Aralık 2008 Çarşamba
24 Mayıs 2008 Cumartesi
Türkiye-Orta Asya Ekonomik İlişkileri/Türkçe
TÜRKSAM-Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi web sayfasında (www.turksam.org) yayınlanmıştır.
TÜRKİYE - ORTA ASYA CUMHURİYETLERİ EKONOMİK İLİŞKİLERİ VE RUSYA FAKTÖRÜ
Dr.Gamze Güngörmüş KONA
Giriş
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasının ardından Birliğin güneyinde yer alan coğrafyada Türkiye’yi gayet yakından ilgilendiren değişimler yaşanmıştır. Etnik, kültürel ve tarihsel yönlerden Türk halkı ile pek çok ortak özelliğe sahip eski Sovyet halkları bağımsızlıklarını ilan etmiş ve Orta Asya bölgesinde bağımsız cumhuriyetler olarak belirmişlerdir. Böylece, Sovyet rejiminin tesisini takiben sadece Türkiye ile değil diğer tüm müslüman kökenli uluslarla da sosyal, siyasal ve iktisadi ilişkilerini kesmek durumunda kalan eski Sovyet cumhuriyetleri Türkiye ile çok yönlü ilişkileri başlatma fırsatı bulmuşlardır. Öte yandan Soğuk Savaş döneminde özellikle coğrafi yakınlık nedeni ile Sovyetlerin yayılmacı politikasının tehlikesini derinden hisseden ve bu nedenle Sovyetlerin egemenliği altında bulunan müslüman Orta Asya uluslarına yaklaşmaya çekinen Türkiye, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin kapladığı bölgenin tümünde yaşanan coğrafi, siyasal ve ekonomik değişimin ardından ayrı birer bağımsız devlet olarak varlık göstermeye başlayan Orta Asya cumhuriyetleri (OAC) ile geçmişi telafi etmek istercesine yoğun ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Bağımsızlığın ilk yıllarında hem OAC’nin göstermiş olduğu sıcak ilgiyi hem de kendi dış politik amaçlarını göz önünde bulundurarak Türkiye, Orta Asya bölgesinde yer alan müslüman ve Türk kökenli Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan cumhuriyetleri ile herhangi bir hedef alan tespit etmeksizin hemen her alanda ilişkiler geliştirmiştir. 1993 yılının ortalarına dek daha çok sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda gelişme gösteren Türkiye-OAC ikili ya da çok yönlü ilişkileri, Sovyetlerin yıkılmasının ardından oluşan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) en güçlü ve de en etkin üyesi Rusya Federasyonu’nun yayınladığı 1993 Konsensüs’ü ile sorgulanma aşamasına gelmiştir. 1993 yılına dek Orta Asya bölgesini iktisadi ve siyasal açılardan kendisi için birincil derecede önem arz eden bölgeler arasına katmayan Rusya Federasyonu, aynı yıl ortalarında değişikliğe uğrattığı politik doktrini ile adı geçen bölgeyi kendisi için öncelikli bölgeler arasına katmıştır. Buna paralel olarak, Rus bürokratlar Orta Asya cumhuriyetlerinin dış dünya ve dolayısı ile Türkiye ile geliştirmekte oldukları siyasal, sosyal ve ekonomik ilişkileri yakından takip etmeye başlamışlardır. Rusya’nın OAC üzerinde 1993 yılından itibaren giderek artan etkisi, bu cumhuriyetlerin çok yönlü uluslararası bağlantılarını özgürce geliştirmelerini engellerken Türk bürokratlarının da bu cumhuriyetlere temkinli yaklaşmalarına neden olmuştur. Diğer bir deyişle, Orta Asya’da yer alan cumhuriyetler ile Türkiye arasında 1993 öncesinde tesis edilen ekonomik, siyasal ve sosyal direkt ilişkiler modeli elde olmayan nedenlerle 1993 sonrasında Rusya üzerinden Türkiye – OAC dolaylı ilişkiler modeline dönüşmüştür. Bu nedenle, 2000 yılının başlarında OAC ile ekonomik ilişkiler kapsamında (siyasal ve sosyal alanlarda olduğu gibi) üstesinden gelinmesi gereken asıl sorun, Türkiye’nin Rusya Federasyonu’na rağmen OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini nasıl maksimize edebileceğidir.
Bu çalışmada, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini Rusya Federasyonu’nu göz ardı ederek değil ancak onu yanına alarak geliştirebileceği öne sürülmektedir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirebilmek için Rusya Federasyonu faktörünü hangi nedenlerle dikkate alması gerektiği açıklanacaktır. İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için Türk bürokratları tarafından alınması gereken tedbirler sunulacaktır. Üçüncü bölümde ise, Türkiye – OAC arasındaki ekonomik ilişkilerin maksimizasyonu kapsamında Türkiye’nin Rusya Federasyonu’nu göz ardı ederek değil yanına alarak izleyeceği ekonomi politikasının Türk ekonomisine getireceği olası avantajlar belirtilecektir.
I. Gerekçeler:
Bu başlık altında, Rusya Federasyonu’nun 1993 yılında benimsediği Konsensüs’ü takiben OAC’ni algılayış tarzındaki değişiklik, OAC’nin Rusya Federasyonu’nu değerlendirme biçimi, Orta Asya devletlerindeki yönetici kademelerde Rus azınlığın çokluğu, Rusya’nın Hazar Havzası petrollerine bakışı ve Türkiye-Rusya Federasyonu arasındaki mevcut ticaret hacmi gibi geçerli nedenlerle Türkiye’nin OAC ile ekonomik ilişkilerini Rusya’yı göz ardı ederek değil onu yanına alarak geliştirmek zorunda olduğu açıklanacaktır.
a. Rusya’nın Orta Asya Bölgesini Algılayış Biçimi:
Belirtildiği üzere, Rusya Federasyonu’nun özellikle 1994 yılından sonra genelde BDT özelde ise Orta Asya bölgesi üzerinde giderek yoğunlaşan ekonomik, siyasal ve sosyal etkisi açıkça gözlemlenmektedir. 1994 yılı öncesinde Orta Asya bölgesinin sorumluluğunu üstlenmeyi ekonomik bir yük olarak gören Rusya, 1994 yılının başlarından itibaren bölgede ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanmak isteyen devletlerin giderek artan ekonomik ve politik güç mücadelesi, ABD’nin bölgeye yönelik aşırı ilgisi, İran İslam Cumhuriyeti’nin İslam faktörünü kullanarak bölgeden ekonomik ve siyasal çıkar elde etmeyi amaçlaması, Orta Asya bölgesinde yaşanan iç karışıklıkların kendi güvenliğini etkileyeceği endişesi, Hazar Havzası’nda bulunan petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılmasında etkin bir rol oynama arzusu ve tek boyutlu / batı merkezli dış politika tercihinin kendi beklentilerini karşılamaya yetmeyeceğini anlaması gibi nedenlerle Orta Asya bölgesini oldukça önemsemeye başlamıştır, ve 1993 yılında yayınladığı Konsensüs ile de Orta Asya bölgesine yönelik siyasi ve ekonomik bakış açısını değiştirdiğini resmileştirmiştir.
1993 Konsensüsü’nü takiben Rusya’nın Orta Asya politikası şu şekilde özetlenebilir:
Öncelikle, Rus savunma doktrini Orta Asya bölgesini Rusya’nın kendi çıkarları için vazgeçilmez olarak kabul ediyor (Kulchik, Fadin and Sergeev, 1996, s.46), OAC’nde barış ve istikrarın tesisini ve devamını istiyor ve bu amaçla Orta Asya’daki cumhuriyetlere siyasi, ekonomik ve de askeri destek vermeye hazır olduğunu belirtiyor, OAC’ni kendisinin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın ekonomik ve sosyal yönlerden zor durumda kalacaklarına inandırmaya çalışıyor, Orta Asya bölgesinde belirecek ciddi boyutta bir İslami yayılmanın hem bölgede yaşayan Rus nüfusu hem de Rusya Federasyonu’nda yaşayan mülüman nüfusu olumsuz yönde etkileyeceğini düşünerek olası İslami köktendinci girişimleri engellemeyi amaçlıyor (Lepingwell, 1994, s.75 ; Blank, 1994, s.267), bu bölgeyi Yakın Çevre (Near Abroad) politikasının bir parçası olarak gördüğü ve Sovyet-sonrası şekillenen coğrafi alanı kendi coğrafi alanının doğal uzantısı olarak kabul ettiği için herhangi bir devletin OAC üzerindeki etkinliğini artırmasına karşı çıkıyor ve ayrıca bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin kendisi için önem arz ettiğini vurguluyor.
Bu durumda, Türkiye’nin Rusya Federasyonu için siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan büyük önem arz eden OAC ile ekonomik ilişkilerini Rusya’yı göz ardı ederek istenen düzeye getirmesi pek mümkün görünmemektedir.
b. OAC’nin Rusya Federasyonu’nu Algılayış Biçimi:
Siyasi:
OAC’nin Rusya Federasyonu’nu nasıl değerlendirdiği sorusu siyasi ve ekonomik olarak iki açıdan cevaplandırılmalıdır. Bu soru her iki açıdan da cevaplandırıldığında sonuç aynı da olsa nitelikler farklıdır.
Bağımsızlığın hemen ardından OAC dünya devletlerine kendilerini tanıtmak, sorunlarını anlatmak ve bu devletlere ilişkin beklentilerini açıklamak için yoğun bir ikili ya da çok yönlü ilişki kurma telaşına düşmüşlerdir. Özellikle sanayi ve teknoloji yarışındaki batılı gelişmiş devletlerce gayet bakir olarak tanımlanan Orta Asya bölgesinde yer alan cumhuriyetlerin bu telaşı tüm devletler ve uluslararası kuruluşlar tarafından hoşnutlukla karşılanmıştır. Rus baskısından kurtulmanın ve bağımsız birer devlet olarak varlık göstermeye başlamanın beraberinde getirdiği heyecanla OAC pek çok bölgesel işbirliği örgütünün bünyesinde yer almıştır. Bu cumhuriyetler değinilen gelişmeleri yaşarken Rusya’nın yanlarında yer almayışının eksikliğini hiç hissetmemiş aksine bu durumdan memnuniyet duymuşlardır.
Bununla birlikte, Tajikistan’da çıkan iç savaş, Afgan mücahit hareketi ve İran kökenli fundamentalistlerin Orta Asya bölgesine sızma olasılığı bu cumhuriyetlerde Rusya’nın aktif katılımı ile oluşturulacak kapsamlı bir kollektif güvenlik sistemi içerisinde yer alma gereksinimi doğurmuştur. (Mesbahi,1994, s.283) Belirtilen gelişmeleri takiben, Orta Asya cumhuriyetleri liderlerinden Rus bürokratların Orta Asya’da daha aktif bir siyaset takip etmelerine ilişkin talepler yükselmeye başladı. Bölgede artan ulusal ve uluslararası güç mücadelesi, İslami hareketlerdeki artış Rusya’nın OAC’nin kendisi ile yakınlaşma talebini tereddütsüz kabul etmesi ile neticelenmiş ve bu sonuç OAC’ni siyasi açıdan Rusya’ya hemen hemen tümü ile bağımlı kılmıştır.
Ekonomik:
OAC’nin ekonomik açıdan Rusya’yı algılayış biçimi siyasi açıdan algılayış biçimi ile aynıdır.
Sovyet yönetimi döneminde Sovyetler Birliği kapsamında toplam pamuk üretiminin 3/2’lik
bölümü Özbekistan tarafından karşılanıyordu. Kazakistan ikinci büyük petrol - doğal gaz ve üçüncü büyük kömür üreticisi durumundaydı. Ayrıca Kazakistan’ın sahip olduğu tarım ve hayvancılık ürünlerinin toplam değeri eski Sovyet cumhuriyetleri arasında üçüncü sırada idi. Türkmenistan ise eski Sovyetler Birliği’nin ihraç ettiği doğal gazın %10’nundan fazlasını üretiyordu. (Kimura, 1993, ss.132-142) Bu parlak dönemi takiben, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte Orta Asya bölgesi’nde bağımsızlığını ilan eden Sovyet cumhuriyetleri gayet zor ekonomik koşullarla yüzleşmeye başlamışlardır. Öncelikle, Sovyetlerin dağılması ile başlayan ekonomik yapıların çözülüşü üretim güçlerinin gelişimini durdurmuştur. İş gücü, sermaye ve diğer kaynakların oldukça alt seviyelerdeki hareketliliği üretimin kurumsal yapılanmasını engellemiştir. Ayrıca, düşük üretim, yüksek nüfus artışı, yaygın fakirlik, kalitesiz iş gücü kaynakları tüm Orta Asya’da derinden hissedilmektedir. Son olarak endüstriyel ekonomik sistemin sınırlı gelişimi kronik tarzdaki ekolojik krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. (Alexandrov, 1993, s.106) Tek merkezden yönetilen ekonomik sistem değişikliğinin, birbirine sıkı sıkıya bağlı üretim ve ticaret sisteminin çözülüşünün, bağımsızlığın aniden kazanılışının Orta Asya cumhuriyetlerine yüklediği ekonomik sorunlar bu cumhuriyetleri özellikle güçlü batılı devletlerle ikili ya da çok yönlü ekonomik ilişkiler geliştirmeye yöneltmiştir.
OAC’nin 1993 yılının ortalarına dek ya bölgesel bazlı ekonomik işbirliği örgütlerine üyelik (EİÖ - Economik İşbirliği Örgütü ve KEİÖ - Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü - gibi) ya da uluslararası ekonomik kuruluşlara üyelik başvurusu şeklinde gelişme gösteren bu girişimleri Rusya Federasyonu’nun direkt her hangi bir müdahaleci tavrı ile karşılaşmamıştır. Ancak 1993 yılı ortalarında, Rus yetkililerin Rusya Federasyonu’nun yeni bağımsız cumhuriyetlerin bulunduğu eski Sovyet coğrafyasındaki ekonomik çıkarlarını gerektiği ölçüde önemsemedikleri görüşü yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu görüşü takiben, eski Sovyet coğrafyasında yer alan ekonomik zenginlik Rus politikasını şekillendirme sürecinde oldukça önemli bir unsur olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. (Baev, 1997, s.5) Bu politika değişikliğinin ardından Rusya Federasyonu OAC’nin hemen tüm ekonomik ilişkilerini ve Orta Asya bölgesinden ekonomik çıkar elde etmek isteyen devletlerin faaliyetlerini gayet yakından takibe almış ayrıca kendi ekonomik çıkarları için tehlikeli bulduğu girişimlere müdahale etmiştir. Dış ticaretinin büyük bir bölümünü Rusya Federasyonu ile gerçekleştiren OAC ise Rusya’nın bu tepkisi karşısında tepkisiz kalmayı tercih etmiştir.
Denilebilir ki, bu cumhuriyetler bölgesel istikrar, sınır ve ülke güvenliği, İslami tehlike ve savunma konularında Rusya’nın varlığına ve siyasi desteğine ne denli ihtiyaç duyuyorlarsa, ekonomilerinin rehabilitasyonu konusunda da aynı devletin varlığına ve desteğine o denli ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum ise OAC’nin Rusya Federasyonu’nu reddetmek yerine ona sıkı sıkıya bağlanmalarını gerektirmektedir. Hal böyleyken, Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde Rusya Federasyonu’nu karşısına alarak ya da onu kızdırarak OAC ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi pek mümkün görünmemektedir.
c. Orta Asya Cumhuriyetlerinde Yaşayan Rus Azınlık:
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tüm Rus kökenli nüfus Rusya Federasyonu bünyesinde toplanmış değildir. 1991 öncesinde Sovyetler Birliği’nin varlık gösterdiği toprakların genişliği düşünüldüğünde 1991 sonrası mevcut coğrafi düzende eski Sovyet yeni bağımsız cumhuriyetler içerisinde pek çok Rus kökenli toplulukların var olduğunu tespit etmek zor olmayacaktır ki eldeki sayısal veriler bu yöndeki tespiti doğrular niteliktedir. Bu verilere göre, hali hazırda Rus kökenli nüfus toplam Kazakistan nüfusunun %40’tan fazlasını, Kırgızistan nüfusunun yaklaşık %20’sini, Türkmenistan nüfusunun yaklaşık %9’unu, Özbekistan toplam nüfusunun ise yaklaşık %8’ini oluşturmaktadır. Olası bir göç dalgası karşısında Rus kökenli nüfusun barınma ve istihdam sorunlarını çözümleyebilecek yeterli ekonomik kaynağa sahip bulunmayan Rus yetkililer bu cumhuriyetlerden Rusya Federasyonu’na gerçekleştirilecek olası göç akınını engellemenin zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Bununla birlikte, Rusya Federasyonu sınırları dışında yaşayan Rus kökenli nüfusun ekonomik, sosyal ve politik güvenlikleri ile ilgilendiklerini sıklıkla vurguluyorlar. (Bacık ve Canbaş, 1999, s.325)
Bu, meselenin Rusya’yı ilgilendiren boyutu, Orta Asya cumhuriyetleri (OAC) ve Türkiye açısından ise durum oldukça farklı. Bireysel ekonomik ve siyasal formasyonu oluşturma aşamasında birinci derecede önem arz eden bilimsel donanımdan Sovyet idaresi boyunca mahrum bırakılmış olan müslüman kökenli Orta Asya halkları ne Sovyetler Birliği döneminde ne de yeni bağımsız düzende kendi devletlerinin ekonomi ve siyasi politikalarını saptamakla görevli idari kadrolara yükselme şansı bulamamışlardır. 1991 sonrası kendi bağımsız cumhuriyetlerinde bağımsız birer vatandaş olarak yaşama hakkını elde eden Orta Asyalılar geçmişte yaşanan bu olumsuzluğu kısa bir sürede telafi edemedikleri için çoğu kurumda (bilim üreten, ekonomi ve politikayı şekillendiren kurumların çoğunda) Rus kökenli idari kadro ile çalışmak durumundadırlar. Doğal olarak, Rusya Federasyonu’nun siyasi ve ekonomik önceliklerine göre hareket tarzı belirleyen bu Rus yönetici elit hem Rusyasız bir Orta Asya’da istediği şekilde ekonomik ve siyasal politikalarını uygulamak isteyen yabancı devletleri hem de Rus baskısından arınmış bir Orta Asya’da iç ve dış politikalarını özgürce gerçekleştirmek isteyen OAC’ni sınırlamaktadır.
Bu durumda, OAC’nde azınlık durumunda yaşayan Rus kökenli nüfusun idari kadrolardaki niceliksel çoğunluğunu ve karar alma ve uygulama aşamasındaki etkinliğini göz önünde bulunduracak olursak, Türk yetkililerin Rusya’yı karşısına alarak ya da kızdırarak OAC ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi pek mümkün görünmemektedir.
d. Hazar Denizi Havzası Petrol ve Doğal Gaz Rezervleri ve Rusya:
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur. Pek çok gözlemci tarafından Orta Asya dünyanın en zengin ham madde potansiyeline sahip bölgeleri arasında gösterilirken, petrol ve doğal gaz üretimi açısından Hazar Havzası’nın Basra Körfezi’nin ardından ikinci sırada yer aldığı belirtilmektedir. (Razov, 1997, s.59) Özbekistan, “Fırsatlar Ülkesi” (Convay, 1994, s.164) olarak adlandırılan Kazakistan ve “Orta Asya’nın Kuveyt’i” (Nissman, 1994, s.183) şeklinde düşünülen Türkmenistan Hazar Havsası’nda yer alan üç önemli Orta Asya cumhuriyetidir. Azerbaycan Hazar Denizi Havzası’nda yer alan dördüncü devlettir. Kazakistan’da 95, Türkmenistan’da ise 34 milyar varillik bir petrol rezervi bulunduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca dünyanın üçüncü en büyük doğal gaz rezervine sahip olduğu bilinen Türkmenistan’da 4.5 trilyon metre küp doğal gaz rezervi mevcuttur. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gaz zenginliği bakımından en önemli 20 ülke arasında yer almaktadır. (Pala ve Engür, 1998, ss.23-27) Bu durumda, “Hazar Denizi’nin ve Hazar Denizi’ni çevreleyen bölgelerin Asya ve Avrupa kıtalarına en fazla petrol ve doğal gaz tedarik eden yerler olabileceğini” (Gökay, 1998, s.49) öne sürmek yanlış olmayacaktır.
Tüm bu petrol ve doğal gaz zenginliğine rağmen Hazar Denizi Havzası’nın denize çıkışı olmayışından dolayı bu bölgede petrol çıkarma ve sevkıyat konularında büyük güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Oysa, 1914’ten önceki 20 yıl boyunca Hazar bölgesi en geniş ve en gelişmiş petrol üretim alanlarından biri durumundaydı. Bununla Birlikte, 70 yıl süren Sovyet yönetiminin ardından Hazar bölgesindeki devletler petrol çıkarma teknolojilerinin oldukça gerisinde kalmışlardır. Şu anda bölgede petrol çıkarma kuyularını inşa ve tamir edebilen iki tesis bulunmaktadır. Bunlardan biri Azerbaycan’ın Primorsk şehrinde diğeri ise Rusya’nın Astrakhan şehrinde yer almaktadır. Bölgenin değinilen olumsuz coğrafi konumundan dolayı petrol çıkarma teçhizatını dışarıdan getirmek oldukça yüklü bir maliyet gerektirmektedir. Bunun yanı sıra, yeni petrol boru hatlarının döşenmesine ilişkin siyasi sorunlar ve inşası düşünülen yeni petrol boru hatlarının yüksek maliyeti karşılaşılan sorunların diğer bir yönünü oluşturmaktadır.
İşin en ilginç yanı, Hazar Havzası’nda yer alan devletlerin petrol ve doğal gaz çıkarma ve sevkıyat meselelerinde karşı karşıya kaldıkları bu olumsuzlukların bu bölgede ekonomik çıkar peşinde olan yabancı devletlerin hiçbiri için bir engel teşkil etmeyişidir. Yabancı devletler hem bölgedeki petrol ve doğal gazın çıkarılması için maddi destek vermek üzere hazır bulunduklarını ifade etmekte hem de bu bölgeden çıkarılacak petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması için gerekli ek petrol ve doğal gaz boru hatlarının yapımı ve güzergah tespiti aşamasında bir fiil işin içinde yer almak istediklerini vurgulamaktadırlar.
Yabancı devletlerin Hazar Havzası’nda yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin çıkarılması ve dünya pazarlarına ulaştırılması için verdikleri yoğun mücadele, 70 yıl boyunca bu bölgenin adı geçen potansiyelinin tek sahibi durumundaki Rus yetkililerin özellikle 1993 sonrasında sert tepkisi ile karşılaşmıştır. 1991 sonrasında Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gazın çıkartılması ve sevkıyatı gibi hususlarda tek yetkili değil fakat en fazla yetkiye sahip devlet konumunda olmak isteyen Rusya, hem Azerbaycan petrolünün İran ya da Türkiye üzerinden dünyaya ulaştırılmasına ilişkin projeye hem de diğer petrol ve doğal gaz projelerine gayet temkinli yaklaşmıştır. Asıl amacı, Kazak petrolünü Rusya üzerinden Novorossisk limanına getirmek ve buradan da batıya ulaştırmaktır. Böylece, hem büyük ölçüde Kazakistan hem de diğer Hazar bölgesi devletleri üzerinde siyasi ve de ekonomik prestij sahibi olmayı amaçlamaktadır. (Bkz. IISS Stratejik Yorumlar - Milliyet, 23 Haziran 1999; Blank, 1994; Forsythe, 1996) Genelde İran ve Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde bulunan petrol ve doğal gazı kendi ülkelerinden geçirmeyi düşündükleri boru hatları ile dünyaya ulaştırma çabaları, özelde ise Amerika’nın bölgedeki petrol ve doğal gaz rezervlerini çıkarma aşamasında expertiz satmayı sıklıkla talep etmesi ve Baku – Ceyhan boru hattı inşasını desteklemesi Rus yetkilileri Orta Asya petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde en etkin olmaya sevk etmektedir.
e. Türkiye – Rusya Federasyonu Ekonomik İlişkileri:
Tarihsel süreç içerisinde gözlemlendiğinde, Türkiye – Rusya ekonomik ilişkilerini belirleyen temel etmenin siyaset olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin dev komşusu Rusya karşısındaki tedirginliği, Rusya’nın ise Türkiye’ye ilişkin güvensizliği hem Sovyetler Birliği döneminde hem de 1991 sonrası gelişmelerde iki devlet arasındaki ekonomik ilişkilerin hareket tarzını gayet yakından etkileyen bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Rusya ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin olumlu seyir gösterdiği dönemlerde iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de olumlu yönde gelişme kaydetmektedir. 1991 sonrasında iki ülke arasında yaşanan kimi siyasi sorunların Rusya ve Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini aynı paralellikte etkilemesi bunun en somut kanıtıdır.
1992 başlarında Türkiye Rusya Federasyonu ile oldukça dostane ilişkiler başlatmıştır. Aynı yıl içinde iki ülke arasında üst düzeylerde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmiştir. İkili ilişkilerdeki bu sıcak hava Rusya’nın 1993 ortalarında uygulamaya koyduğu dış politika değişikliği ile (ki bu değişiklik Rus yetkililerin OAC’ne ilişkin tutumlarına da direkt yansımıştır) yerini hafif bir gerginliğe bırakmıştır. Bu tarihten itibaren Rusya, Türkiye - OAC arasındaki yakın ilişkiyi Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde etkinliğini artırmak için benimsediği politik bir taktik olarak algılamaya başlamıştır. (Andican, 1997, s.214) Çeçen - Rus savaşında ise, Türkiye baskıcı politikalarından dolayı Rusya’nın tavrını onaylamazken, Rusya Federasyonu Çeçen lider Cahar Dudayev’in Türkiye’ye gerçekleştirdiği iki özel ziyareti dostça bulmadığını belirtmiştir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin 1994 yılında gemilerin Boğazlardan geçiş koşullarına ilişkin yönetmelikte yaptığı değişikliği Boğazlardan geçiş özgürlüğünü sınırlayıcı bir girişim olarak değerlendirmiştir. (Klepatskii and Pospelov, 1996, ss.152-157) Rusya’nın 1991 sonrasında Türkiye’yi eleştirdiği noktalardan bir diğeri de Karadeniz’de Türk donanmasına ait gemilerin sayısını artırmasıdır. Rus yetkilileri en fazla rahatsız eden husus ise Türkiye’nin Hazar bölgesi petrolünü Avrupa pazarlarına Baku-Ceyhan petrol boru hattı üzerinden ulaştırmadaki ısrarı ve bu amaca ulaşmak için Amerika’nın desteğini sağlama girişimleri olmuştur. (Trenin, 1997, ss.61-62)
Durum Türkiye açısından da pek farklı değildir. Türk yetkililer Rusya Federasyonu’nun çeşitli meselelerde aldığı siyasi tavırdan hoşnut olmadıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Türkiye öncelikle Rus yetkililerin 1991 sonrası düzende bağımsız birer devlet olarak varlık göstermeye başlayan eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde oldukça otoriter ve sınırlayıcı bir politika sürdürmesinden duyduğu rahatsızlığı vurgulamaktadır. İkinci olarak, Türkiye Rusya’nın Kıbrıs Rum yönetimine gerçekleştirdiği S-300 füzeleri satışının Kıbrıs’taki mevcut askeri dengeyi bozabileceğini ve adada yaşayan Türklerin güvenliğini tehdit edebileceğini öne sürmektedir. Türkiye aynı hassasiyeti Rusya’nın İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere yaptığı silah satışı hususunda da göstermektedir. Rusya’nın Ermenistan’da yürüttüğü silahlanma girişimleri Türk makamlarınca diğer bir olumsuz gelişme olarak yorumlanmaktadır. Son olarak, Türkiye Rusya’yı Suriye’den ayrılan Abdullah Öcalan’nı bir ay boyunca Moskova’da barındırmakla suçlamıştır. Rus yetkililer tarafından yapılan çelişkili açıklamalar 1998 yılının son aylarında iki devlet arasında güven krizinin doğmasına neden olmuştur.
İşte 1991 sonrasında Rusya – Türkiye arasında yaşanan tüm bu olumsuz siyasi gelişmelerin Türk – Rus ekonomik ilişkileri üzerindeki etkisi büyük olmuştur. Sorunsuz geçen dönemlerle kıyaslandığında siyasi kriz dönemlerinde Türkiye ve Rusya Federasyonu arasındaki ekonomik alış veriş düşüş göstermiştir. İkili ekonomik ilişkilerdeki en büyük gerileme 1998 yılının ikinci yarısında Rusya’nın karşılaştığı mali kriz neticesinde moratoryum ilan etmesi ile yaşanmıştır. Bunu takiben Türkiye’nin Rusya’ya olan ihracatında ciddi bir gerileme saptanmıştır. Yeni düzende, Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği doğal gaz miktarı, bu ülke ile gerçekleştirdiği dış ticaret hacmi, bavul ticaretinin Türk ekonomisindeki azımsanmayacak önemi ve doğal gaz tüketiminde giderek artan yükselme gibi nedenler göz önüne alındığında, Türk bürokratların Orta Asya bölgesine ilişkin ekonomi politikalarını uygulama aşamasında Rusya ile birlikte hareket etme gerekliliği fark edilecektir.
Birinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirebilmek ve bu ilişkilerden en üst seviyede fayda elde edebilmek için Rusya Federasyonu faktörünü beş temel nedenden dolayı dikkate alması gerektiği açıklanmıştır. İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için bazı öneriler sunulacaktır.
II. Öneriler:
Detaylı biçimde açıklanan nedenlerden dolayı Türkiye’nin Orta Asya bölgesine yönelik ekonomik beklentilerini Rusya’yı karşısına alarak maksimize edebilmesi olası görünmemektedir. Bu durumda yapılması gereken, Türkiye’nin Orta Asya’daki ekonomik girişimlerine engel teşkil etmeyecek hatta bu girişimleri destekleyecek bir Rus siyasi düşüncesini tesis edebilmek için gerekli girişimlerde bulunmaktır. Buna ilişkin öneriler aşağıda sıralanmaktadır.
1. Türk yetkililer, Türkiye’nin OAC ile siyasi değil ekonomik ve sosyal ilişkileri geliştirmeyi hedeflediğini vurgulamalıdırlar. Mevcut durumda Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kapsamında OAC ile yürütülen ilişkilerin de nihai amacının siyasi entegrasyon olmadığı sadece ekonomik işbirliği olduğu resmi biçimde açıklanmalıdır,
2. Türkiye’nin din, dil, etnik köken, tarihi geçmiş gibi ortak özellikleri kullanarak Orta Asya bölgesinde siyasi etkinliğini artırmayı amaçlamadığı önemle belirtilmelidir. 1991’de Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlere ‘Büyük Ağabey’ şeklindeki yaklaşımın Rusya Federasyonu’nu ne denli rahatsız ettiği hatırlanacak olunursa, bu türden keskin söylem ve vurguların Türkiye’nin Orta Asya’ya ilişkin ekonomi politikalarını olumsuz yönde etkileyeceğini iddia etmek yanlış olmayacaktır,
3. Türkiye’nin Rusya Federasyonu’nun OAC üzerindeki siyasal ve ekonomik etkinliğini tümü ile ortadan kaldırmak gibi bir dış politik amacı bulunmadığı ayrıca bu türden amaçlar güden ve Orta Asya bölgesinde güç mücadelesi içerisinde bulunan devlet ya da devletlerle adı geçen bölge için ekonomik ya da siyasal iş birliğine yönelmeyeceği açıkça ifade edilmelidir,
4. Türk bürokrasisi OAC ile ekonomik ilişkiler hususunda, Türkiye’nin Rusya faktörü nedeni ile tam verim sağlayamayacağını göz önünde bulundurarak, bir eko-strateji belirlemelidir. Bu eko-strateji doğrultusunda bir ilişkiler modeli saptanmalıdır. Bu model, Türkiye – OAC – Rusya Federasyonu ekonomik ilişkiler modeli olmalıdır. Bu modelin temel hedefi, OAC ile gerçekleştirilecek her bir ekonomik ilişki kapsamında Rusya Federasyonu’nun olası davranış biçimini tahmin etmek olmalıdır. Bu modelin etkin biçimde kullanılışı, Türkiye – OAC arasındaki ekonomik ilişkiler bağlamında Rusya’nın bir engel olarak belirmesini engelleyecek böylece hem ilişkilerde gelişme kaydedilecek hem de bu ilişkilerden en üst seviyede fayda sağlanacaktır.
5. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde olduğu gibi; OAC, Rusya Federasyonu ve Türkiye’nin yer alacağı ortak ekonomik projeler gerçekleştirilmelidir. Bu sayede Rusya kendisini dışlanmış hissetmeyecek ve böylece herhangi bir karşıtlık göstermeyecektir.
6. Hem siyasi hem de ekonomik etik gereği ve hem de Rusya ile Türkiye arasındaki mevcut ekonomik ilişkiler göz önünde bulundurularak, Rusya Federasyonu’nun sıklıkla maruz kaldığı siyasi ve ekonomik kriz anlarında Rusya karşıtı tavır almak yerine Rusya’yı destekleyici tavır alınmalıdır. Bu türden bir davranış iki ülke arasında güven bunalımı yerine güvenin tesisini getirecektir. Bu şekilde Türkiye OAC ile geliştireceği ekonomik ilişkilerde Rusya’nın şüpheci tavrı yerine desteği ile karşılaşacaktır.
7. Türk bürokrasisi, Orta Asya bölgesi ve Orta Asya cumhuriyetleri ile ilgili üreteceği ekonomik ya da siyasi nitelikteki projelere karşı gelişebilecek olası Rus karşıtlığını dizginlemek amacı ile, bilinçli olarak Rusya Federasyonu’nun karşısında Amerikan siyasi ve ekonomik desteğini aldığını vurgulamaktan vazgeçmelidir. Türkiye’nin 1991 yılından bu yana benimsediği bu türden bir politik davranış biçimi Rusya’nın Orta Asya hususunda Türkiye’ye duyduğu tedirginliğin artmasına neden olmuş ve Türkiye’nin Orta Asya politikalarını tıkamıştır. Türkiye, Amerikan desteğini siyasi bir koz olarak kullanmak yerine daha bağımsız ve de münferit politikalarla adı geçen bölgede çok daha sınırlı sayıda ve seviyedeki bir Rus engeli ile karşılaşacak, bu da Türkiye’nin bölgedeki işini kolaylaştıracaktır.
8. Türk devleti, Türkiye - Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler hususunda yeni bir sayfa açıldığına inanarak yakın gelecekteki yeni Rus devlet başkanına Türkiye’nin Orta Asya’ya yönelik siyasi ve ekonomik hedeflerini ikili resmi ziyaretler kapsamında açıklıkla ifade etmelidir. Bu bir iyi niyet göstergesidir ve gelecekteki ilişkilerin niteliğini belirleme aşamasında gayet olumlu bir etkide bulunma gücü vardır.
İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için bazı öneriler sunulmuştur. Üçüncü bölümde ise, ikinci bölüm kapsamında sunulmuş olan önerilerin uygulanması durumunda bu önerilerin Türkiye’nin OAC ile ilişkileri üzerindeki olası olumlu etkilerinden bahsedilecektir.
III. Olası Olumlu Sonuçlar:
Türk bürokratlarının OAC ile kurup geliştirecekleri ekonomik ilişkilerden en üst seviyede fayda elde edebilmeleri için Rusya faktörünü dizginleyecek bir dizi öneriyi ikinci bölümde sunduk. Bu önerilerin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’nin karşılaşacağı olası olumlu gelişmeler ise şu şekilde özetlenebilir:
1. Türkiye Orta Asya bölgesine yönelik ekonomi politikalarını gerçekleştirme aşamasında Rusya Federasyonu’nu kızdıracak tavırlardan kaçınırsa ve hatta bu devletle Orta Asya bölgesi için işbirliğine girerse hem adı geçen bölge için önemli bir engeli bertaraf edecek hem de Rusya ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirme şansına sahip olacaktır.
2. Türkiye Orta Asya bölgesindeki cumhuriyetlerle geliştirmeyi amaçladığı ilişkiler bağlamında Rusya’yı karşısına değil yanına alarak adı geçen devletin değinilen hususta duyduğu tedirginliği ve güvensizliği ortadan kaldırmış olacaktır. Bu gelişme ise Türkiye’nin ekonomik anlamda OAC ile daha fazla sayıda ve daha etkin projeler gerçekleştirmesini sağlayacaktır.
3. Türkiye Rusya ile geliştireceği iyi ilişkiler neticesinde, Baku-Ceyhan petrol boru hattının yanı sıra olası diğer petrol ve doğal gaz boru hatlarıyla ilgili projelerin hayata geçirilmesi konusunda Rusya’nın onayını alabilecek ve böylece ekonomik açıdan büyük avantajlar elde edecektir. Adı geçen boru hattının (BTC) Türk ekonomisine getireceği olumlu katkı hususunda birinci derecede yetkili kişi Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı’nın açıklamaları dikkate değerdir. Bakana göre; proje tam kapasiteye ulaştığında yılda 50 milyon ton petrol Baku’den Ceyhan’a aktarılacaktır. Türkiye’nin yıllık petrol tüketimi 30 milyon tondur, bu tüketim 2010 yılında 45 milyon tona ulaşacaktır. Ayrıca bu proje gerçekleştiğinde Türkiye 16 milyar metre küp doğal gaz satın alacak ve aynı miktarda doğal gazı Avrupa’ya pazarlayacaktır. 2.4 milyar dolar tutarındaki petrol boru hattının inşası ise Türk ekonomisi üzerinde diğer bir olumlu etkiye sahip olacaktır.
4. Türkiye Orta Asya cumhuriyetleri ile geliştireceği ilişkiler hususunda Rusya Federasyonu’nun hassasiyetini göz önünde bulundurduğu takdirde bu devletin Türk bürokrasisinin ekonomik ve siyasi ilişkilerde gayet büyük bir temkinlilikle yaklaştığı devlet ya da devletlere yönelik olası kışkırtıcı tutumunu da engelleyebilecektir. PKK terörünün ve Türkiye’de faaliyet gösteren İran menşeli köktendinci islami terör örgütlerinin ülkemizde ne denli büyük bir ekonomik külfet ve siyasi kaosa neden olduğu göz önünde bulundurulacak olunursa, Türkiye’nin Orta Asya’da Rusya’yı kızdıracak herhangi bir girişiminin Türkiye’ye Rusya’nın politik bir misillemesi olarak geri dönebileceği ihtimali oldukça yüksektir. Rusya’nın PKK’ya verdiği düşünülen siyasi ve ekonomik destek ve yeni düzende İran ile ilişkilerini geliştirme isteği, bu devletin Türkiye’nin Orta Asya politikalarında hoşnut olmadığı durumlarda adı geçen bu iki unsuru Türkiye’ye karşı kullanabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde Rus siyasi elitleri arasında tepki uyandırmayacak, ölçülü ve radikal olmayan girişimlerde bulunması değinilen ihtimali de bir ölçüde engelleyecektir.
Sonuç
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreçte Orta Asya bölgesinde dört müslüman ve Türk kökenli (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan) ve bir şii, Farsi kökenli (Tacikistan) toplam beş bağımsız cumhuriyet kurulmuştur. Türkiye özellikle adı geçen dört cumhuriyetle din, dil, etnik köken ortaklığı ve yoğun tarihsel geçmiş gibi nedenlerle ikili ya da çok yönlü ilişkiler kurmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu ilgisi dört Orta Asya cumhuriyeti tarafından büyük bir hoşnutlukla karşılanmıştır. Bununla birlikte ilişkilerdeki bu olumlu gelişme ancak 1993 yılının ortalarına kadar devam edebilmiştir. 1993 yılında Rus bürokrasisi tarafından benimsenen yeni dış politika doktrini ile Rusya o yıla dek pek önemsemediği bu cumhuriyetlerin iç ekonomik ve siyasal gelişmelerini ve dış bağlantılarını yakından gözlemlemeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, bu tarihten itibaren adı geçen bölgede Türkiye’nin önüne Rusya faktörü çıkmıştır ve 1991’den bu güne Türkiye-OAC arasındaki ekonomik ilişkiler kapsamında kat edilen mesafe oldukça sınırlı kalmıştır.
Bu noktada asıl mesele, Rusya’nın açıklanan nedenlerle bu bölgede ve bölgedeki cumhuriyetler üzerindeki etkinliğini artırarak devam ettireceği gerçeğini göz önünde bulundurarak Türkiye’nin Orta Asya bölgesine ilişkin ekonomi politikalarını Rusya’nın bu bölgedeki ekonomik ve siyasi hassasiyetini dikkate alarak tespit ve de tayin etmesi gerektiğidir. Rusya Federasyonu’nu Orta Asya bölgesinde Türkiye karşısında bir rakip hatta bir hasım olarak değerlendirerek halen güçlü olan bu devletin tepkisini çekmek yerine adı geçen devletle Orta Asya bölgesi için ortak projeler geliştirmek ve uygulamak daha akılcı görünmektedir. Bu türden bir politika, hem Türkiye-OAC ekonomik ilişkilerinin gelişmesini sağlayacak hem de Türkiye’nin bu bölgeye ve bölgedeki cumhuriyetlere yönelik ekonomik beklentilerini gerçekleştirmesine yardımcı olacaktır.
Kaynakça
-Alexandrov, Yuri G., 1993. “Central Asia: Specific Case of Economic Underdevelopment”. State, Religion and Society in Central Asia - A Post-Soviet Critique, Vitaly Naumkin (ed.) içinde. Reading: Ithaca Press.
-Andican, Ahad, 1997. “Türkiye-Rusya İlişkileri Üzerine Düşünceler”, Yeni Türkiye (Ankara), no.16.
-Bacık Gökhan ve Fahrettin Canbaş, 1999. “Kimlik, Din, Tarih ve Dış Politika Tartışmaları Işığında Rusya”. Avrasya Dosyası (Ankara), no.2.
-Baev, Pavel K., 1997. Challenges and Options in the Caucasus and Central Asia. Pennsylvania: U.S. Army War College Strategic Studies Institute.
-Blank, Stephen, 1994. “Russia, the Gulf and Central Asia in a new Middle East”, Central Asian Survey, no.13(2).
-Blank, Stephen J., 1994. Energy and Security in Transcaucasia. Pennsylvania: U.S. Army War College Strategic Studies Institute.
-Conway, Patrick, 1994. “Kazakhstan: Land of Opportunity”, Current History, no.582.
-Forsythe, Rosemarie, 1996. The Politics of Oil in the Caucasus and Central Asia, Adelphi Paper 300. Oxford University Press.
-Gökay, Bülent, 1998. “Caspian Uncertainties:Regional Rivalries and Pipelines”, Perceptions- Journal of International Affairs (Ankara), no.1.
-Kimura, Yoshihiro, 1993. “Central Asia and the Caucasus-Nationalism and Islamic Trends-with special reference to Central Asia and the Caucasus-”. Turkey in A Changing World, Şükrü S. Gürel, Şamil Ünsal and Yoshihiro Kimura (eds.) içinde. Tokyo: Middle East Studies Series, no.33.
-Klepatskii, L. ve V. Pospelov, 1996. “The Black Sea Straits: An Artery of Life”, International Affairs (Moscow), no.2.
-Kulchik, Yuriy, Andrey Fadin ve Victor Sergeev, 1996. Central Asia After the Empire. London: Pluto Press.
-Lepingwell, John W. R., 1994. “The Russian Military and Security Policy in the “Near Abroad”, Survival (London), no.3.
-Mesbahi, Mohiaddin, 1994. “Russia and the Geopolitics of the Muslim South”. Central Asia and the Caucasus after the Soviet Union Domestic and International Dynamics, Mohiaddin Mesbahi (ed.) içinde. University Press of Florida.
-Milliyet, 23 Haziran 1999. “Hazar Petrolü İyimserlik Vermiyor”, (International Institute for Strategic Studies-London tarafından yayınlanan Strategic Comments adlı rapordan alıntı yapılmıştır).
-Nissman, David, 1994. “Turkmenistan (Un)transformed”, Current History, no.582.
-Pala, Cenk ve Emre Engür, 1998. “Kafkasya Petrolleri 21. Yüzyılın Eşiğinde Hazar Havzası ve Türkiye”, İşletme ve Finans (Ankara), no.152.
-Razov, S., 1997. “New Developments in Central Asia”, International Affairs (Moscow), no.3.
-Trenin, Dimitri, 1997. “Russia and Turkey: A Cure From Schizophrenia”, Perceptions-Journal of International Affairs (Ankara), no.2.
TÜRKİYE - ORTA ASYA CUMHURİYETLERİ EKONOMİK İLİŞKİLERİ VE RUSYA FAKTÖRÜ
Dr.Gamze Güngörmüş KONA
Giriş
Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında dağılmasının ardından Birliğin güneyinde yer alan coğrafyada Türkiye’yi gayet yakından ilgilendiren değişimler yaşanmıştır. Etnik, kültürel ve tarihsel yönlerden Türk halkı ile pek çok ortak özelliğe sahip eski Sovyet halkları bağımsızlıklarını ilan etmiş ve Orta Asya bölgesinde bağımsız cumhuriyetler olarak belirmişlerdir. Böylece, Sovyet rejiminin tesisini takiben sadece Türkiye ile değil diğer tüm müslüman kökenli uluslarla da sosyal, siyasal ve iktisadi ilişkilerini kesmek durumunda kalan eski Sovyet cumhuriyetleri Türkiye ile çok yönlü ilişkileri başlatma fırsatı bulmuşlardır. Öte yandan Soğuk Savaş döneminde özellikle coğrafi yakınlık nedeni ile Sovyetlerin yayılmacı politikasının tehlikesini derinden hisseden ve bu nedenle Sovyetlerin egemenliği altında bulunan müslüman Orta Asya uluslarına yaklaşmaya çekinen Türkiye, 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin kapladığı bölgenin tümünde yaşanan coğrafi, siyasal ve ekonomik değişimin ardından ayrı birer bağımsız devlet olarak varlık göstermeye başlayan Orta Asya cumhuriyetleri (OAC) ile geçmişi telafi etmek istercesine yoğun ilişkiler kurmaya başlamıştır.
Bağımsızlığın ilk yıllarında hem OAC’nin göstermiş olduğu sıcak ilgiyi hem de kendi dış politik amaçlarını göz önünde bulundurarak Türkiye, Orta Asya bölgesinde yer alan müslüman ve Türk kökenli Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan cumhuriyetleri ile herhangi bir hedef alan tespit etmeksizin hemen her alanda ilişkiler geliştirmiştir. 1993 yılının ortalarına dek daha çok sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda gelişme gösteren Türkiye-OAC ikili ya da çok yönlü ilişkileri, Sovyetlerin yıkılmasının ardından oluşan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) en güçlü ve de en etkin üyesi Rusya Federasyonu’nun yayınladığı 1993 Konsensüs’ü ile sorgulanma aşamasına gelmiştir. 1993 yılına dek Orta Asya bölgesini iktisadi ve siyasal açılardan kendisi için birincil derecede önem arz eden bölgeler arasına katmayan Rusya Federasyonu, aynı yıl ortalarında değişikliğe uğrattığı politik doktrini ile adı geçen bölgeyi kendisi için öncelikli bölgeler arasına katmıştır. Buna paralel olarak, Rus bürokratlar Orta Asya cumhuriyetlerinin dış dünya ve dolayısı ile Türkiye ile geliştirmekte oldukları siyasal, sosyal ve ekonomik ilişkileri yakından takip etmeye başlamışlardır. Rusya’nın OAC üzerinde 1993 yılından itibaren giderek artan etkisi, bu cumhuriyetlerin çok yönlü uluslararası bağlantılarını özgürce geliştirmelerini engellerken Türk bürokratlarının da bu cumhuriyetlere temkinli yaklaşmalarına neden olmuştur. Diğer bir deyişle, Orta Asya’da yer alan cumhuriyetler ile Türkiye arasında 1993 öncesinde tesis edilen ekonomik, siyasal ve sosyal direkt ilişkiler modeli elde olmayan nedenlerle 1993 sonrasında Rusya üzerinden Türkiye – OAC dolaylı ilişkiler modeline dönüşmüştür. Bu nedenle, 2000 yılının başlarında OAC ile ekonomik ilişkiler kapsamında (siyasal ve sosyal alanlarda olduğu gibi) üstesinden gelinmesi gereken asıl sorun, Türkiye’nin Rusya Federasyonu’na rağmen OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini nasıl maksimize edebileceğidir.
Bu çalışmada, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini Rusya Federasyonu’nu göz ardı ederek değil ancak onu yanına alarak geliştirebileceği öne sürülmektedir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirebilmek için Rusya Federasyonu faktörünü hangi nedenlerle dikkate alması gerektiği açıklanacaktır. İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için Türk bürokratları tarafından alınması gereken tedbirler sunulacaktır. Üçüncü bölümde ise, Türkiye – OAC arasındaki ekonomik ilişkilerin maksimizasyonu kapsamında Türkiye’nin Rusya Federasyonu’nu göz ardı ederek değil yanına alarak izleyeceği ekonomi politikasının Türk ekonomisine getireceği olası avantajlar belirtilecektir.
I. Gerekçeler:
Bu başlık altında, Rusya Federasyonu’nun 1993 yılında benimsediği Konsensüs’ü takiben OAC’ni algılayış tarzındaki değişiklik, OAC’nin Rusya Federasyonu’nu değerlendirme biçimi, Orta Asya devletlerindeki yönetici kademelerde Rus azınlığın çokluğu, Rusya’nın Hazar Havzası petrollerine bakışı ve Türkiye-Rusya Federasyonu arasındaki mevcut ticaret hacmi gibi geçerli nedenlerle Türkiye’nin OAC ile ekonomik ilişkilerini Rusya’yı göz ardı ederek değil onu yanına alarak geliştirmek zorunda olduğu açıklanacaktır.
a. Rusya’nın Orta Asya Bölgesini Algılayış Biçimi:
Belirtildiği üzere, Rusya Federasyonu’nun özellikle 1994 yılından sonra genelde BDT özelde ise Orta Asya bölgesi üzerinde giderek yoğunlaşan ekonomik, siyasal ve sosyal etkisi açıkça gözlemlenmektedir. 1994 yılı öncesinde Orta Asya bölgesinin sorumluluğunu üstlenmeyi ekonomik bir yük olarak gören Rusya, 1994 yılının başlarından itibaren bölgede ortaya çıkan güç boşluğundan yararlanmak isteyen devletlerin giderek artan ekonomik ve politik güç mücadelesi, ABD’nin bölgeye yönelik aşırı ilgisi, İran İslam Cumhuriyeti’nin İslam faktörünü kullanarak bölgeden ekonomik ve siyasal çıkar elde etmeyi amaçlaması, Orta Asya bölgesinde yaşanan iç karışıklıkların kendi güvenliğini etkileyeceği endişesi, Hazar Havzası’nda bulunan petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılmasında etkin bir rol oynama arzusu ve tek boyutlu / batı merkezli dış politika tercihinin kendi beklentilerini karşılamaya yetmeyeceğini anlaması gibi nedenlerle Orta Asya bölgesini oldukça önemsemeye başlamıştır, ve 1993 yılında yayınladığı Konsensüs ile de Orta Asya bölgesine yönelik siyasi ve ekonomik bakış açısını değiştirdiğini resmileştirmiştir.
1993 Konsensüsü’nü takiben Rusya’nın Orta Asya politikası şu şekilde özetlenebilir:
Öncelikle, Rus savunma doktrini Orta Asya bölgesini Rusya’nın kendi çıkarları için vazgeçilmez olarak kabul ediyor (Kulchik, Fadin and Sergeev, 1996, s.46), OAC’nde barış ve istikrarın tesisini ve devamını istiyor ve bu amaçla Orta Asya’daki cumhuriyetlere siyasi, ekonomik ve de askeri destek vermeye hazır olduğunu belirtiyor, OAC’ni kendisinin ekonomik ve siyasal desteği olmaksızın ekonomik ve sosyal yönlerden zor durumda kalacaklarına inandırmaya çalışıyor, Orta Asya bölgesinde belirecek ciddi boyutta bir İslami yayılmanın hem bölgede yaşayan Rus nüfusu hem de Rusya Federasyonu’nda yaşayan mülüman nüfusu olumsuz yönde etkileyeceğini düşünerek olası İslami köktendinci girişimleri engellemeyi amaçlıyor (Lepingwell, 1994, s.75 ; Blank, 1994, s.267), bu bölgeyi Yakın Çevre (Near Abroad) politikasının bir parçası olarak gördüğü ve Sovyet-sonrası şekillenen coğrafi alanı kendi coğrafi alanının doğal uzantısı olarak kabul ettiği için herhangi bir devletin OAC üzerindeki etkinliğini artırmasına karşı çıkıyor ve ayrıca bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin kendisi için önem arz ettiğini vurguluyor.
Bu durumda, Türkiye’nin Rusya Federasyonu için siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan büyük önem arz eden OAC ile ekonomik ilişkilerini Rusya’yı göz ardı ederek istenen düzeye getirmesi pek mümkün görünmemektedir.
b. OAC’nin Rusya Federasyonu’nu Algılayış Biçimi:
Siyasi:
OAC’nin Rusya Federasyonu’nu nasıl değerlendirdiği sorusu siyasi ve ekonomik olarak iki açıdan cevaplandırılmalıdır. Bu soru her iki açıdan da cevaplandırıldığında sonuç aynı da olsa nitelikler farklıdır.
Bağımsızlığın hemen ardından OAC dünya devletlerine kendilerini tanıtmak, sorunlarını anlatmak ve bu devletlere ilişkin beklentilerini açıklamak için yoğun bir ikili ya da çok yönlü ilişki kurma telaşına düşmüşlerdir. Özellikle sanayi ve teknoloji yarışındaki batılı gelişmiş devletlerce gayet bakir olarak tanımlanan Orta Asya bölgesinde yer alan cumhuriyetlerin bu telaşı tüm devletler ve uluslararası kuruluşlar tarafından hoşnutlukla karşılanmıştır. Rus baskısından kurtulmanın ve bağımsız birer devlet olarak varlık göstermeye başlamanın beraberinde getirdiği heyecanla OAC pek çok bölgesel işbirliği örgütünün bünyesinde yer almıştır. Bu cumhuriyetler değinilen gelişmeleri yaşarken Rusya’nın yanlarında yer almayışının eksikliğini hiç hissetmemiş aksine bu durumdan memnuniyet duymuşlardır.
Bununla birlikte, Tajikistan’da çıkan iç savaş, Afgan mücahit hareketi ve İran kökenli fundamentalistlerin Orta Asya bölgesine sızma olasılığı bu cumhuriyetlerde Rusya’nın aktif katılımı ile oluşturulacak kapsamlı bir kollektif güvenlik sistemi içerisinde yer alma gereksinimi doğurmuştur. (Mesbahi,1994, s.283) Belirtilen gelişmeleri takiben, Orta Asya cumhuriyetleri liderlerinden Rus bürokratların Orta Asya’da daha aktif bir siyaset takip etmelerine ilişkin talepler yükselmeye başladı. Bölgede artan ulusal ve uluslararası güç mücadelesi, İslami hareketlerdeki artış Rusya’nın OAC’nin kendisi ile yakınlaşma talebini tereddütsüz kabul etmesi ile neticelenmiş ve bu sonuç OAC’ni siyasi açıdan Rusya’ya hemen hemen tümü ile bağımlı kılmıştır.
Ekonomik:
OAC’nin ekonomik açıdan Rusya’yı algılayış biçimi siyasi açıdan algılayış biçimi ile aynıdır.
Sovyet yönetimi döneminde Sovyetler Birliği kapsamında toplam pamuk üretiminin 3/2’lik
bölümü Özbekistan tarafından karşılanıyordu. Kazakistan ikinci büyük petrol - doğal gaz ve üçüncü büyük kömür üreticisi durumundaydı. Ayrıca Kazakistan’ın sahip olduğu tarım ve hayvancılık ürünlerinin toplam değeri eski Sovyet cumhuriyetleri arasında üçüncü sırada idi. Türkmenistan ise eski Sovyetler Birliği’nin ihraç ettiği doğal gazın %10’nundan fazlasını üretiyordu. (Kimura, 1993, ss.132-142) Bu parlak dönemi takiben, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü ile birlikte Orta Asya bölgesi’nde bağımsızlığını ilan eden Sovyet cumhuriyetleri gayet zor ekonomik koşullarla yüzleşmeye başlamışlardır. Öncelikle, Sovyetlerin dağılması ile başlayan ekonomik yapıların çözülüşü üretim güçlerinin gelişimini durdurmuştur. İş gücü, sermaye ve diğer kaynakların oldukça alt seviyelerdeki hareketliliği üretimin kurumsal yapılanmasını engellemiştir. Ayrıca, düşük üretim, yüksek nüfus artışı, yaygın fakirlik, kalitesiz iş gücü kaynakları tüm Orta Asya’da derinden hissedilmektedir. Son olarak endüstriyel ekonomik sistemin sınırlı gelişimi kronik tarzdaki ekolojik krizin ortaya çıkmasına neden olmuştur. (Alexandrov, 1993, s.106) Tek merkezden yönetilen ekonomik sistem değişikliğinin, birbirine sıkı sıkıya bağlı üretim ve ticaret sisteminin çözülüşünün, bağımsızlığın aniden kazanılışının Orta Asya cumhuriyetlerine yüklediği ekonomik sorunlar bu cumhuriyetleri özellikle güçlü batılı devletlerle ikili ya da çok yönlü ekonomik ilişkiler geliştirmeye yöneltmiştir.
OAC’nin 1993 yılının ortalarına dek ya bölgesel bazlı ekonomik işbirliği örgütlerine üyelik (EİÖ - Economik İşbirliği Örgütü ve KEİÖ - Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü - gibi) ya da uluslararası ekonomik kuruluşlara üyelik başvurusu şeklinde gelişme gösteren bu girişimleri Rusya Federasyonu’nun direkt her hangi bir müdahaleci tavrı ile karşılaşmamıştır. Ancak 1993 yılı ortalarında, Rus yetkililerin Rusya Federasyonu’nun yeni bağımsız cumhuriyetlerin bulunduğu eski Sovyet coğrafyasındaki ekonomik çıkarlarını gerektiği ölçüde önemsemedikleri görüşü yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu görüşü takiben, eski Sovyet coğrafyasında yer alan ekonomik zenginlik Rus politikasını şekillendirme sürecinde oldukça önemli bir unsur olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. (Baev, 1997, s.5) Bu politika değişikliğinin ardından Rusya Federasyonu OAC’nin hemen tüm ekonomik ilişkilerini ve Orta Asya bölgesinden ekonomik çıkar elde etmek isteyen devletlerin faaliyetlerini gayet yakından takibe almış ayrıca kendi ekonomik çıkarları için tehlikeli bulduğu girişimlere müdahale etmiştir. Dış ticaretinin büyük bir bölümünü Rusya Federasyonu ile gerçekleştiren OAC ise Rusya’nın bu tepkisi karşısında tepkisiz kalmayı tercih etmiştir.
Denilebilir ki, bu cumhuriyetler bölgesel istikrar, sınır ve ülke güvenliği, İslami tehlike ve savunma konularında Rusya’nın varlığına ve siyasi desteğine ne denli ihtiyaç duyuyorlarsa, ekonomilerinin rehabilitasyonu konusunda da aynı devletin varlığına ve desteğine o denli ihtiyaç duymaktadırlar. Bu durum ise OAC’nin Rusya Federasyonu’nu reddetmek yerine ona sıkı sıkıya bağlanmalarını gerektirmektedir. Hal böyleyken, Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde Rusya Federasyonu’nu karşısına alarak ya da onu kızdırarak OAC ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi pek mümkün görünmemektedir.
c. Orta Asya Cumhuriyetlerinde Yaşayan Rus Azınlık:
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile tüm Rus kökenli nüfus Rusya Federasyonu bünyesinde toplanmış değildir. 1991 öncesinde Sovyetler Birliği’nin varlık gösterdiği toprakların genişliği düşünüldüğünde 1991 sonrası mevcut coğrafi düzende eski Sovyet yeni bağımsız cumhuriyetler içerisinde pek çok Rus kökenli toplulukların var olduğunu tespit etmek zor olmayacaktır ki eldeki sayısal veriler bu yöndeki tespiti doğrular niteliktedir. Bu verilere göre, hali hazırda Rus kökenli nüfus toplam Kazakistan nüfusunun %40’tan fazlasını, Kırgızistan nüfusunun yaklaşık %20’sini, Türkmenistan nüfusunun yaklaşık %9’unu, Özbekistan toplam nüfusunun ise yaklaşık %8’ini oluşturmaktadır. Olası bir göç dalgası karşısında Rus kökenli nüfusun barınma ve istihdam sorunlarını çözümleyebilecek yeterli ekonomik kaynağa sahip bulunmayan Rus yetkililer bu cumhuriyetlerden Rusya Federasyonu’na gerçekleştirilecek olası göç akınını engellemenin zorunlu olduğunu düşünüyorlar. Bununla birlikte, Rusya Federasyonu sınırları dışında yaşayan Rus kökenli nüfusun ekonomik, sosyal ve politik güvenlikleri ile ilgilendiklerini sıklıkla vurguluyorlar. (Bacık ve Canbaş, 1999, s.325)
Bu, meselenin Rusya’yı ilgilendiren boyutu, Orta Asya cumhuriyetleri (OAC) ve Türkiye açısından ise durum oldukça farklı. Bireysel ekonomik ve siyasal formasyonu oluşturma aşamasında birinci derecede önem arz eden bilimsel donanımdan Sovyet idaresi boyunca mahrum bırakılmış olan müslüman kökenli Orta Asya halkları ne Sovyetler Birliği döneminde ne de yeni bağımsız düzende kendi devletlerinin ekonomi ve siyasi politikalarını saptamakla görevli idari kadrolara yükselme şansı bulamamışlardır. 1991 sonrası kendi bağımsız cumhuriyetlerinde bağımsız birer vatandaş olarak yaşama hakkını elde eden Orta Asyalılar geçmişte yaşanan bu olumsuzluğu kısa bir sürede telafi edemedikleri için çoğu kurumda (bilim üreten, ekonomi ve politikayı şekillendiren kurumların çoğunda) Rus kökenli idari kadro ile çalışmak durumundadırlar. Doğal olarak, Rusya Federasyonu’nun siyasi ve ekonomik önceliklerine göre hareket tarzı belirleyen bu Rus yönetici elit hem Rusyasız bir Orta Asya’da istediği şekilde ekonomik ve siyasal politikalarını uygulamak isteyen yabancı devletleri hem de Rus baskısından arınmış bir Orta Asya’da iç ve dış politikalarını özgürce gerçekleştirmek isteyen OAC’ni sınırlamaktadır.
Bu durumda, OAC’nde azınlık durumunda yaşayan Rus kökenli nüfusun idari kadrolardaki niceliksel çoğunluğunu ve karar alma ve uygulama aşamasındaki etkinliğini göz önünde bulunduracak olursak, Türk yetkililerin Rusya’yı karşısına alarak ya da kızdırarak OAC ile ekonomik ilişkilerini geliştirmesi pek mümkün görünmemektedir.
d. Hazar Denizi Havzası Petrol ve Doğal Gaz Rezervleri ve Rusya:
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur. Pek çok gözlemci tarafından Orta Asya dünyanın en zengin ham madde potansiyeline sahip bölgeleri arasında gösterilirken, petrol ve doğal gaz üretimi açısından Hazar Havzası’nın Basra Körfezi’nin ardından ikinci sırada yer aldığı belirtilmektedir. (Razov, 1997, s.59) Özbekistan, “Fırsatlar Ülkesi” (Convay, 1994, s.164) olarak adlandırılan Kazakistan ve “Orta Asya’nın Kuveyt’i” (Nissman, 1994, s.183) şeklinde düşünülen Türkmenistan Hazar Havsası’nda yer alan üç önemli Orta Asya cumhuriyetidir. Azerbaycan Hazar Denizi Havzası’nda yer alan dördüncü devlettir. Kazakistan’da 95, Türkmenistan’da ise 34 milyar varillik bir petrol rezervi bulunduğu hesaplanmaktadır. Ayrıca dünyanın üçüncü en büyük doğal gaz rezervine sahip olduğu bilinen Türkmenistan’da 4.5 trilyon metre küp doğal gaz rezervi mevcuttur. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gaz zenginliği bakımından en önemli 20 ülke arasında yer almaktadır. (Pala ve Engür, 1998, ss.23-27) Bu durumda, “Hazar Denizi’nin ve Hazar Denizi’ni çevreleyen bölgelerin Asya ve Avrupa kıtalarına en fazla petrol ve doğal gaz tedarik eden yerler olabileceğini” (Gökay, 1998, s.49) öne sürmek yanlış olmayacaktır.
Tüm bu petrol ve doğal gaz zenginliğine rağmen Hazar Denizi Havzası’nın denize çıkışı olmayışından dolayı bu bölgede petrol çıkarma ve sevkıyat konularında büyük güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Oysa, 1914’ten önceki 20 yıl boyunca Hazar bölgesi en geniş ve en gelişmiş petrol üretim alanlarından biri durumundaydı. Bununla Birlikte, 70 yıl süren Sovyet yönetiminin ardından Hazar bölgesindeki devletler petrol çıkarma teknolojilerinin oldukça gerisinde kalmışlardır. Şu anda bölgede petrol çıkarma kuyularını inşa ve tamir edebilen iki tesis bulunmaktadır. Bunlardan biri Azerbaycan’ın Primorsk şehrinde diğeri ise Rusya’nın Astrakhan şehrinde yer almaktadır. Bölgenin değinilen olumsuz coğrafi konumundan dolayı petrol çıkarma teçhizatını dışarıdan getirmek oldukça yüklü bir maliyet gerektirmektedir. Bunun yanı sıra, yeni petrol boru hatlarının döşenmesine ilişkin siyasi sorunlar ve inşası düşünülen yeni petrol boru hatlarının yüksek maliyeti karşılaşılan sorunların diğer bir yönünü oluşturmaktadır.
İşin en ilginç yanı, Hazar Havzası’nda yer alan devletlerin petrol ve doğal gaz çıkarma ve sevkıyat meselelerinde karşı karşıya kaldıkları bu olumsuzlukların bu bölgede ekonomik çıkar peşinde olan yabancı devletlerin hiçbiri için bir engel teşkil etmeyişidir. Yabancı devletler hem bölgedeki petrol ve doğal gazın çıkarılması için maddi destek vermek üzere hazır bulunduklarını ifade etmekte hem de bu bölgeden çıkarılacak petrol ve doğal gazın dünya pazarlarına ulaştırılması için gerekli ek petrol ve doğal gaz boru hatlarının yapımı ve güzergah tespiti aşamasında bir fiil işin içinde yer almak istediklerini vurgulamaktadırlar.
Yabancı devletlerin Hazar Havzası’nda yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin çıkarılması ve dünya pazarlarına ulaştırılması için verdikleri yoğun mücadele, 70 yıl boyunca bu bölgenin adı geçen potansiyelinin tek sahibi durumundaki Rus yetkililerin özellikle 1993 sonrasında sert tepkisi ile karşılaşmıştır. 1991 sonrasında Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gazın çıkartılması ve sevkıyatı gibi hususlarda tek yetkili değil fakat en fazla yetkiye sahip devlet konumunda olmak isteyen Rusya, hem Azerbaycan petrolünün İran ya da Türkiye üzerinden dünyaya ulaştırılmasına ilişkin projeye hem de diğer petrol ve doğal gaz projelerine gayet temkinli yaklaşmıştır. Asıl amacı, Kazak petrolünü Rusya üzerinden Novorossisk limanına getirmek ve buradan da batıya ulaştırmaktır. Böylece, hem büyük ölçüde Kazakistan hem de diğer Hazar bölgesi devletleri üzerinde siyasi ve de ekonomik prestij sahibi olmayı amaçlamaktadır. (Bkz. IISS Stratejik Yorumlar - Milliyet, 23 Haziran 1999; Blank, 1994; Forsythe, 1996) Genelde İran ve Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde bulunan petrol ve doğal gazı kendi ülkelerinden geçirmeyi düşündükleri boru hatları ile dünyaya ulaştırma çabaları, özelde ise Amerika’nın bölgedeki petrol ve doğal gaz rezervlerini çıkarma aşamasında expertiz satmayı sıklıkla talep etmesi ve Baku – Ceyhan boru hattı inşasını desteklemesi Rus yetkilileri Orta Asya petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde en etkin olmaya sevk etmektedir.
e. Türkiye – Rusya Federasyonu Ekonomik İlişkileri:
Tarihsel süreç içerisinde gözlemlendiğinde, Türkiye – Rusya ekonomik ilişkilerini belirleyen temel etmenin siyaset olduğu ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin dev komşusu Rusya karşısındaki tedirginliği, Rusya’nın ise Türkiye’ye ilişkin güvensizliği hem Sovyetler Birliği döneminde hem de 1991 sonrası gelişmelerde iki devlet arasındaki ekonomik ilişkilerin hareket tarzını gayet yakından etkileyen bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Rusya ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkilerin olumlu seyir gösterdiği dönemlerde iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler de olumlu yönde gelişme kaydetmektedir. 1991 sonrasında iki ülke arasında yaşanan kimi siyasi sorunların Rusya ve Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini aynı paralellikte etkilemesi bunun en somut kanıtıdır.
1992 başlarında Türkiye Rusya Federasyonu ile oldukça dostane ilişkiler başlatmıştır. Aynı yıl içinde iki ülke arasında üst düzeylerde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirilmiştir. İkili ilişkilerdeki bu sıcak hava Rusya’nın 1993 ortalarında uygulamaya koyduğu dış politika değişikliği ile (ki bu değişiklik Rus yetkililerin OAC’ne ilişkin tutumlarına da direkt yansımıştır) yerini hafif bir gerginliğe bırakmıştır. Bu tarihten itibaren Rusya, Türkiye - OAC arasındaki yakın ilişkiyi Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde etkinliğini artırmak için benimsediği politik bir taktik olarak algılamaya başlamıştır. (Andican, 1997, s.214) Çeçen - Rus savaşında ise, Türkiye baskıcı politikalarından dolayı Rusya’nın tavrını onaylamazken, Rusya Federasyonu Çeçen lider Cahar Dudayev’in Türkiye’ye gerçekleştirdiği iki özel ziyareti dostça bulmadığını belirtmiştir. Ayrıca Rusya, Türkiye’nin 1994 yılında gemilerin Boğazlardan geçiş koşullarına ilişkin yönetmelikte yaptığı değişikliği Boğazlardan geçiş özgürlüğünü sınırlayıcı bir girişim olarak değerlendirmiştir. (Klepatskii and Pospelov, 1996, ss.152-157) Rusya’nın 1991 sonrasında Türkiye’yi eleştirdiği noktalardan bir diğeri de Karadeniz’de Türk donanmasına ait gemilerin sayısını artırmasıdır. Rus yetkilileri en fazla rahatsız eden husus ise Türkiye’nin Hazar bölgesi petrolünü Avrupa pazarlarına Baku-Ceyhan petrol boru hattı üzerinden ulaştırmadaki ısrarı ve bu amaca ulaşmak için Amerika’nın desteğini sağlama girişimleri olmuştur. (Trenin, 1997, ss.61-62)
Durum Türkiye açısından da pek farklı değildir. Türk yetkililer Rusya Federasyonu’nun çeşitli meselelerde aldığı siyasi tavırdan hoşnut olmadıklarını açıkça ifade etmişlerdir. Türkiye öncelikle Rus yetkililerin 1991 sonrası düzende bağımsız birer devlet olarak varlık göstermeye başlayan eski Sovyet cumhuriyetleri üzerinde oldukça otoriter ve sınırlayıcı bir politika sürdürmesinden duyduğu rahatsızlığı vurgulamaktadır. İkinci olarak, Türkiye Rusya’nın Kıbrıs Rum yönetimine gerçekleştirdiği S-300 füzeleri satışının Kıbrıs’taki mevcut askeri dengeyi bozabileceğini ve adada yaşayan Türklerin güvenliğini tehdit edebileceğini öne sürmektedir. Türkiye aynı hassasiyeti Rusya’nın İran, Irak ve Suriye gibi ülkelere yaptığı silah satışı hususunda da göstermektedir. Rusya’nın Ermenistan’da yürüttüğü silahlanma girişimleri Türk makamlarınca diğer bir olumsuz gelişme olarak yorumlanmaktadır. Son olarak, Türkiye Rusya’yı Suriye’den ayrılan Abdullah Öcalan’nı bir ay boyunca Moskova’da barındırmakla suçlamıştır. Rus yetkililer tarafından yapılan çelişkili açıklamalar 1998 yılının son aylarında iki devlet arasında güven krizinin doğmasına neden olmuştur.
İşte 1991 sonrasında Rusya – Türkiye arasında yaşanan tüm bu olumsuz siyasi gelişmelerin Türk – Rus ekonomik ilişkileri üzerindeki etkisi büyük olmuştur. Sorunsuz geçen dönemlerle kıyaslandığında siyasi kriz dönemlerinde Türkiye ve Rusya Federasyonu arasındaki ekonomik alış veriş düşüş göstermiştir. İkili ekonomik ilişkilerdeki en büyük gerileme 1998 yılının ikinci yarısında Rusya’nın karşılaştığı mali kriz neticesinde moratoryum ilan etmesi ile yaşanmıştır. Bunu takiben Türkiye’nin Rusya’ya olan ihracatında ciddi bir gerileme saptanmıştır. Yeni düzende, Türkiye’nin Rusya’dan ithal ettiği doğal gaz miktarı, bu ülke ile gerçekleştirdiği dış ticaret hacmi, bavul ticaretinin Türk ekonomisindeki azımsanmayacak önemi ve doğal gaz tüketiminde giderek artan yükselme gibi nedenler göz önüne alındığında, Türk bürokratların Orta Asya bölgesine ilişkin ekonomi politikalarını uygulama aşamasında Rusya ile birlikte hareket etme gerekliliği fark edilecektir.
Birinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirebilmek ve bu ilişkilerden en üst seviyede fayda elde edebilmek için Rusya Federasyonu faktörünü beş temel nedenden dolayı dikkate alması gerektiği açıklanmıştır. İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için bazı öneriler sunulacaktır.
II. Öneriler:
Detaylı biçimde açıklanan nedenlerden dolayı Türkiye’nin Orta Asya bölgesine yönelik ekonomik beklentilerini Rusya’yı karşısına alarak maksimize edebilmesi olası görünmemektedir. Bu durumda yapılması gereken, Türkiye’nin Orta Asya’daki ekonomik girişimlerine engel teşkil etmeyecek hatta bu girişimleri destekleyecek bir Rus siyasi düşüncesini tesis edebilmek için gerekli girişimlerde bulunmaktır. Buna ilişkin öneriler aşağıda sıralanmaktadır.
1. Türk yetkililer, Türkiye’nin OAC ile siyasi değil ekonomik ve sosyal ilişkileri geliştirmeyi hedeflediğini vurgulamalıdırlar. Mevcut durumda Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü kapsamında OAC ile yürütülen ilişkilerin de nihai amacının siyasi entegrasyon olmadığı sadece ekonomik işbirliği olduğu resmi biçimde açıklanmalıdır,
2. Türkiye’nin din, dil, etnik köken, tarihi geçmiş gibi ortak özellikleri kullanarak Orta Asya bölgesinde siyasi etkinliğini artırmayı amaçlamadığı önemle belirtilmelidir. 1991’de Sovyetlerin dağılmasının ardından bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlere ‘Büyük Ağabey’ şeklindeki yaklaşımın Rusya Federasyonu’nu ne denli rahatsız ettiği hatırlanacak olunursa, bu türden keskin söylem ve vurguların Türkiye’nin Orta Asya’ya ilişkin ekonomi politikalarını olumsuz yönde etkileyeceğini iddia etmek yanlış olmayacaktır,
3. Türkiye’nin Rusya Federasyonu’nun OAC üzerindeki siyasal ve ekonomik etkinliğini tümü ile ortadan kaldırmak gibi bir dış politik amacı bulunmadığı ayrıca bu türden amaçlar güden ve Orta Asya bölgesinde güç mücadelesi içerisinde bulunan devlet ya da devletlerle adı geçen bölge için ekonomik ya da siyasal iş birliğine yönelmeyeceği açıkça ifade edilmelidir,
4. Türk bürokrasisi OAC ile ekonomik ilişkiler hususunda, Türkiye’nin Rusya faktörü nedeni ile tam verim sağlayamayacağını göz önünde bulundurarak, bir eko-strateji belirlemelidir. Bu eko-strateji doğrultusunda bir ilişkiler modeli saptanmalıdır. Bu model, Türkiye – OAC – Rusya Federasyonu ekonomik ilişkiler modeli olmalıdır. Bu modelin temel hedefi, OAC ile gerçekleştirilecek her bir ekonomik ilişki kapsamında Rusya Federasyonu’nun olası davranış biçimini tahmin etmek olmalıdır. Bu modelin etkin biçimde kullanılışı, Türkiye – OAC arasındaki ekonomik ilişkiler bağlamında Rusya’nın bir engel olarak belirmesini engelleyecek böylece hem ilişkilerde gelişme kaydedilecek hem de bu ilişkilerden en üst seviyede fayda sağlanacaktır.
5. Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’nde olduğu gibi; OAC, Rusya Federasyonu ve Türkiye’nin yer alacağı ortak ekonomik projeler gerçekleştirilmelidir. Bu sayede Rusya kendisini dışlanmış hissetmeyecek ve böylece herhangi bir karşıtlık göstermeyecektir.
6. Hem siyasi hem de ekonomik etik gereği ve hem de Rusya ile Türkiye arasındaki mevcut ekonomik ilişkiler göz önünde bulundurularak, Rusya Federasyonu’nun sıklıkla maruz kaldığı siyasi ve ekonomik kriz anlarında Rusya karşıtı tavır almak yerine Rusya’yı destekleyici tavır alınmalıdır. Bu türden bir davranış iki ülke arasında güven bunalımı yerine güvenin tesisini getirecektir. Bu şekilde Türkiye OAC ile geliştireceği ekonomik ilişkilerde Rusya’nın şüpheci tavrı yerine desteği ile karşılaşacaktır.
7. Türk bürokrasisi, Orta Asya bölgesi ve Orta Asya cumhuriyetleri ile ilgili üreteceği ekonomik ya da siyasi nitelikteki projelere karşı gelişebilecek olası Rus karşıtlığını dizginlemek amacı ile, bilinçli olarak Rusya Federasyonu’nun karşısında Amerikan siyasi ve ekonomik desteğini aldığını vurgulamaktan vazgeçmelidir. Türkiye’nin 1991 yılından bu yana benimsediği bu türden bir politik davranış biçimi Rusya’nın Orta Asya hususunda Türkiye’ye duyduğu tedirginliğin artmasına neden olmuş ve Türkiye’nin Orta Asya politikalarını tıkamıştır. Türkiye, Amerikan desteğini siyasi bir koz olarak kullanmak yerine daha bağımsız ve de münferit politikalarla adı geçen bölgede çok daha sınırlı sayıda ve seviyedeki bir Rus engeli ile karşılaşacak, bu da Türkiye’nin bölgedeki işini kolaylaştıracaktır.
8. Türk devleti, Türkiye - Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler hususunda yeni bir sayfa açıldığına inanarak yakın gelecekteki yeni Rus devlet başkanına Türkiye’nin Orta Asya’ya yönelik siyasi ve ekonomik hedeflerini ikili resmi ziyaretler kapsamında açıklıkla ifade etmelidir. Bu bir iyi niyet göstergesidir ve gelecekteki ilişkilerin niteliğini belirleme aşamasında gayet olumlu bir etkide bulunma gücü vardır.
İkinci bölümde, Türkiye’nin OAC ile geliştirmeyi düşündüğü ekonomik ilişkiler kapsamında Rusya Federasyonu’nun bir engel teşkil etmemesi için bazı öneriler sunulmuştur. Üçüncü bölümde ise, ikinci bölüm kapsamında sunulmuş olan önerilerin uygulanması durumunda bu önerilerin Türkiye’nin OAC ile ilişkileri üzerindeki olası olumlu etkilerinden bahsedilecektir.
III. Olası Olumlu Sonuçlar:
Türk bürokratlarının OAC ile kurup geliştirecekleri ekonomik ilişkilerden en üst seviyede fayda elde edebilmeleri için Rusya faktörünü dizginleyecek bir dizi öneriyi ikinci bölümde sunduk. Bu önerilerin hayata geçirilmesi durumunda Türkiye’nin karşılaşacağı olası olumlu gelişmeler ise şu şekilde özetlenebilir:
1. Türkiye Orta Asya bölgesine yönelik ekonomi politikalarını gerçekleştirme aşamasında Rusya Federasyonu’nu kızdıracak tavırlardan kaçınırsa ve hatta bu devletle Orta Asya bölgesi için işbirliğine girerse hem adı geçen bölge için önemli bir engeli bertaraf edecek hem de Rusya ile mevcut ekonomik ilişkilerini geliştirme şansına sahip olacaktır.
2. Türkiye Orta Asya bölgesindeki cumhuriyetlerle geliştirmeyi amaçladığı ilişkiler bağlamında Rusya’yı karşısına değil yanına alarak adı geçen devletin değinilen hususta duyduğu tedirginliği ve güvensizliği ortadan kaldırmış olacaktır. Bu gelişme ise Türkiye’nin ekonomik anlamda OAC ile daha fazla sayıda ve daha etkin projeler gerçekleştirmesini sağlayacaktır.
3. Türkiye Rusya ile geliştireceği iyi ilişkiler neticesinde, Baku-Ceyhan petrol boru hattının yanı sıra olası diğer petrol ve doğal gaz boru hatlarıyla ilgili projelerin hayata geçirilmesi konusunda Rusya’nın onayını alabilecek ve böylece ekonomik açıdan büyük avantajlar elde edecektir. Adı geçen boru hattının (BTC) Türk ekonomisine getireceği olumlu katkı hususunda birinci derecede yetkili kişi Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanı’nın açıklamaları dikkate değerdir. Bakana göre; proje tam kapasiteye ulaştığında yılda 50 milyon ton petrol Baku’den Ceyhan’a aktarılacaktır. Türkiye’nin yıllık petrol tüketimi 30 milyon tondur, bu tüketim 2010 yılında 45 milyon tona ulaşacaktır. Ayrıca bu proje gerçekleştiğinde Türkiye 16 milyar metre küp doğal gaz satın alacak ve aynı miktarda doğal gazı Avrupa’ya pazarlayacaktır. 2.4 milyar dolar tutarındaki petrol boru hattının inşası ise Türk ekonomisi üzerinde diğer bir olumlu etkiye sahip olacaktır.
4. Türkiye Orta Asya cumhuriyetleri ile geliştireceği ilişkiler hususunda Rusya Federasyonu’nun hassasiyetini göz önünde bulundurduğu takdirde bu devletin Türk bürokrasisinin ekonomik ve siyasi ilişkilerde gayet büyük bir temkinlilikle yaklaştığı devlet ya da devletlere yönelik olası kışkırtıcı tutumunu da engelleyebilecektir. PKK terörünün ve Türkiye’de faaliyet gösteren İran menşeli köktendinci islami terör örgütlerinin ülkemizde ne denli büyük bir ekonomik külfet ve siyasi kaosa neden olduğu göz önünde bulundurulacak olunursa, Türkiye’nin Orta Asya’da Rusya’yı kızdıracak herhangi bir girişiminin Türkiye’ye Rusya’nın politik bir misillemesi olarak geri dönebileceği ihtimali oldukça yüksektir. Rusya’nın PKK’ya verdiği düşünülen siyasi ve ekonomik destek ve yeni düzende İran ile ilişkilerini geliştirme isteği, bu devletin Türkiye’nin Orta Asya politikalarında hoşnut olmadığı durumlarda adı geçen bu iki unsuru Türkiye’ye karşı kullanabileceği ihtimalini güçlendirmektedir. Bu durumda, Türkiye’nin Orta Asya bölgesinde Rus siyasi elitleri arasında tepki uyandırmayacak, ölçülü ve radikal olmayan girişimlerde bulunması değinilen ihtimali de bir ölçüde engelleyecektir.
Sonuç
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden süreçte Orta Asya bölgesinde dört müslüman ve Türk kökenli (Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan) ve bir şii, Farsi kökenli (Tacikistan) toplam beş bağımsız cumhuriyet kurulmuştur. Türkiye özellikle adı geçen dört cumhuriyetle din, dil, etnik köken ortaklığı ve yoğun tarihsel geçmiş gibi nedenlerle ikili ya da çok yönlü ilişkiler kurmaya başlamıştır. Türkiye’nin bu ilgisi dört Orta Asya cumhuriyeti tarafından büyük bir hoşnutlukla karşılanmıştır. Bununla birlikte ilişkilerdeki bu olumlu gelişme ancak 1993 yılının ortalarına kadar devam edebilmiştir. 1993 yılında Rus bürokrasisi tarafından benimsenen yeni dış politika doktrini ile Rusya o yıla dek pek önemsemediği bu cumhuriyetlerin iç ekonomik ve siyasal gelişmelerini ve dış bağlantılarını yakından gözlemlemeye başlamıştır. Diğer bir deyişle, bu tarihten itibaren adı geçen bölgede Türkiye’nin önüne Rusya faktörü çıkmıştır ve 1991’den bu güne Türkiye-OAC arasındaki ekonomik ilişkiler kapsamında kat edilen mesafe oldukça sınırlı kalmıştır.
Bu noktada asıl mesele, Rusya’nın açıklanan nedenlerle bu bölgede ve bölgedeki cumhuriyetler üzerindeki etkinliğini artırarak devam ettireceği gerçeğini göz önünde bulundurarak Türkiye’nin Orta Asya bölgesine ilişkin ekonomi politikalarını Rusya’nın bu bölgedeki ekonomik ve siyasi hassasiyetini dikkate alarak tespit ve de tayin etmesi gerektiğidir. Rusya Federasyonu’nu Orta Asya bölgesinde Türkiye karşısında bir rakip hatta bir hasım olarak değerlendirerek halen güçlü olan bu devletin tepkisini çekmek yerine adı geçen devletle Orta Asya bölgesi için ortak projeler geliştirmek ve uygulamak daha akılcı görünmektedir. Bu türden bir politika, hem Türkiye-OAC ekonomik ilişkilerinin gelişmesini sağlayacak hem de Türkiye’nin bu bölgeye ve bölgedeki cumhuriyetlere yönelik ekonomik beklentilerini gerçekleştirmesine yardımcı olacaktır.
Kaynakça
-Alexandrov, Yuri G., 1993. “Central Asia: Specific Case of Economic Underdevelopment”. State, Religion and Society in Central Asia - A Post-Soviet Critique, Vitaly Naumkin (ed.) içinde. Reading: Ithaca Press.
-Andican, Ahad, 1997. “Türkiye-Rusya İlişkileri Üzerine Düşünceler”, Yeni Türkiye (Ankara), no.16.
-Bacık Gökhan ve Fahrettin Canbaş, 1999. “Kimlik, Din, Tarih ve Dış Politika Tartışmaları Işığında Rusya”. Avrasya Dosyası (Ankara), no.2.
-Baev, Pavel K., 1997. Challenges and Options in the Caucasus and Central Asia. Pennsylvania: U.S. Army War College Strategic Studies Institute.
-Blank, Stephen, 1994. “Russia, the Gulf and Central Asia in a new Middle East”, Central Asian Survey, no.13(2).
-Blank, Stephen J., 1994. Energy and Security in Transcaucasia. Pennsylvania: U.S. Army War College Strategic Studies Institute.
-Conway, Patrick, 1994. “Kazakhstan: Land of Opportunity”, Current History, no.582.
-Forsythe, Rosemarie, 1996. The Politics of Oil in the Caucasus and Central Asia, Adelphi Paper 300. Oxford University Press.
-Gökay, Bülent, 1998. “Caspian Uncertainties:Regional Rivalries and Pipelines”, Perceptions- Journal of International Affairs (Ankara), no.1.
-Kimura, Yoshihiro, 1993. “Central Asia and the Caucasus-Nationalism and Islamic Trends-with special reference to Central Asia and the Caucasus-”. Turkey in A Changing World, Şükrü S. Gürel, Şamil Ünsal and Yoshihiro Kimura (eds.) içinde. Tokyo: Middle East Studies Series, no.33.
-Klepatskii, L. ve V. Pospelov, 1996. “The Black Sea Straits: An Artery of Life”, International Affairs (Moscow), no.2.
-Kulchik, Yuriy, Andrey Fadin ve Victor Sergeev, 1996. Central Asia After the Empire. London: Pluto Press.
-Lepingwell, John W. R., 1994. “The Russian Military and Security Policy in the “Near Abroad”, Survival (London), no.3.
-Mesbahi, Mohiaddin, 1994. “Russia and the Geopolitics of the Muslim South”. Central Asia and the Caucasus after the Soviet Union Domestic and International Dynamics, Mohiaddin Mesbahi (ed.) içinde. University Press of Florida.
-Milliyet, 23 Haziran 1999. “Hazar Petrolü İyimserlik Vermiyor”, (International Institute for Strategic Studies-London tarafından yayınlanan Strategic Comments adlı rapordan alıntı yapılmıştır).
-Nissman, David, 1994. “Turkmenistan (Un)transformed”, Current History, no.582.
-Pala, Cenk ve Emre Engür, 1998. “Kafkasya Petrolleri 21. Yüzyılın Eşiğinde Hazar Havzası ve Türkiye”, İşletme ve Finans (Ankara), no.152.
-Razov, S., 1997. “New Developments in Central Asia”, International Affairs (Moscow), no.3.
-Trenin, Dimitri, 1997. “Russia and Turkey: A Cure From Schizophrenia”, Perceptions-Journal of International Affairs (Ankara), no.2.
Hazar Havzası-Petrol ve Azerbaycan/Türkçe
KONA, Gamze Güngörmüş (2005). “Azerbaycan’ın Petrol Rezervleri Açısından Arz Ettiği Önemin Hazar Havzası Bağlamında İfadesi”, Azerbaycan Milli İlimler Akademisi “Ortak Türk Geçmişinden Ortak Türk Geleceğine” III. Uluslar arası Folklor Sempozyumu, 114-136, Bakü, 2-5 Ekim 2005.
AZERBAYCAN’IN PETROL REZERVLERİ AÇISINDAN ARZ ETTİĞİ ÖNEMİN HAZAR HAVZASI BAĞLAMINDA İFADESİ
Özet
1991 sonrası Sovyetlerin dağılması ve yeni cumhuriyetlerin ortaya çıkması ile bütün dikkatler bölgeye yönelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur. Bölgedeki büyük enerji kaynakları hem bölge ülkeleri hem de yabancı ülke ve şirketler için büyük önem arz etmekteydi. Bu nedenle, SSCB’nin dağılmasının ardından çeşitli uluslararası şirketler bölgedeki enerji kaynaklarını çıkararak işletmek için sözleşmeler yapmak, bölge ülkeleri sahip oldukları petrol ve doğal gazı bir an önce satıp gelir elde etmek, komşu ülkeler ise bu kaynakları uluslararası pazarlara ulaştıracak boru hatlarını kendi topraklarından geçirmek için kıyasıya mücadeleye girdiler. Nitekim, uluslararası ilişkiler uzmanları bu mücadeleyi, 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya arasında yaşanan ve temelde Kafkaslar’dan Basra’ya kadar hakimiyet kurmayı ve İran’daki petrol kaynaklarını ele geçirmeyi amaçlayan ve ‘Büyük Oyun’ olarak bilinen mücadeleyi stratejik rekabete benzeterek ‘İkinci Büyük Oyun’ şeklinde adlandırılmaya başladılar.
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir.
Bu makale kapsamında Azerbaycan’ın petrol rezervleri açısından arz ettiği önem hazar havzası bağlamında ifade edilecektir. Hazar havzası’nın hukuki statüsünün, bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin bölge ve bölge dışı devletler için ne ifade ettiğinin tartışıldığı makalede temel amaç; Azerbaycan’ın sahip olduğu petrol zenginliğinin sadece bu ülkenin ekonomik kalkınması için değil, bulunduğu Kafkasya coğrafyası ve Hazar Havzası bağlamında da stratejik öneme sahip olduğunu tespit etmektir.
Giriş
Hazar’ın Statüsü Sorunu
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra Hazar Denizi kaynakları üzerinde ciddi paylaşım sorunları ortaya çıkmıştır. Oluşan yeni cumhuriyetlerin Hazar üzerindeki tek taraflı imtiyaz talepleri hem Rusya ve İran ile hem de kendi aralarında çatışma alanları yaratmıştır. Bu nedenle, o güne kadar belirlenmemiş olan Hazar Denizi’nin statüsü meselesi, üzerinde fikir birliğine varılamaz bir hal almıştır. Hazar’ın statüsünü belirleme çabaları 19. yüzyılın başlarına kadar uzanmaktadır. Rusya ile İran arasındaki iki savaşın sonunda imzalanan 1813 tarihli Gülistan Antlaşması ve 1828 tarihli Türkmençayı Antlaşması ile İran’ın Hazar’da askeri gemi bulundurma hakkı elinden alınmıştır. Bu antlaşmalar ile İran, ancak ticari gemiler ve diğer gemicilik haklarına sahip olabilecekti. Rusya ise, İran’ın aksine, Hazar’da savaş gemileri bulundurma avantajını elde etmişti. Bu iki antlaşma, Rusya’nın Hazar üzerindeki egemenliğini ilan etmiştir. Fakat, 1921 yılında Bolşevik devriminin sonucunda İran ile yapılan bütün antlaşmalar, 28 Şubat 1921 tarihli Sovyet-İran antlaşması ile kaldırılmıştır. Daha sonra, 25 Mart 1940 tarihinde Ticaret ve Denizcilik (Tahran) Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmalar ile Rusya’nın Hazar’daki üstünlüğü kaybolmuş ve Hazar’ın iki ülke arasında “ortak sahipliği” belirtilmiştir. Böylece İran, bir yüzyıl önce kaybettiği “Hazar’da donanma bulundurma hakkı”nı tekrar elde etmiştir. Ayrıca bu antlaşmalar Hazar’ı Sovyet-İran denizi olarak göstermiştir. Ancak, bu antlaşmalar Hazar’ın göl mü yoksa deniz mi olduğunu belirlememiş ve suların veya deniz yatağının resmi sınırlarını çizememiştir. Bu noksanlık, 90’lı yıllara gelindiğinde kendini ciddi bir sorun olarak gösterecektir.
Hazar’ın statüsü ile ilgili sorun buranın göl mü yoksa deniz mi olarak kabul edilmesine ilişkin olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca, 1921 ve 1940 tarihli SSCB-İran antlaşmalarıyla Hazar’ın legal statüsünün kesinleşmemiş ve içindeki mevcut madenlerden yararlanma konusunun düzenlenmemiş olması, Hazar’ın statü ve paylaşım sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Hazar’a kıyıdaş Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan cumhuriyetlerinin ortaya çıkması ve bu cumhuriyetlerin Hazar üzerinde kendi politik ve ekonomik çıkarlarını tek taraflı olarak maksimize etme çabaları, Hazar’ın statüsü sorununun çözülme gerekliliğini doğurmuştur. Hazar’a kıyıdaş bu devletler, Hazar’ın göl mü yoksa deniz mi olduğunun belirlenmesi üzerinde farklı fikirlere sahiplerdir. Deniz ile göl arasındaki en büyük fark şudur; devletlerin genellikle göldeki payları üzerinde tam bir egemenlik tanımlanmaktayken, denizde tam egemenlik kararı bölgenin sınırlarına kadar uzanmaktadır.[1] Hazar’ın ‘deniz’ olarak kabul edilmesi durumunda, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre her kıyıdaş devletin karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesinin olması gerekmektedir.[2] Diğer bir değişle, Hazar denizi Azerbaycan, Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve İran devletleri arasında beş ulusal sektöre bölünecektir. Diğer bir taraftan, Hazar’ın ‘göl’ olarak kabul edilmesi durumunda, kıyıdaş her ülkenin, kıyısından belirli bir uzaklığa kadar kendine ait bölgesi olacak ve ortada kalan bölüm ise ortak olarak kullanılacaktır. Böylelikle Hazar, uluslararası deniz hukuku kurallarının yetki alanına girmeyecektir.
Rusya, Hazar’ın bir göl olduğunu savunmaktadır. İran da Rusya’nın bu tezini desteklemektedir. Bu görüşün aksine, Azerbaycan ve Kazakistan Hazar’ın deniz olduğu fikrini savunmaktadırlar. Türkmenistan ise Rusya Federasyonu’nun desteklediği fikre yakın olmakla birlikte tutumu belirsizdir. Bölgede eski egemenliğini kaybeden Rusya’nın sahip olduğu en büyük silahlardan biri Hazar’ın statüsü sorunudur. Rusya hem uluslararası hukuk hem de çevresel kaygılarını öne sürerek Hazar’ın ortak mülkiyetini ve kolektif kullanımını savunurken, aslında eski SSCB sınırlarındaki nüfuzunu korumayı ve stratejik üstünlüğünü kaybetmemeyi hesaplamaktadır.[3] Rusya, Hazar’da oluşabilecek ekolojik sorunları ileri sürerek, Hazar yatağından geçecek boru hatlarına karşı çıkmaktadır. Ayrıca Rusya, Hazar’ın statüsünün belirsizliğinden yararlanarak batılı şirketlerin bölge kaynaklarından pay elde etmesini engellemeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, Rusya Hazar üzerinde tek taraflı her türlü girişime karşı olduğunu belirtmektedir. 1921 ve 1940 tarihli antlaşmaları kaynak göstererek, bölgede alınan karar ve girişimlerde kıyıdaş bütün ülkelerin ortak rızasının gerekliliğini savunmaktadır.
Rusya bu konudaki kesin görüşünü 5 Ekim 1994 tarihinde Birleşmiş Milletlere verdiği bir notada belirtmiştir: “Hazar Denizi ile ilgili tek taraflı bir uygulama gayri meşrudur ve Rusya Federasyonu tarafından kabul edilemez. Rusya Federasyonu gerektiğinde önlem alma ve uygun gördüğünde hukuki bir düzeni değiştirme ve tek taraflı uygulamaların sonuçlarının üstesinden gelme hakkına sahiptir.”[4] Bu nota temel olarak Azerbaycan’ı hedef almaktaydı. Rus hükümeti, Azerbaycan’ın batılı şirketlerle yaptığı anlaşmalara karşı olmakla birlikte, Rus şirketleri vasıtasıyla bölgede kendi hakimiyetini sağlamayı amaçlıyordu. Hazar’ın belirsiz durumu ise bu amaçları gerçekleştirmek için Rusya’nın en büyük destekçisi durumundadır. Rusya, İran ve Türkmenistan’ın da desteği ile, açık denizlerle doğal bağlantısı olmadığı için Deniz Hukuku’nun Hazar’a uygulanamayacağını, bir iç deniz veya göl olan Hazar’ın ortak egemenliğe tabi olması gerektiğini, 20 millik karasuları ve takiben 20 millik ulusal ekonomik bölgelerin dışında kalan alanın ortak sahiplenilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.[5]
Deniz Hukuku’nun uygulanması durumunda deniz kabul edilen bir suda doğal kaynakların geliştirilmesi ve işletilmesi gibi hususlar, çevre ülkelerin milli bölgeleri dikkate alınarak paylaştırılacağından, diğer kıyıdaş ülkelere nispeten Hazar’a çok daha sınırlı kıyısı olan Rusya Federasyonu, doğal olarak Hazar’ın deniz statüsüne karşı çıkmaktadır. Ancak, Kasım 1996’da Rusya yaptığı bir açıklama ile her kıyıdaş ülkeye ait 45 millik off-shore ekonomik bölgesini tanımaya hazır olduğunu açıklamıştır. Rusya’nın tutumundaki bu yumuşamanın ana nedeni, denizin bölünmesini engelleyemeyeceğinin farkına varmasıdır. 45 milin ötesinde kalan bölge ise ortak kullanıma tabi tutulacaktı. Bu öneri, kıyı devletlerine gelecekteki petrol ve gaz sözleşmelerinde Hazar bölgesi devleti olmayan katılımcıların önünde, enerji sahalarının geliştirilmesinde ilk hakkı veren “çifte-teklif sistemini” de içermektedir.[6] Fakat, 45 millik bu öneri her ne kadar bölge üzerindeki Rus politikalarının yumuşaması olarak değerlendirilse de, bu önerinin altında Rus çıkarlarının yattığı bir gerçektir.
Rusya Federasyonu’nun bütün görüş ve taleplerine karşı tutum sergileyen ülkelerden biri olan Azerbaycan, Hazar’ın statüsü ile ilgili iki farklı öneride bulunmaktadır. Bunlardan ilki “sınır gölü”, diğeri ise “açık deniz”dir. Sınır gölü yaklaşımına göre, Hazar uluslararası kara sınırlarının ortay hatta kadar denize uzatılması yoluyla oluşturulacak ulusal sektörlere bölünmeli, kıyıdaş devletler kendi sektörlerindeki su yüzeyi, deniz ulaşımı, biyolojik kaynakların kullanımı ve deniz dibi üzerinde mutlak egemenliğe sahip olmalıydı.[7] Hazar’ın açık deniz olarak tanınması durumunda ise 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi gereğince 12 millik karasuları ve 200 millik ekonomik bölgeler belirlenecekti. İki farklı teklifte de Hazar’ın sularının ve deniz dibinin tamamen taksim edilerek, egemenlik alanlarına bölünmesi ve her ülkeye ait alanda mülkiyet ve egemenlik ilkelerine dayalı olarak o ülke mevzuatının geçerli olması savunulmaktadır.[8]
Hazar’ın bir deniz olarak kabul edilmesini isteyen Azerbaycan, Rusya’nın 45 millik ekonomik bölge önerisini reddetmiştir. Çünkü Azeri petrol rezervleri, bu 45 millik bölgenin dışında yer almaktadır; yani ortak mülkiyet alanına dahil olmaktadır. Bu durum daha çok Rusya’nın çıkarlarına uymaktadır. Bununla birlikte, Hazar’ın statüsünün belirsiz durumu, Azerbaycan’ın batılı şirketlerle yaptığı anlaşmaların uygulanmasında güçlükler yaratma potansiyeline sahiptir. Kazakistan ve Azerbaycan, Hazar Denizi’nin statüsü konusunda müttefiklerdir.[9] Kazakistan da Azerbaycan gibi Hazar’ın bir deniz olduğunu ve beş ulusal sektöre bölünmesi gerektiğini savunmaktadır. Rusya’nın uygulanmasını önerdiği 45 mil teklifini kabul etmeyen Kazakistan, ortak mülkiyet uygulamasına da karşıdır. Ancak, Temmuz 1998’de Rusya ile uzlaşmak zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk, ekonomisinin Rusya’ya olan bağımlılığı ve Azerbaycan ile arasında oluşan küçük bir tutum farklılığından ileri gelmektedir.
Kazakistan ve Rusya’nın yaptığı antlaşma, İran’ın Rusya ile olan ilişkisinin bozulmasına neden olmuştur. Bu antlaşmaya tepki olarak İran Türkmenistan ile yayınladığı ortak bir bildiri ile antlaşmayı tanımadığını ve Hazar’ın kaynaklarının adil bölüştürülmesi gerektiğini belirtmiştir. Artık İran’ın Rusya ile uzlaştığı tek nokta, Hazar’dan petrol boru hattının geçmemesi hususudur. Ancak, 1998 tarihinden önce İran ve Rusya’nın yakın ilişkileri dikkat çekmekte ve İran, Hazar’ın bir göl olduğunu iddia etmekteydi. İran yine bu tarihten önce ortak mülkiyetin tek çözüm yolu olduğunu savunuyor ve Rusya gibi Hazar yatağından geçecek sualtı boru hatlarına karşı olmakla beraber petrolün Rus ve İran topraklarından geçen boru hatları ile taşınmasından yana tavır alıyordu.[10] İran, Hazar’a kıyısı olan diğer devletlerin tek taraflı olarak yaptığı her türlü anlaşma ve girişime aynen Rusya gibi karşı çıkmaktaydı. Azerbaycan’ın 1997 yılında ABD vasıtası ile gerçekleştirdiği petrol antlaşmaları sonrasında Birleşmiş Milletler nezdinde protesto girişimlerinde bulunan İran, Hazar’ın yönetimi hakkında Sovyetler Birliği ile imzaladığı 1921 ve 1940 Antlaşmalarının varlığına dikkat çekerek, kendisinin ve Rusya’nın gelişmelerden rahatsızlık duyduğunu belirtiyor ve karasularının hukuki rejimi hakkında bir ortak mutabakatın Rusya, Azerbaycan, İran, Türkmenistan ve Kazakistan’dan oluşan beş kıyıdaş ülke tarafından ele alınması görüşünü öne sürüyordu.[11] Hazar’ın hukuki statüsünün tespiti konusunun; Hazar’ın üzerinde transit deniz taşımacılığının düzenlenmesi, Hazar’ın güvenliği için askerden arındırılması, karasuları sınırlarının belirlenmesi, balıkçılık ve doğal kaynakların işletilmesi gibi hususları içereceğini belirtiyor, bu bağlamda Sovyet-İran Antlaşmasında münhasır ekonomik bölgenin 10 deniz mili olarak taraflar arasında karara bağlandığından bahisle, Hazar Denizi’nin tüm kaynaklarının kıyıdaş ülkeler arasında ‘müşterek’ olarak paylaşılması gerektiği tezini öne sürüyordu.[12]
Hazar’a kıyısı bulunan diğer bir devlet olan Türkmenistan ise Hazar’ın statüsü konusunda sık sık tutum değiştirmiştir. Türkmenistan’ın bu konuda belirsiz tavrı halen sürmektedir. Daha önceleri Rusya’nın 45 millik önerisine sıcak bakan Türkmenistan, 1997 yılında tavrını değiştirmeye başlamıştır. Çünkü Türkmenistan’ın üzerinde hak talep ettiği Azeri ve Çırak petrol sahaları 45 millik bölümün dışında bulunmaktadır. Türkmenistan, Azerbaycan’ın Türkmen bölgesinde bulunan Azeri ve Çırak petrol sahalarını tek taraflı olarak sömürdüğünü iddia etmiştir. Türkmenistan ile Azerbaycan arasında patlak veren petrol tartışmalarının temelinde Kepez (Serdar) petrol yatakları bulunmaktadır. Bu sebeplerden dolayı iki ülke arasında şiddetli tartışmalar patlak vermiş ve hemen akabinde Türkmenistan, Kepez ve Azeri petrol yataklarında tam yetki ve Çırak petrol yataklarında kısmi haklar talep etmiştir.[13] Fakat bu konuda Rusya’nın desteğini alamayan Türkmenistan, Azerbaycan ile uzlaşma ihtimaline daha yakın durmaktadır.
Rusya, Azerbaycan’a Kepez’in durumu konusunda bir öneride bulunmuştur. Bu öneri kapsamında Rusya, ‘Azerbaycan ile Türkmenistan’ın kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Kepez yatağının ortak kullanımı görüşünde birleştiklerini belirterek, ‘Mega Proje’ kapsamında bulunan Azeri, Çırak ve Güneşli yataklarının işletim hakkının tamamen Bakü’ye ait olduğunu, Türkmenistan’ın ise herhangi bir iddiada bulunmasının yersiz olduğunu’ dile getirmiştir.[14]
Hazar’ın statüsünün belirlenmemiş olmasından dolayı iki ülkenin de üzerinde hak talep ettiği, Türkmenistan tarafından ‘Serdar’ olarak adlandırılan Kepez petrol sahası, Azerbaycan ve Türkmenistan’ın arasındaki anlaşmazlıkların başında gelmektedir.
Sonuç itibariyle, 1991 sonrası ortaya çıkan cumhuriyetler ve bu cumhuriyetlerin kendi topraklarında bulunan petrol yataklarını kullanarak dış sermaye birikimlerini maksimize etmeye çalışmaları Hazar üzerindeki anlaşmazlıkları ortaya çıkarmıştır. Her bir ülkenin stratejik ve ekonomik çıkarlarını göz önünde bulundurarak Hazar’ın statüsüne farklı görüşlerle yaklaşmaları, sorunu çözümsüz duruma getirmiştir. Bununla birlikte, çok uluslu yabancı şirketlerin de bölge ülkeleri ile tek taraflı anlaşmalar yapmaları sorunu daha da büyütmüştür. Fakat, Hazar’ın statüsü üzerinde bir anlaşmaya varılması büyük önem arz etmektedir. Bu anlaşma, yanlış anlamalardan ve ihlallerden çıkabilecek ciddi çatışmaları engelleyebileceği gibi Hazar’ın kendi ekosisteminin de korunmasını sağlayacaktır.
Hazar Petrol-Doğal Gaz Kaynakları ve Önemi
1991 sonrası Sovyetlerin dağılması ve yeni cumhuriyetlerin ortaya çıkması ile bütün dikkatler bölgeye yönelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur.[15] Bölgedeki büyük enerji kaynakları hem bölge ülkeleri hem de yabancı ülke ve şirketler için büyük önem arz etmekteydi. Bu nedenle, SSCB’nin dağılmasının ardından çeşitli uluslararası şirketler bölgedeki enerji kaynaklarını çıkararak işletmek için sözleşmeler yapmak, bölge ülkeleri sahip oldukları petrol ve doğal gazı bir an önce satıp gelir elde etmek, komşu ülkeler ise bu kaynakları uluslararası pazarlara ulaştıracak boru hatlarını kendi topraklarından geçirmek için kıyasıya mücadeleye girdiler.[16] Nitekim, uluslararası ilişkiler uzmanları bu mücadeleyi, 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya arasında yaşanan ve temelde Kafkaslar’dan Basra’ya kadar hakimiyet kurmayı ve İran’daki petrol kaynaklarını ele geçirmeyi amaçlayan ve ‘Büyük Oyun’ olarak bilinen stratejik rekabete benzeterek ‘İkinci Oyun’ diye adlandırılmaktadırlar.[17]
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir. Bölgede Kazakistan petrol rezervi, Türkmenistan ise doğal gaz rezervi açısından zengin ülkeler olarak dikkat çekmektedir.
Hazar Denizi Bölgesinin Petrol ve Doğal Gaz Rezervleri
Kanıtlanmış* Petrol Rezervleri
(milyar varil)
Olası** Petrol Rezervleri
(milyar varil)
Kanıtlanmış* Doğal Gaz Rezervleri
(trilyon kübik fit****)
Olası** Doğal Gaz Rezervleri
(trilyon kübik fit****)
Azerbaycan
1.2
32
4.4
35
İran***
0.1
15
―
11
Kazakistan
5.4
92
65
88
Rusya***
2.7
14
―
―
Türkmenistan
0.6
80
101
159
TOPLAM
10
233
170.4
293
Kaynak: Oil and Gas Journal, Energy Information Administration
* % 10 yanılma payı bulunmaktadır.
** % 50 yanılma payı bulunmaktadır.
*** sadece Hazar’ın çevresindeki alanlar dahil edilmiştir.
**** 1 fit, 0.3048 metreye eşittir.
Hazar bölgesinin petrol rezervleri üzerinde ise kesin ve net bir rakama ulaşılamamıştır. Bunun en önemli sebebi ise 1990 öncesi Sovyet hakimiyeti dönemidir. Bu dönemde Hazar’ın birçok bölgesi araştırılamamış ve deniz yatağı altında varolduğu düşünülen değerli petrol rezervleri de el değmeden kalmıştır. Bu, Rusya’nın sahip olduğu yetersiz teknolojiden kaynaklanmıştır. Ayrıca, cumhuriyetlerin yeterli kapitale sahip olmamaları petrolün çıkarılmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda dış sermayeye ihtiyaç duydukları inkar edilemez bir gerçektir. Fakat, bütün bu olumsuzluklara rağmen, Sovyetlerin dağılması ile oluşan cumhuriyetler petrol kaynaklarına sahip olmaları sayesinde stratejik açıdan büyük önem kazanmışlardır. Öte yandan, bölgenin diğer önemli bir özelliği de enerji kaynaklarını bir an önce değerlendirmek isteyen yeni bağımsızlıklarını kazanmış bu devletlerin tamamının doğrudan denize çıkışlarının olmaması, dolayısıyla enerji kaynaklarının ihracını ancak komşu ülkelerden geçecek transit boru hatlarıyla gerçekleştirebilecek olmalarıydı.[18]
1993 yılından itibaren Rusya’nın bölge ülkeleri üzerinde hakimiyet kurma isteği artmıştır. ‘Yakın Çevre’ politikasını, dış politika amaçlarına yansıtarak bölge ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasi hakimiyet kurmayı arzulamaktadır. Çünkü, Rusya’nın uluslararası arenada kullanabileceği en büyük kozlardan biri, ‘arka bahçe’ olarak nitelendirdiği Orta Asya Cumhuriyetleri ve Kafkasya’da bulunan petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Diğer bir değişle, enerji faktörü Rusya için çok önemlidir. Ayrıca Rusya, bölge ülkelerde otorite ve hakimiyet sağlamak için girişimlerini arttırmaktadır. Türkmenistan’la doğal gaz anlaşması, Kazakistan’la taşınan doğal gazın iki yıl içinde üç kat arttırılması, Azerbaycan’a 2 milyar metreküp doğal gaz verilmesi anlaşması, Rusya’nın Hazar bölgesinde aktifleşme söylem ve politikaları, eski enerji bakanı Kalyujnı’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Hazar bölgesi Temsilcisi olarak dış politikaya ilişkin karar verme mekanizmasında yer alması, Türkiye ile Mavi Akım projesindeki işbirliği, Avrupa ile ilişkilerde enerji faktörünün öneminin artması, hep bu çerçevede değerlendirilebilir.[19]
Bölge ülkelerinin ise, Rusya karşısında ciddi dezavantajları bulunmaktadır. Halen tam olarak ekonomik bağımsızlıklarını kazanamamış olmaları bu dezavantajların en önde gelenidir. Ayrıca, SSCB döneminden kalma enerji sektöründeki üretim, dağıtım ve işletme sistemi, bağımsızlarını yeni kazanan, petrol ve doğal gaz rezerv zengini devletlere zorluklar çıkarırken Rusya’ya batılı rakiplerine oranla bazı avantajlar sağlamaktadır.[20] Rusya’nın diğer bir avantajı da, bölge ülkelerinin petrollerinin büyük ölçüde Rus topraklarından geçiyor olmasıdır. Bu hakimiyeti kurmak için birçok boru hattı projesi yapılandırılmaya başlanmıştır. Rusya’nın temel amacı; ihraç boru hatları üzerinde hakimiyet kurmak ve petrol fiyatlarını denetlemektir.
1991 sonrasında Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gazın çıkartılması ve sevkıyatı gibi hususlarda tek yetkili değil, fakat en fazla yetkiye sahip devlet konumunda olmak isteyen Rusya, hem Azerbaycan petrolünün İran ya da Türkiye üzerinden dünyaya ulaştırılmasına ilişkin projeye hem de diğer petrol ve doğal gaz projelerine gayet temkinli yaklaşmaktadır.[21] Ayrıca Rusya bölge ülkelerinde karışıklık yaratarak bu karışıklıklardan maksimum fayda elde etmeye çalışmaktadır. Bu amaç çerçevesinde; Gürcü-Abhaz, Azeri-Ermeni çatışmaları ve Rus-Çeçen savaşı örnek olarak gösterilebilir. Rusya’nın amacı Gürcistan ve Azerbaycan’da kaos yaratarak, bu sayede bölgenin batı petrol hatları için istikrarsız olduğunu göstermektir. Bununla birlikte, Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal etmesindeki başlıca amaç, Bakü’den gelip Çeçenistan’da Grozni’den geçen ve Tikhoretsk’e ulaşan boru hattının kontrolünü sağlamak istemesidir.[22] Bunlara ilaveten, Türkiye üzerinden geçecek Bakü-Ceyhan petrol boru hattını engellemek için terör örgütü PKK’ya lojistik destek vermiştir.
Amerika Birleşik Devletleri ise ‘multi-pipeline’ fikrini desteklemektedir. Diğer bir değişle, ABD herhangi bir ülkenin bölge kaynaklarına hakimiyetini engellemek amacıyla mümkün olduğu kadar çok sayıda ve farklı boru hattı rotaları önerisini desteklemektedir.[23] Rusya’nın aksine, ABD bölge petrol ve doğal gaz kaynaklarının Rus ve İran topraklarından geçmesine sıcak bakmamaktadır. Bakü-Ceyhan boru hattı Amerika’nın en çok desteğini alan hattır. Bu bağlamda Amerika, Türkiye ve Azerbaycan’ın çıkarlarının örtüştüğü görülmektedir. Ayrıca, bölge ülkelerinin bağımsızlıklarını kuvvetlendirmesi ABD’nin planlarına uymaktadır. ABD, demokratikleşmeyi ve pazar ekonomisine geçişin hızlanmasını desteklemektedir. Çünkü bu ülkelerin bağımsızlıklarını tam anlamıyla kazanmaları ve kuvvetlenmeleri, Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kaybetmesi ve petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde etkisini yitirmesi anlamına gelmektedir. Bu sayede, ihraç yollarında Batı’nın Rusya’ya bağımlılığı azalmış olacaktır.[24] Her ne kadar bazı ABD şirketleri Bakü-Ceyhan hattına karşı olsalar dahi, ABD’nin stratejik çıkarları bu konuda çok daha ağır basmıştır. Hazar bölgesi petrollerinin ABD için diğer bir önemi de Ortadoğu’ya olan bağımlılığı azaltacak olmasıdır.
Hazar bölgesi petrol ve doğal gaz rezervleri üzerindeki rekabet sadece ülkeler bazında değildir. Uluslararası şirketler de bu rekabetin içindedirler ve olabildiğince pay sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, 1922 yılında kurulan Hazar Boru Hattı konsorsiyumunda (CPC) yer alan ülke ve şirketlerin payları şu şekildedir: Kazakistan % 19, Rusya % 24, Chevron % 15, Oman % 7, Mobil % 7.5, Oryx % 1.75, Lukarna (Amerikan-Rus ortaklığı) % 12.5, British Gas % 2, Agip % 2, Rosneff-Shell % 7.5, Amaca+Kazakoil % 1.75.[25] Bölge ülkeleri arasında Hazar petrolünün geliştirilmesi ve ihracının ivediliğini savunan ülkeler özellikle Azerbaycan ve Kazakistan’dır. Çünkü bu iki ülkenin petrol ihracından elde edilecek sermayeye ihtiyaçları vardır.[26] Bu ülkelerin aksine, Rusya, İran ve Türkmenistan Hazar petrol rezervlerinin geliştirilmesini ivedi olarak görmemektedirler. Rusya ve İran’ı bu şekilde düşünmeye iten temel neden; bölgede yeni petrol ihraç eden rakip ülkeler görmek istememeleridir. İran daha çok Hazar petrollerinin topraklarından geçmesini istemektedir. Rusya’nın bu isteğinin altında yatan diğer sebep ise stratejiktir. Çünkü Rusya için Hazar bölgesinde, gelecekte çok şey vaat eden önemli rezervler yoktur; bunun aksine, ülkesinin diğer bölümlerinde kanıtlanmış çok geniş petrol rezervleri vardır. Türkmenistan’ın bu görüşü savunmasındaki sebep ise diğer kıyıdaş ülkelere oranla keşif ve inceleme yapılmış ülke olmasından ileri gelmektedir.[27]
Petrol Boru Hattı Projeleri
Karşılaştırmalı Alternatif Boru Hatları Tablosu
Güzergah
Kapasite
(Gün/milyar varil)
Uzunluk
Statü
Maliyet
($)
Atrau-Samara
300.000
1126
Kullanımda
―
Bakü-Supsa
100.000(600.000) 885
885
Kullanımda
―
Bakü-Novorossisk
100.000(300.000)
1400
1400
Kullanımda
600.000.000
(Kapasite Artırımı için)
Tengiz-Novorossisk
1.340.000
1496
Mart 2001’de kullanıma alındı
2.3 milyar
Odesa-Brody
800.000’e kadar
676
2001’de bitirilmesi planlanıyor
400.000.000
Bakü-Ceyhan
1.000.000
1730
2001’de başlaması, 2004’de bitirilmesi planlanıyor
2.3-3.7 milyar
(Türkiye’nin rakamı 2.4 milyar)
Burgaz-Vlore
750.000
(1.000.000’a genişletilebilir)
885
2001-2; inşaat;
2004-5’de bitirilmesi planlanıyor
826.000.000
Bakü-Neka
300.000
563
Öneri aşamasında
Tüm finansmanı İran sağlayacak
Neka-Rey
Belli Değil
241
Öneri aşamasında
400.000.000
Aktyubinsk-Sinkiang
400.000-800.000
2896
Pazarlık aşamasında
3.5 milyar
Tengiz-Kharg Adası
900.000
2092
(Körfez’e kadar)
Öneri aşamasında
1.6-2.0 milyar
Kazakistan-Pakistan
1.000.000
1699
Pazarlık aşamasında
3 milyar
Kaynak: Mustafa Aydın (2000), ss. 81-84’den tablo haline getirildi.
Hazar bölgesindeki petrolün çıkarılması kadar, bu çıkarılan petrolün güvenlik içinde sevkıyatı da önem taşımaktadır. Çünkü bu konunun önemi sadece bölge ülkeleri ile sınırlı değildir. Petrolün güvenli taşınması konusu bütün ülkeleri ilgilendiren uluslararası bir konudur. Her ülke, petrolün kendi çıkarına ters düşmeyen bir rotadan taşınmasını istemektedir. Buna bir de bölgedeki çatışmalar ve istikrarsızlıklar eklendiğinde, boru hatlarının güzergahları konusunda ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Bölge petrolünün taşınması için birçok güzergah bulunmaktadır. Bunlardan bazıları onaylanmayı beklemekte, bazıları bitiş aşamasında olup bazıları da kullanıma hazır durumdadır. Bu güzergahlar petrolün batıya, güneye, güneydoğuya ve doğuya taşınması için tasarlanmıştır.
Günümüzde Hazar petrollerinin batıya taşınması konusu birçok anlaşmazlıkları da beraberinde getirmiş ve sorunlu bir hal almıştır. Çünkü, bu konu özellikle Rusya ve ABD çıkarlarını çatıştırmakla birlikte, Çin ve Avrupa Birliği’ni de ilgilendirmektedir. Elbette bu konu, sadece bu üç ülke ve AB arasındaki bir sorun olmayıp, bu güzergahlar üzerinde bulunan Azerbaycan, İran, Gürcistan, Ermenistan ve Türkiye gibi çok sayıda bölge ve bölgeye komşu ülkeyi de yakından ilgilendirmektedir. Rusya, İran ve Ermenistan bir cephede yer alırken, diğer cephede ABD, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye bulunmaktadır. Esas konu, bölge petrolünün batıya Rusya veya İran üzerinden mi yoksa Azerbaycan ve Türkiye üzerinden mi taşınacağı ile ilgilidir. Fakat bu petrolün büyük ölçüde Rus topraklarından bölge dışına aktarıldığı gerçeği de göz ardı edilemez. Batı güzergahları arasından Bakü-Novorossisk ve Bakü-Ceyhan ön plana çıkmıştır.
Bakü-Novorossisk boru hattı Rusya’nın ana hat olarak kullanılmasını desteklediği hattır. Kazak petrolleri açısından en kısa ve ekonomik hat olarak görülmektedir. Petrolün Karadeniz’deki Novorossisk limanından Boğazlar yolu ile Akdeniz’e ulaştırılması planlanmaktadır. Ancak, Türkiye bu plana şiddetle karşı olup, bu planın boğazları tehlike altında bırakacağını iddia etmekte ve Bakü-Ceyhan boru hattının daha güvenli olacağını savunmaktadır. Boğazlar sorununa çözüm olarak; getirilen petrolün tankerlerle Novorossisk limanından Bulgaristan’ın Burgaz limanına ulaştırılması ve oradan da Adriatik Denizi’ne taşınması tasarlanmıştır. ABD de, siyasi nedenlerden dolayı bu hatta karşıdır.[28] Bakü-Novorossisk hattının, Bakü-Ceyhan hattına kıyasla bazı dezavantajları vardır. Novorossik hattının diğerine nazaran kapasitesinin düşük olması[29] ve Karadeniz’deki iklim koşulları sebebiyle Novorossisk limanının yılın büyük bir bölümünde kapalı olması başlıca dezavantajlardır.
Diğer ana hat olarak kullanılması düşünülen boru hattı ise Bakü-Tiflis-Ceyhan hattıdır. Bu proje üzerinde yoğun ABD desteği görülmektedir. ABD’nin “multiple pipeline” önerisinin yanı sıra Türkiye’nin boğazların güvenliği üzerindeki endişeleri, bu hattı gündeme getirmiştir. Azerbaycan’ın Bakü şehrine getirilecek petrolün, Gürcistan’ın Tiflis şehri üzerinden Türkiye’nin güneyinde bulunan Ceyhan terminaline taşınması planlanmaktadır. Buradan Akdeniz’e taşınacak olan petrol, ilk önce güney Avrupa pazarlarına, daha sonra diğer pazarlara ulaştırılacaktır.[30] Hattın, 468 km.’si Azerbaycan’da, 225 km.’si Gürcistan’da ve 1307 km.’si Türkiye’de bulunacaktır. Bu hat Azerbaycan ve Kazakistan’dan da çok büyük destek almaktadır. Azerbaycan Başkanı Haydar Aliyev, Bakü-Novorossisk alternatifine karşı çıkarak ana üretim petrolünün Moskova denetimine bırakılmasını istemediğini ortaya koymuştur.[31] Ayrıca, Kazakistan Başkanı Nur Sultan Nazarbayev yaptığı açıklamada; “Novorossisk boru hattının tamamlanması halinde dahi 2005 yılında üretimi artacak olan Kazak petrolünün ihracı için ilave boru hatları gerekecektir. Biz Novorossisk dışındaki ihraç petrollerimizi tekrar Rusya üzerinden geçirmek istemiyoruz. Tengiz yataklarının üretimini bir hatla Bakü’ye taşıyarak Bakü-Ceyhan hattına bağlamak istiyoruz. Bu bakımdan, Türkiye’nin projesinin bundan böyle Bakü-Ceyhan değil, ‘Kazakistan-Ceyhan’ olarak takdimi uygun olur.” demiştir.[32]
29 Ekim 1998 tarihinde, Ankara’da bir araya gelen Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Gürcistan Devlet Başkanları ortak bir deklarasyon imzalayarak Bakü-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi’ne siyasal destek verdiklerini ilan etmişlerdir.[33] Diğer taraftan, Bakü-Ceyhan’a Rusya ve AB karşı çıkmaktadır. Bakü-Ceyhan boru hattının bitirilmesine yönelik atılan her adım, Rusya açısından siyasi, diplomatik, stratejik ve ekonomik bir yenilgi anlamına gelmektedir.[34] Bakü-Ceyhan boru hattı projesi sadece Rusya’yı dışlamakla kalmayıp, AB’nin de Avrasya politikalarına büyük ölçüde sekte vurmaktadır.[35] Ayrıca, Bakü-Ceyhan’ın önünde bazı dezavantajlar bulunmaktadır. Türkiye’deki PKK terörü bunlardan bir tanesidir. Bunun yanı sıra, birçok petrol şirketi bu hattın çok masraflı ve maliyetinin yüksek olduğunu iddia etmiştir.[36]
Hazar petrollerinin diğer güzergahları arasında güneye ve güneydoğuya sevkı bulunmaktadır. Güneye sevk İran üzerinden yapılacaktır. İran, petrol takası yapılması düşüncesindedir. Buna göre, Kazakistan petrolleri İran’ın Hazar’daki limanı Neka’ya taşınacak ve oradan kuzey İran’daki Tahran ve Tebriz rafinelerine sevk edilecek ve orada arıtılacak, ayrıca bir bölümü de bölge de kullanılacaktır.[37] Rafinerilere gelen petrol yerine, Kazakistan, İran’ın Basra’daki Khorg adasından eşit miktarda petrol alacaktır. Bu şartlar Türkmenistan için de geçerlidir. Ancak, ABD’nin İran üzerinde uyguladığı ekonomik ambargo, İran petrol sektöründeki herhangi bir yatırımı zorlaştırmaktadır. Güneydoğuya sevk ise Afganistan üzerinden Pakistan’a yapılacaktır. Türkmenistan’dan başlayarak Afganistan üzerinden geçen ve Pakistan’ın Multan kentine uzanan Trans-Afgan Boru Hattı Projesi üzerinde ciddi gelişmeler olmamaktadır. Ekim 1997’de Afganistan, Türkmenistan ve Pakistan’ın kurduğu üçlü komisyon ile boru hattı projesi üzerinde çalışmalar başlamıştır. Ancak, Afganistan’daki istikrarsızlık sebebiyle çalışmalar yavaşlamıştır. Hazar petrollerinin doğuya sevkinde Çin büyük oynamaktadır. Kazakistan’dan Çin’e oradan da Sarı Deniz’e uzanan bir boru hattı projesi planlanmaktadır. Çin’in bu projesinin önündeki en büyük engellerden birisi, Rusya’nın bölge petrolünü kendi topraklarından taşıma girişimleridir. Ayrıca bu hat, ABD’yi de rahatsız etmektedir.
Sonuç itibariyle Orta Asya cumhuriyetleri açısından bütün bu güzergahlar, bu cumhuriyetlerin içinde bulundukları ekonomik ve coğrafi çıkmazdan kurtulmaları ve petrolü dış pazarlara ulaştırmaları için hayati önem taşımaktadır.
Doğal Gaz Boru Hattı Projeleri
Petrolün yanı sıra, Hazar bölgesi doğal gaz rezervleri açısından da dikkatleri çekmektedir. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gaz zenginliği bakımından en önemli yirmi ülke arasında yer almaktadır.[38] Ancak bölge doğal gazının ihracı, başta coğrafyası olmak üzere Hazar’ın çözümlenememiş statüsü ve bölgesel çatışmalar sebebiyle zorlaşmaktadır. Ayrıca bölge doğal gaz rezervlerinin büyük bir bölümünün Hazar’ın doğusunda bulunması da dünya pazarlarına ulaştırılmasında engel teşkil etmektedir. Fakat, 90’lı yılların sonlarına doğru Azerbaycan’ın Şah Denizi bölgesindeki doğal gaz keşfi, bölge doğal gazının ihracını arttırıcı bir etken olarak ortaya çıkmıştır. Petrol boru hattı projelerine benzer biçimde doğal gaz ihracının da birden çok boru hattı ile gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Bu çerçevede bölge doğal gazının farklı birçok güzergahtan nakli düşünülmektedir.
Orta Asya Cumhuriyetlerinin sahip oldukları doğal gaz Rusya ve İran güzergahları üzerinden bölge dışına taşınmaktadır. Türkmen ve Özbek doğal gazı Kazakistan üzerinden Rusya’nın Saratov kentine ulaşmakta ve burada Rus doğal gaz boru hattı sistemine bağlanmaktadır. Ayrıca Türkmenistan, Rusya üzerinden bu hattı kullanarak doğal gazın bir bölümünü de Ukrayna’ya ihraç etmektedir.[39] Bunun yanı sıra kullanılan diğer bir güzergah da İran hattıdır. 124 mil uzunluğundaki bu hat Türkmen doğal gazını İran’a taşımakta olup Aralık 1997’den itibaren kullanılmaktadır. Ayrıca, Türkmenistan doğal gazının Hazar’ın altından geçecek boru hattı ile batıya taşınması Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı (Trans-Caspian Pipeline - TCP) üzerinden planlanmaktadır. Bu projeyle Türkmenistan’ın güneyindeki sahalarda üretilen doğal gazın boru hattı ile Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınarak, 2000’li yıllarda Türkiye ve Avrupa’da meydana gelmesi beklenen doğal gaz arz açığının bir bölümünün karşılanması amaçlanmaktadır.[40] Bu proje için en önemli adım, 29 Ekim 1998’de Türkiye ve Türkmenistan Devlet Başkanları tarafından imzalanan Hazar geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı projesinin gerçekleştirilmesi ve Türkmenistan doğal gazının Türkiye’ye satışına ilişkin anlaşma ile atılmıştır. 30 yıllık bir süreyi kapsayan bu anlaşmaya göre; 16 milyar metreküpü Türkiye’den satın alınmak, kalanı da Avrupa’ya sevk edilmek üzere yılda toplam 30 milyar metreküplük Türkmen doğal gazının Hazar denizinin altından Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya boru hattı ile taşınması öngörülmektedir.[41] Ayrıca 21 Mayıs 1999’da Türkiye ile Türkmenistan arasında yıllık 16 milyar metreküp doğal gaz alımı için 30 yıl süreli doğal gaz alım-satım sözleşmesi Aşkabat’da imzalanmıştır.
Projeye ilişkin “Hükümetler Arası Bildirge” de 18 Kasım 1999 tarihinde İstanbul’da düzenlenen AGİT Zirve Toplantısı sırasında Türkiye, Türkmenistan, Azerbaycan ve Gürcistan tarafından imzalanmıştır. Bunun yanı sıra, gözlemci sıfatıyla bulunan ABD Başkanı Bill Clinton da bildirgeye imza atmıştır. Bildirgede taraflar, proje sponsorlarına elverişli koşulların oluşturulması yönündeki isteklerini belirterek, projeye ilişkin hükümetler arası ve geçiş ülkesi anlaşmalarını 2000 Mart’a kadar sonuçlandırmayı amaçladıklarını ve projenin 2000 yılı son çeyreğinde tamamlanması için sponsorlara gereken desteği sağlayacaklarını açıklamışlardır. Buna ilaveten, Azerbaycan ise Şah Denizi bölgesindeki doğal gaz kaynaklarının keşfinden sonra Türkiye’ye kendi doğal gazını Bakü’den Erzurum’a uzanan bir boru hattı ile taşımayı planlamıştır. Fakat, AGİT Zirvesi sonrasında yaşanan gelişmeler ve Türkiye’nin Karadeniz altından döşenecek bir boru hattı vasıtasıyla Rusya’dan doğal gaz alımına öncelik vermesi, 2000 yılı sonu itibariyle Türkmenistan-Türkiye-Avrupa doğal gaz boru hattı projesinin neredeyse tamamen gündemden düşmesine neden olmuştur.[42] “Mavi Akım Projesi” olarak adlandırılan Türkiye’nin öncelik verdiği bu proje, Cubga limanına taşınan Rus doğal gazını Karadeniz altından geçecek boru hattı ile Samsun’a ulaştıracaktır.
Bu güzergahların yanı sıra, Türkmen doğal gazının Pakistan ve Çin’e taşınmasını ön gören projeler de planlanmaktadır. Türkmenistan’dan başlayarak Pakistan’a uzanacak boru hattı, Afganistan üzerinden Pakistan’ın Multan kentine ulaşacaktır. Afganistan’daki istikrarsızlık projeye büyük engel teşkil etmesine rağmen bu üç ülke doğal gaz boru hattı projesine destek vermektedirler. Bunun yanı sıra, Pakistan’da son bulan boru hattının Hindistan’a kadar uzatılması da planlanmaktadır. Türkmen doğal gazının doğuya ulaşmasını sağlayan güzergah da Çin’e kadar uzanmaktadır. Exxon, Mitsubishi ve CNP (China National Petroleum), Türkmenistan’dan Çin’e uzanacak dünyanın en uzun doğal gaz boru hattı ile ilgili fizibilite çalışmalarını bildirmişlerdir. Hattın uzunluğu 4161 mil olmakla birlikte toplam maliyeti $ 10 milyardır. Ayrıca, boru hattının Japonya’ya da uzatılması tasarlanmaktadır.
Sonuç
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir.
Bu makale kapsamında Azerbaycan’ın petrol rezervleri açısından arz ettiği önem hazar havzası bağlamında ifade edilmiştir. Hazar havzası’nın hukuki statüsünün, bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin bölge ve bölge dışı devletler için ne ifade ettiğinin tartışıldığı makalede temel amaç; Azerbaycan’ın sahip olduğu petrol zenginliğinin sadece bu ülkenin ekonomik kalkınması için değil, bulunduğu Kafkasya coğrafyası ve Hazar Havzası bağlamında da stratejik öneme sahip olduğunu tespit etmek olmuştur.
[1] İşler, Ali, “Hazar Petrolleri ve Petrol Boru Hatları Sorunu”, Bölüm 2,
www.tuncayozkan.com/tezler.php?s=5
[2] Çolakoğlu, S., (1998). “Uluslararası Hukukta Hazar’ın Statü Sorunu”. A.Ü. S.B.F. Dergisi. C.53, No.1-4, s.108.
[3] Yanar, Savaş (2002). “Türk-Rus İlişkilerinde Gizli Güç: KAFKASYA”. İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, s.194.
[4] Aydın, Mustafa, “New Geopolitics of Central Asia and The Caucasus Causes of Instability and Predicament”,
www.mfa.gov.tr/groupa/sam
[5] Oran, Baskın (2001). Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1981-2001, İletişim Yayınları, s. 433.
[6] Bovt, Georgy (1995). “Russia, Iran Agree That Rules on Caspian Sea Are Affair of Littoral States, None of Which Should Take Unilateral Steps”, Current Digest of the Post Soviet Press, V.47, No.44, s.15.
[7] Oran, Baskın. (2001), a.g.e., s. 433.
[8] Çolakoğlu, S., a.g.e., s.109.
[9] Şimşek, Dr. Halil (2002). Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi. İstanbul: IQ Kültür- Sanat Yayıncılık.
[10] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[11] Baycaun, Saule (2000). “Kazakistan Petrol ve Gazının Türk ve Rus Dış Politikasındaki Yeri ve Önemi”, Avrasya Dosyası ABD Özel, s.252.
[12] Caşın, Dr.H.Mesut (1999). “İran’ın İki Deniz Jeopolitiğine Dayalı Stratejik Değişim Arayışları”, Avrasya Dosyası İran Özel, s.304.
[13] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[14] Yanar, Savaş (2002), a.g.e., s.198.
[15] Kona, Gamze Güngörmüş (2002). “Türkiye-Rusya Federasyonu ve Orta Asya Cumhuriyetleri Ekonomik İlişkileri ve Olası Siyasi Yansımaları”, M5 Savunma ve Strateji, s.65.
[16] Oran, Baskın, a.g.e., s. 432.
[17] Yanar, Savaş (2002), s.133.
[18] Oran, Baskın, a.g.e., s. 432.
[19] Cafersoy, Nazim (2000). “Enerji Diplomasisi: Rus Dış Politikasında Stratejik Araç Değişimi”, Stratejik Analiz, Cilt 1, Sayı 8, s.60.
[20] Cafersoy, Nazim (2000), a.g.m., s.56.
[21] Kona, Gamze Güngörmüş (2002), a.g.m., s.68.
[22] İşler, Ali, a.g.m.
[23] El-Saghir, Khalil (1998). “A Political Science Independent Study”, University of Michigan – Dearborn, Summer.
http://members.tripod.com/~KELSAGHIR/Caspian/index
[24] Aras, Dr. Osman Nuri (2001). Azerbaycan’ın Hazar Ekonomisi ve Stratejisi. İstanbul: Der Yayınları, s.234.
[25] Onay, Yrd. Doç. Dr. Yaşar (2002). “Hazar Havzası Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Üzerinde Uluslararası Rekabet ve Türkiye”, M5 Savunma ve Strateji, s.67.
[26] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[27] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[28] Onay, Yaşar (2002), a.g.m., s.68.
[29] El-Saghir, Khalil (1998). “A Political Science Independent Study”, University of Michigan – Dearborn, Summer.
[30] De Waal, Tom ve Baran, Zeyno ve Matos, Jerry (2002). “Insight Turkey”, Quarterly Research and Information Journal Focusing on Turkey, Volume 4, Number 4.
[31] Elekdağ, Şükrü (1997). “ABD ve Hazar Petrolleri”. Milliyet gazetesi,24 Kasım 1997.
www.milliyet.com.tr/1997/11/24/index.html
[32] Elekdağ, Şükrü, (1997) a.g.m.
[33] Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş., 1998 raporu,
www.botas.gov.tr/raporlar/98.html
[34] Onay, Yaşar (2002), a.g.m., s.69.
[35] Onay,Yaşar (2002), a.g.m., s.69.
[36] Energy Information Administration, “Caspian Sea Region: Oil Export Options”, July 2002.
www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspoile.html
[37] El-Saghir,Khalil (1998) a.g.m.
[38] Pala, Cenk ve Emre Engür (1998). “Kafkasya Petrolleri 21. Yüzyılın Eşiğinde Hazar Havzası ve Türkiye”, İşletme ve Finans (Ankara), s. 152.
[39] Energy Information Administration, (July 2002), a.g.m.
[40] Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş., (1998), a.g.m.
[41] Dışişleri Bakanlığı, “Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı Projesi”, www.mfa.gov.tr/turkce/grupa/hazar.htm
[42] Oran, Baskın (1981-2001), a.g.e., s. 438.
AZERBAYCAN’IN PETROL REZERVLERİ AÇISINDAN ARZ ETTİĞİ ÖNEMİN HAZAR HAVZASI BAĞLAMINDA İFADESİ
Özet
1991 sonrası Sovyetlerin dağılması ve yeni cumhuriyetlerin ortaya çıkması ile bütün dikkatler bölgeye yönelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur. Bölgedeki büyük enerji kaynakları hem bölge ülkeleri hem de yabancı ülke ve şirketler için büyük önem arz etmekteydi. Bu nedenle, SSCB’nin dağılmasının ardından çeşitli uluslararası şirketler bölgedeki enerji kaynaklarını çıkararak işletmek için sözleşmeler yapmak, bölge ülkeleri sahip oldukları petrol ve doğal gazı bir an önce satıp gelir elde etmek, komşu ülkeler ise bu kaynakları uluslararası pazarlara ulaştıracak boru hatlarını kendi topraklarından geçirmek için kıyasıya mücadeleye girdiler. Nitekim, uluslararası ilişkiler uzmanları bu mücadeleyi, 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya arasında yaşanan ve temelde Kafkaslar’dan Basra’ya kadar hakimiyet kurmayı ve İran’daki petrol kaynaklarını ele geçirmeyi amaçlayan ve ‘Büyük Oyun’ olarak bilinen mücadeleyi stratejik rekabete benzeterek ‘İkinci Büyük Oyun’ şeklinde adlandırılmaya başladılar.
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir.
Bu makale kapsamında Azerbaycan’ın petrol rezervleri açısından arz ettiği önem hazar havzası bağlamında ifade edilecektir. Hazar havzası’nın hukuki statüsünün, bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin bölge ve bölge dışı devletler için ne ifade ettiğinin tartışıldığı makalede temel amaç; Azerbaycan’ın sahip olduğu petrol zenginliğinin sadece bu ülkenin ekonomik kalkınması için değil, bulunduğu Kafkasya coğrafyası ve Hazar Havzası bağlamında da stratejik öneme sahip olduğunu tespit etmektir.
Giriş
Hazar’ın Statüsü Sorunu
Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra Hazar Denizi kaynakları üzerinde ciddi paylaşım sorunları ortaya çıkmıştır. Oluşan yeni cumhuriyetlerin Hazar üzerindeki tek taraflı imtiyaz talepleri hem Rusya ve İran ile hem de kendi aralarında çatışma alanları yaratmıştır. Bu nedenle, o güne kadar belirlenmemiş olan Hazar Denizi’nin statüsü meselesi, üzerinde fikir birliğine varılamaz bir hal almıştır. Hazar’ın statüsünü belirleme çabaları 19. yüzyılın başlarına kadar uzanmaktadır. Rusya ile İran arasındaki iki savaşın sonunda imzalanan 1813 tarihli Gülistan Antlaşması ve 1828 tarihli Türkmençayı Antlaşması ile İran’ın Hazar’da askeri gemi bulundurma hakkı elinden alınmıştır. Bu antlaşmalar ile İran, ancak ticari gemiler ve diğer gemicilik haklarına sahip olabilecekti. Rusya ise, İran’ın aksine, Hazar’da savaş gemileri bulundurma avantajını elde etmişti. Bu iki antlaşma, Rusya’nın Hazar üzerindeki egemenliğini ilan etmiştir. Fakat, 1921 yılında Bolşevik devriminin sonucunda İran ile yapılan bütün antlaşmalar, 28 Şubat 1921 tarihli Sovyet-İran antlaşması ile kaldırılmıştır. Daha sonra, 25 Mart 1940 tarihinde Ticaret ve Denizcilik (Tahran) Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmalar ile Rusya’nın Hazar’daki üstünlüğü kaybolmuş ve Hazar’ın iki ülke arasında “ortak sahipliği” belirtilmiştir. Böylece İran, bir yüzyıl önce kaybettiği “Hazar’da donanma bulundurma hakkı”nı tekrar elde etmiştir. Ayrıca bu antlaşmalar Hazar’ı Sovyet-İran denizi olarak göstermiştir. Ancak, bu antlaşmalar Hazar’ın göl mü yoksa deniz mi olduğunu belirlememiş ve suların veya deniz yatağının resmi sınırlarını çizememiştir. Bu noksanlık, 90’lı yıllara gelindiğinde kendini ciddi bir sorun olarak gösterecektir.
Hazar’ın statüsü ile ilgili sorun buranın göl mü yoksa deniz mi olarak kabul edilmesine ilişkin olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca, 1921 ve 1940 tarihli SSCB-İran antlaşmalarıyla Hazar’ın legal statüsünün kesinleşmemiş ve içindeki mevcut madenlerden yararlanma konusunun düzenlenmemiş olması, Hazar’ın statü ve paylaşım sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Hazar’a kıyıdaş Azerbaycan, Kazakistan ve Türkmenistan cumhuriyetlerinin ortaya çıkması ve bu cumhuriyetlerin Hazar üzerinde kendi politik ve ekonomik çıkarlarını tek taraflı olarak maksimize etme çabaları, Hazar’ın statüsü sorununun çözülme gerekliliğini doğurmuştur. Hazar’a kıyıdaş bu devletler, Hazar’ın göl mü yoksa deniz mi olduğunun belirlenmesi üzerinde farklı fikirlere sahiplerdir. Deniz ile göl arasındaki en büyük fark şudur; devletlerin genellikle göldeki payları üzerinde tam bir egemenlik tanımlanmaktayken, denizde tam egemenlik kararı bölgenin sınırlarına kadar uzanmaktadır.[1] Hazar’ın ‘deniz’ olarak kabul edilmesi durumunda, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre her kıyıdaş devletin karasuları, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgesinin olması gerekmektedir.[2] Diğer bir değişle, Hazar denizi Azerbaycan, Rusya, Kazakistan, Türkmenistan ve İran devletleri arasında beş ulusal sektöre bölünecektir. Diğer bir taraftan, Hazar’ın ‘göl’ olarak kabul edilmesi durumunda, kıyıdaş her ülkenin, kıyısından belirli bir uzaklığa kadar kendine ait bölgesi olacak ve ortada kalan bölüm ise ortak olarak kullanılacaktır. Böylelikle Hazar, uluslararası deniz hukuku kurallarının yetki alanına girmeyecektir.
Rusya, Hazar’ın bir göl olduğunu savunmaktadır. İran da Rusya’nın bu tezini desteklemektedir. Bu görüşün aksine, Azerbaycan ve Kazakistan Hazar’ın deniz olduğu fikrini savunmaktadırlar. Türkmenistan ise Rusya Federasyonu’nun desteklediği fikre yakın olmakla birlikte tutumu belirsizdir. Bölgede eski egemenliğini kaybeden Rusya’nın sahip olduğu en büyük silahlardan biri Hazar’ın statüsü sorunudur. Rusya hem uluslararası hukuk hem de çevresel kaygılarını öne sürerek Hazar’ın ortak mülkiyetini ve kolektif kullanımını savunurken, aslında eski SSCB sınırlarındaki nüfuzunu korumayı ve stratejik üstünlüğünü kaybetmemeyi hesaplamaktadır.[3] Rusya, Hazar’da oluşabilecek ekolojik sorunları ileri sürerek, Hazar yatağından geçecek boru hatlarına karşı çıkmaktadır. Ayrıca Rusya, Hazar’ın statüsünün belirsizliğinden yararlanarak batılı şirketlerin bölge kaynaklarından pay elde etmesini engellemeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, Rusya Hazar üzerinde tek taraflı her türlü girişime karşı olduğunu belirtmektedir. 1921 ve 1940 tarihli antlaşmaları kaynak göstererek, bölgede alınan karar ve girişimlerde kıyıdaş bütün ülkelerin ortak rızasının gerekliliğini savunmaktadır.
Rusya bu konudaki kesin görüşünü 5 Ekim 1994 tarihinde Birleşmiş Milletlere verdiği bir notada belirtmiştir: “Hazar Denizi ile ilgili tek taraflı bir uygulama gayri meşrudur ve Rusya Federasyonu tarafından kabul edilemez. Rusya Federasyonu gerektiğinde önlem alma ve uygun gördüğünde hukuki bir düzeni değiştirme ve tek taraflı uygulamaların sonuçlarının üstesinden gelme hakkına sahiptir.”[4] Bu nota temel olarak Azerbaycan’ı hedef almaktaydı. Rus hükümeti, Azerbaycan’ın batılı şirketlerle yaptığı anlaşmalara karşı olmakla birlikte, Rus şirketleri vasıtasıyla bölgede kendi hakimiyetini sağlamayı amaçlıyordu. Hazar’ın belirsiz durumu ise bu amaçları gerçekleştirmek için Rusya’nın en büyük destekçisi durumundadır. Rusya, İran ve Türkmenistan’ın da desteği ile, açık denizlerle doğal bağlantısı olmadığı için Deniz Hukuku’nun Hazar’a uygulanamayacağını, bir iç deniz veya göl olan Hazar’ın ortak egemenliğe tabi olması gerektiğini, 20 millik karasuları ve takiben 20 millik ulusal ekonomik bölgelerin dışında kalan alanın ortak sahiplenilmesi gerektiğini ileri sürmektedir.[5]
Deniz Hukuku’nun uygulanması durumunda deniz kabul edilen bir suda doğal kaynakların geliştirilmesi ve işletilmesi gibi hususlar, çevre ülkelerin milli bölgeleri dikkate alınarak paylaştırılacağından, diğer kıyıdaş ülkelere nispeten Hazar’a çok daha sınırlı kıyısı olan Rusya Federasyonu, doğal olarak Hazar’ın deniz statüsüne karşı çıkmaktadır. Ancak, Kasım 1996’da Rusya yaptığı bir açıklama ile her kıyıdaş ülkeye ait 45 millik off-shore ekonomik bölgesini tanımaya hazır olduğunu açıklamıştır. Rusya’nın tutumundaki bu yumuşamanın ana nedeni, denizin bölünmesini engelleyemeyeceğinin farkına varmasıdır. 45 milin ötesinde kalan bölge ise ortak kullanıma tabi tutulacaktı. Bu öneri, kıyı devletlerine gelecekteki petrol ve gaz sözleşmelerinde Hazar bölgesi devleti olmayan katılımcıların önünde, enerji sahalarının geliştirilmesinde ilk hakkı veren “çifte-teklif sistemini” de içermektedir.[6] Fakat, 45 millik bu öneri her ne kadar bölge üzerindeki Rus politikalarının yumuşaması olarak değerlendirilse de, bu önerinin altında Rus çıkarlarının yattığı bir gerçektir.
Rusya Federasyonu’nun bütün görüş ve taleplerine karşı tutum sergileyen ülkelerden biri olan Azerbaycan, Hazar’ın statüsü ile ilgili iki farklı öneride bulunmaktadır. Bunlardan ilki “sınır gölü”, diğeri ise “açık deniz”dir. Sınır gölü yaklaşımına göre, Hazar uluslararası kara sınırlarının ortay hatta kadar denize uzatılması yoluyla oluşturulacak ulusal sektörlere bölünmeli, kıyıdaş devletler kendi sektörlerindeki su yüzeyi, deniz ulaşımı, biyolojik kaynakların kullanımı ve deniz dibi üzerinde mutlak egemenliğe sahip olmalıydı.[7] Hazar’ın açık deniz olarak tanınması durumunda ise 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi gereğince 12 millik karasuları ve 200 millik ekonomik bölgeler belirlenecekti. İki farklı teklifte de Hazar’ın sularının ve deniz dibinin tamamen taksim edilerek, egemenlik alanlarına bölünmesi ve her ülkeye ait alanda mülkiyet ve egemenlik ilkelerine dayalı olarak o ülke mevzuatının geçerli olması savunulmaktadır.[8]
Hazar’ın bir deniz olarak kabul edilmesini isteyen Azerbaycan, Rusya’nın 45 millik ekonomik bölge önerisini reddetmiştir. Çünkü Azeri petrol rezervleri, bu 45 millik bölgenin dışında yer almaktadır; yani ortak mülkiyet alanına dahil olmaktadır. Bu durum daha çok Rusya’nın çıkarlarına uymaktadır. Bununla birlikte, Hazar’ın statüsünün belirsiz durumu, Azerbaycan’ın batılı şirketlerle yaptığı anlaşmaların uygulanmasında güçlükler yaratma potansiyeline sahiptir. Kazakistan ve Azerbaycan, Hazar Denizi’nin statüsü konusunda müttefiklerdir.[9] Kazakistan da Azerbaycan gibi Hazar’ın bir deniz olduğunu ve beş ulusal sektöre bölünmesi gerektiğini savunmaktadır. Rusya’nın uygulanmasını önerdiği 45 mil teklifini kabul etmeyen Kazakistan, ortak mülkiyet uygulamasına da karşıdır. Ancak, Temmuz 1998’de Rusya ile uzlaşmak zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk, ekonomisinin Rusya’ya olan bağımlılığı ve Azerbaycan ile arasında oluşan küçük bir tutum farklılığından ileri gelmektedir.
Kazakistan ve Rusya’nın yaptığı antlaşma, İran’ın Rusya ile olan ilişkisinin bozulmasına neden olmuştur. Bu antlaşmaya tepki olarak İran Türkmenistan ile yayınladığı ortak bir bildiri ile antlaşmayı tanımadığını ve Hazar’ın kaynaklarının adil bölüştürülmesi gerektiğini belirtmiştir. Artık İran’ın Rusya ile uzlaştığı tek nokta, Hazar’dan petrol boru hattının geçmemesi hususudur. Ancak, 1998 tarihinden önce İran ve Rusya’nın yakın ilişkileri dikkat çekmekte ve İran, Hazar’ın bir göl olduğunu iddia etmekteydi. İran yine bu tarihten önce ortak mülkiyetin tek çözüm yolu olduğunu savunuyor ve Rusya gibi Hazar yatağından geçecek sualtı boru hatlarına karşı olmakla beraber petrolün Rus ve İran topraklarından geçen boru hatları ile taşınmasından yana tavır alıyordu.[10] İran, Hazar’a kıyısı olan diğer devletlerin tek taraflı olarak yaptığı her türlü anlaşma ve girişime aynen Rusya gibi karşı çıkmaktaydı. Azerbaycan’ın 1997 yılında ABD vasıtası ile gerçekleştirdiği petrol antlaşmaları sonrasında Birleşmiş Milletler nezdinde protesto girişimlerinde bulunan İran, Hazar’ın yönetimi hakkında Sovyetler Birliği ile imzaladığı 1921 ve 1940 Antlaşmalarının varlığına dikkat çekerek, kendisinin ve Rusya’nın gelişmelerden rahatsızlık duyduğunu belirtiyor ve karasularının hukuki rejimi hakkında bir ortak mutabakatın Rusya, Azerbaycan, İran, Türkmenistan ve Kazakistan’dan oluşan beş kıyıdaş ülke tarafından ele alınması görüşünü öne sürüyordu.[11] Hazar’ın hukuki statüsünün tespiti konusunun; Hazar’ın üzerinde transit deniz taşımacılığının düzenlenmesi, Hazar’ın güvenliği için askerden arındırılması, karasuları sınırlarının belirlenmesi, balıkçılık ve doğal kaynakların işletilmesi gibi hususları içereceğini belirtiyor, bu bağlamda Sovyet-İran Antlaşmasında münhasır ekonomik bölgenin 10 deniz mili olarak taraflar arasında karara bağlandığından bahisle, Hazar Denizi’nin tüm kaynaklarının kıyıdaş ülkeler arasında ‘müşterek’ olarak paylaşılması gerektiği tezini öne sürüyordu.[12]
Hazar’a kıyısı bulunan diğer bir devlet olan Türkmenistan ise Hazar’ın statüsü konusunda sık sık tutum değiştirmiştir. Türkmenistan’ın bu konuda belirsiz tavrı halen sürmektedir. Daha önceleri Rusya’nın 45 millik önerisine sıcak bakan Türkmenistan, 1997 yılında tavrını değiştirmeye başlamıştır. Çünkü Türkmenistan’ın üzerinde hak talep ettiği Azeri ve Çırak petrol sahaları 45 millik bölümün dışında bulunmaktadır. Türkmenistan, Azerbaycan’ın Türkmen bölgesinde bulunan Azeri ve Çırak petrol sahalarını tek taraflı olarak sömürdüğünü iddia etmiştir. Türkmenistan ile Azerbaycan arasında patlak veren petrol tartışmalarının temelinde Kepez (Serdar) petrol yatakları bulunmaktadır. Bu sebeplerden dolayı iki ülke arasında şiddetli tartışmalar patlak vermiş ve hemen akabinde Türkmenistan, Kepez ve Azeri petrol yataklarında tam yetki ve Çırak petrol yataklarında kısmi haklar talep etmiştir.[13] Fakat bu konuda Rusya’nın desteğini alamayan Türkmenistan, Azerbaycan ile uzlaşma ihtimaline daha yakın durmaktadır.
Rusya, Azerbaycan’a Kepez’in durumu konusunda bir öneride bulunmuştur. Bu öneri kapsamında Rusya, ‘Azerbaycan ile Türkmenistan’ın kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri Kepez yatağının ortak kullanımı görüşünde birleştiklerini belirterek, ‘Mega Proje’ kapsamında bulunan Azeri, Çırak ve Güneşli yataklarının işletim hakkının tamamen Bakü’ye ait olduğunu, Türkmenistan’ın ise herhangi bir iddiada bulunmasının yersiz olduğunu’ dile getirmiştir.[14]
Hazar’ın statüsünün belirlenmemiş olmasından dolayı iki ülkenin de üzerinde hak talep ettiği, Türkmenistan tarafından ‘Serdar’ olarak adlandırılan Kepez petrol sahası, Azerbaycan ve Türkmenistan’ın arasındaki anlaşmazlıkların başında gelmektedir.
Sonuç itibariyle, 1991 sonrası ortaya çıkan cumhuriyetler ve bu cumhuriyetlerin kendi topraklarında bulunan petrol yataklarını kullanarak dış sermaye birikimlerini maksimize etmeye çalışmaları Hazar üzerindeki anlaşmazlıkları ortaya çıkarmıştır. Her bir ülkenin stratejik ve ekonomik çıkarlarını göz önünde bulundurarak Hazar’ın statüsüne farklı görüşlerle yaklaşmaları, sorunu çözümsüz duruma getirmiştir. Bununla birlikte, çok uluslu yabancı şirketlerin de bölge ülkeleri ile tek taraflı anlaşmalar yapmaları sorunu daha da büyütmüştür. Fakat, Hazar’ın statüsü üzerinde bir anlaşmaya varılması büyük önem arz etmektedir. Bu anlaşma, yanlış anlamalardan ve ihlallerden çıkabilecek ciddi çatışmaları engelleyebileceği gibi Hazar’ın kendi ekosisteminin de korunmasını sağlayacaktır.
Hazar Petrol-Doğal Gaz Kaynakları ve Önemi
1991 sonrası Sovyetlerin dağılması ve yeni cumhuriyetlerin ortaya çıkması ile bütün dikkatler bölgeye yönelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından beliren güç boşluğu nedeni ile Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gaz rezervleri bölgede ekonomik güç mücadelesinin başlamasında birinci derecede etkili olmuştur.[15] Bölgedeki büyük enerji kaynakları hem bölge ülkeleri hem de yabancı ülke ve şirketler için büyük önem arz etmekteydi. Bu nedenle, SSCB’nin dağılmasının ardından çeşitli uluslararası şirketler bölgedeki enerji kaynaklarını çıkararak işletmek için sözleşmeler yapmak, bölge ülkeleri sahip oldukları petrol ve doğal gazı bir an önce satıp gelir elde etmek, komşu ülkeler ise bu kaynakları uluslararası pazarlara ulaştıracak boru hatlarını kendi topraklarından geçirmek için kıyasıya mücadeleye girdiler.[16] Nitekim, uluslararası ilişkiler uzmanları bu mücadeleyi, 19. yüzyılda İngiltere ile Rusya arasında yaşanan ve temelde Kafkaslar’dan Basra’ya kadar hakimiyet kurmayı ve İran’daki petrol kaynaklarını ele geçirmeyi amaçlayan ve ‘Büyük Oyun’ olarak bilinen stratejik rekabete benzeterek ‘İkinci Oyun’ diye adlandırılmaktadırlar.[17]
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir. Bölgede Kazakistan petrol rezervi, Türkmenistan ise doğal gaz rezervi açısından zengin ülkeler olarak dikkat çekmektedir.
Hazar Denizi Bölgesinin Petrol ve Doğal Gaz Rezervleri
Kanıtlanmış* Petrol Rezervleri
(milyar varil)
Olası** Petrol Rezervleri
(milyar varil)
Kanıtlanmış* Doğal Gaz Rezervleri
(trilyon kübik fit****)
Olası** Doğal Gaz Rezervleri
(trilyon kübik fit****)
Azerbaycan
1.2
32
4.4
35
İran***
0.1
15
―
11
Kazakistan
5.4
92
65
88
Rusya***
2.7
14
―
―
Türkmenistan
0.6
80
101
159
TOPLAM
10
233
170.4
293
Kaynak: Oil and Gas Journal, Energy Information Administration
* % 10 yanılma payı bulunmaktadır.
** % 50 yanılma payı bulunmaktadır.
*** sadece Hazar’ın çevresindeki alanlar dahil edilmiştir.
**** 1 fit, 0.3048 metreye eşittir.
Hazar bölgesinin petrol rezervleri üzerinde ise kesin ve net bir rakama ulaşılamamıştır. Bunun en önemli sebebi ise 1990 öncesi Sovyet hakimiyeti dönemidir. Bu dönemde Hazar’ın birçok bölgesi araştırılamamış ve deniz yatağı altında varolduğu düşünülen değerli petrol rezervleri de el değmeden kalmıştır. Bu, Rusya’nın sahip olduğu yetersiz teknolojiden kaynaklanmıştır. Ayrıca, cumhuriyetlerin yeterli kapitale sahip olmamaları petrolün çıkarılmasını olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda dış sermayeye ihtiyaç duydukları inkar edilemez bir gerçektir. Fakat, bütün bu olumsuzluklara rağmen, Sovyetlerin dağılması ile oluşan cumhuriyetler petrol kaynaklarına sahip olmaları sayesinde stratejik açıdan büyük önem kazanmışlardır. Öte yandan, bölgenin diğer önemli bir özelliği de enerji kaynaklarını bir an önce değerlendirmek isteyen yeni bağımsızlıklarını kazanmış bu devletlerin tamamının doğrudan denize çıkışlarının olmaması, dolayısıyla enerji kaynaklarının ihracını ancak komşu ülkelerden geçecek transit boru hatlarıyla gerçekleştirebilecek olmalarıydı.[18]
1993 yılından itibaren Rusya’nın bölge ülkeleri üzerinde hakimiyet kurma isteği artmıştır. ‘Yakın Çevre’ politikasını, dış politika amaçlarına yansıtarak bölge ülkeleri üzerinde ekonomik ve siyasi hakimiyet kurmayı arzulamaktadır. Çünkü, Rusya’nın uluslararası arenada kullanabileceği en büyük kozlardan biri, ‘arka bahçe’ olarak nitelendirdiği Orta Asya Cumhuriyetleri ve Kafkasya’da bulunan petrol ve doğal gaz kaynaklarıdır. Diğer bir değişle, enerji faktörü Rusya için çok önemlidir. Ayrıca Rusya, bölge ülkelerde otorite ve hakimiyet sağlamak için girişimlerini arttırmaktadır. Türkmenistan’la doğal gaz anlaşması, Kazakistan’la taşınan doğal gazın iki yıl içinde üç kat arttırılması, Azerbaycan’a 2 milyar metreküp doğal gaz verilmesi anlaşması, Rusya’nın Hazar bölgesinde aktifleşme söylem ve politikaları, eski enerji bakanı Kalyujnı’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı ve Hazar bölgesi Temsilcisi olarak dış politikaya ilişkin karar verme mekanizmasında yer alması, Türkiye ile Mavi Akım projesindeki işbirliği, Avrupa ile ilişkilerde enerji faktörünün öneminin artması, hep bu çerçevede değerlendirilebilir.[19]
Bölge ülkelerinin ise, Rusya karşısında ciddi dezavantajları bulunmaktadır. Halen tam olarak ekonomik bağımsızlıklarını kazanamamış olmaları bu dezavantajların en önde gelenidir. Ayrıca, SSCB döneminden kalma enerji sektöründeki üretim, dağıtım ve işletme sistemi, bağımsızlarını yeni kazanan, petrol ve doğal gaz rezerv zengini devletlere zorluklar çıkarırken Rusya’ya batılı rakiplerine oranla bazı avantajlar sağlamaktadır.[20] Rusya’nın diğer bir avantajı da, bölge ülkelerinin petrollerinin büyük ölçüde Rus topraklarından geçiyor olmasıdır. Bu hakimiyeti kurmak için birçok boru hattı projesi yapılandırılmaya başlanmıştır. Rusya’nın temel amacı; ihraç boru hatları üzerinde hakimiyet kurmak ve petrol fiyatlarını denetlemektir.
1991 sonrasında Orta Asya bölgesinde yer alan petrol ve doğal gazın çıkartılması ve sevkıyatı gibi hususlarda tek yetkili değil, fakat en fazla yetkiye sahip devlet konumunda olmak isteyen Rusya, hem Azerbaycan petrolünün İran ya da Türkiye üzerinden dünyaya ulaştırılmasına ilişkin projeye hem de diğer petrol ve doğal gaz projelerine gayet temkinli yaklaşmaktadır.[21] Ayrıca Rusya bölge ülkelerinde karışıklık yaratarak bu karışıklıklardan maksimum fayda elde etmeye çalışmaktadır. Bu amaç çerçevesinde; Gürcü-Abhaz, Azeri-Ermeni çatışmaları ve Rus-Çeçen savaşı örnek olarak gösterilebilir. Rusya’nın amacı Gürcistan ve Azerbaycan’da kaos yaratarak, bu sayede bölgenin batı petrol hatları için istikrarsız olduğunu göstermektir. Bununla birlikte, Rusya’nın Çeçenistan’ı işgal etmesindeki başlıca amaç, Bakü’den gelip Çeçenistan’da Grozni’den geçen ve Tikhoretsk’e ulaşan boru hattının kontrolünü sağlamak istemesidir.[22] Bunlara ilaveten, Türkiye üzerinden geçecek Bakü-Ceyhan petrol boru hattını engellemek için terör örgütü PKK’ya lojistik destek vermiştir.
Amerika Birleşik Devletleri ise ‘multi-pipeline’ fikrini desteklemektedir. Diğer bir değişle, ABD herhangi bir ülkenin bölge kaynaklarına hakimiyetini engellemek amacıyla mümkün olduğu kadar çok sayıda ve farklı boru hattı rotaları önerisini desteklemektedir.[23] Rusya’nın aksine, ABD bölge petrol ve doğal gaz kaynaklarının Rus ve İran topraklarından geçmesine sıcak bakmamaktadır. Bakü-Ceyhan boru hattı Amerika’nın en çok desteğini alan hattır. Bu bağlamda Amerika, Türkiye ve Azerbaycan’ın çıkarlarının örtüştüğü görülmektedir. Ayrıca, bölge ülkelerinin bağımsızlıklarını kuvvetlendirmesi ABD’nin planlarına uymaktadır. ABD, demokratikleşmeyi ve pazar ekonomisine geçişin hızlanmasını desteklemektedir. Çünkü bu ülkelerin bağımsızlıklarını tam anlamıyla kazanmaları ve kuvvetlenmeleri, Rusya’nın bölgedeki etkinliğini kaybetmesi ve petrol ve doğal gaz kaynakları üzerinde etkisini yitirmesi anlamına gelmektedir. Bu sayede, ihraç yollarında Batı’nın Rusya’ya bağımlılığı azalmış olacaktır.[24] Her ne kadar bazı ABD şirketleri Bakü-Ceyhan hattına karşı olsalar dahi, ABD’nin stratejik çıkarları bu konuda çok daha ağır basmıştır. Hazar bölgesi petrollerinin ABD için diğer bir önemi de Ortadoğu’ya olan bağımlılığı azaltacak olmasıdır.
Hazar bölgesi petrol ve doğal gaz rezervleri üzerindeki rekabet sadece ülkeler bazında değildir. Uluslararası şirketler de bu rekabetin içindedirler ve olabildiğince pay sahibi olmaya çalışmaktadırlar. Örneğin, 1922 yılında kurulan Hazar Boru Hattı konsorsiyumunda (CPC) yer alan ülke ve şirketlerin payları şu şekildedir: Kazakistan % 19, Rusya % 24, Chevron % 15, Oman % 7, Mobil % 7.5, Oryx % 1.75, Lukarna (Amerikan-Rus ortaklığı) % 12.5, British Gas % 2, Agip % 2, Rosneff-Shell % 7.5, Amaca+Kazakoil % 1.75.[25] Bölge ülkeleri arasında Hazar petrolünün geliştirilmesi ve ihracının ivediliğini savunan ülkeler özellikle Azerbaycan ve Kazakistan’dır. Çünkü bu iki ülkenin petrol ihracından elde edilecek sermayeye ihtiyaçları vardır.[26] Bu ülkelerin aksine, Rusya, İran ve Türkmenistan Hazar petrol rezervlerinin geliştirilmesini ivedi olarak görmemektedirler. Rusya ve İran’ı bu şekilde düşünmeye iten temel neden; bölgede yeni petrol ihraç eden rakip ülkeler görmek istememeleridir. İran daha çok Hazar petrollerinin topraklarından geçmesini istemektedir. Rusya’nın bu isteğinin altında yatan diğer sebep ise stratejiktir. Çünkü Rusya için Hazar bölgesinde, gelecekte çok şey vaat eden önemli rezervler yoktur; bunun aksine, ülkesinin diğer bölümlerinde kanıtlanmış çok geniş petrol rezervleri vardır. Türkmenistan’ın bu görüşü savunmasındaki sebep ise diğer kıyıdaş ülkelere oranla keşif ve inceleme yapılmış ülke olmasından ileri gelmektedir.[27]
Petrol Boru Hattı Projeleri
Karşılaştırmalı Alternatif Boru Hatları Tablosu
Güzergah
Kapasite
(Gün/milyar varil)
Uzunluk
Statü
Maliyet
($)
Atrau-Samara
300.000
1126
Kullanımda
―
Bakü-Supsa
100.000(600.000) 885
885
Kullanımda
―
Bakü-Novorossisk
100.000(300.000)
1400
1400
Kullanımda
600.000.000
(Kapasite Artırımı için)
Tengiz-Novorossisk
1.340.000
1496
Mart 2001’de kullanıma alındı
2.3 milyar
Odesa-Brody
800.000’e kadar
676
2001’de bitirilmesi planlanıyor
400.000.000
Bakü-Ceyhan
1.000.000
1730
2001’de başlaması, 2004’de bitirilmesi planlanıyor
2.3-3.7 milyar
(Türkiye’nin rakamı 2.4 milyar)
Burgaz-Vlore
750.000
(1.000.000’a genişletilebilir)
885
2001-2; inşaat;
2004-5’de bitirilmesi planlanıyor
826.000.000
Bakü-Neka
300.000
563
Öneri aşamasında
Tüm finansmanı İran sağlayacak
Neka-Rey
Belli Değil
241
Öneri aşamasında
400.000.000
Aktyubinsk-Sinkiang
400.000-800.000
2896
Pazarlık aşamasında
3.5 milyar
Tengiz-Kharg Adası
900.000
2092
(Körfez’e kadar)
Öneri aşamasında
1.6-2.0 milyar
Kazakistan-Pakistan
1.000.000
1699
Pazarlık aşamasında
3 milyar
Kaynak: Mustafa Aydın (2000), ss. 81-84’den tablo haline getirildi.
Hazar bölgesindeki petrolün çıkarılması kadar, bu çıkarılan petrolün güvenlik içinde sevkıyatı da önem taşımaktadır. Çünkü bu konunun önemi sadece bölge ülkeleri ile sınırlı değildir. Petrolün güvenli taşınması konusu bütün ülkeleri ilgilendiren uluslararası bir konudur. Her ülke, petrolün kendi çıkarına ters düşmeyen bir rotadan taşınmasını istemektedir. Buna bir de bölgedeki çatışmalar ve istikrarsızlıklar eklendiğinde, boru hatlarının güzergahları konusunda ciddi anlaşmazlıklar ortaya çıkmaktadır. Bölge petrolünün taşınması için birçok güzergah bulunmaktadır. Bunlardan bazıları onaylanmayı beklemekte, bazıları bitiş aşamasında olup bazıları da kullanıma hazır durumdadır. Bu güzergahlar petrolün batıya, güneye, güneydoğuya ve doğuya taşınması için tasarlanmıştır.
Günümüzde Hazar petrollerinin batıya taşınması konusu birçok anlaşmazlıkları da beraberinde getirmiş ve sorunlu bir hal almıştır. Çünkü, bu konu özellikle Rusya ve ABD çıkarlarını çatıştırmakla birlikte, Çin ve Avrupa Birliği’ni de ilgilendirmektedir. Elbette bu konu, sadece bu üç ülke ve AB arasındaki bir sorun olmayıp, bu güzergahlar üzerinde bulunan Azerbaycan, İran, Gürcistan, Ermenistan ve Türkiye gibi çok sayıda bölge ve bölgeye komşu ülkeyi de yakından ilgilendirmektedir. Rusya, İran ve Ermenistan bir cephede yer alırken, diğer cephede ABD, Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye bulunmaktadır. Esas konu, bölge petrolünün batıya Rusya veya İran üzerinden mi yoksa Azerbaycan ve Türkiye üzerinden mi taşınacağı ile ilgilidir. Fakat bu petrolün büyük ölçüde Rus topraklarından bölge dışına aktarıldığı gerçeği de göz ardı edilemez. Batı güzergahları arasından Bakü-Novorossisk ve Bakü-Ceyhan ön plana çıkmıştır.
Bakü-Novorossisk boru hattı Rusya’nın ana hat olarak kullanılmasını desteklediği hattır. Kazak petrolleri açısından en kısa ve ekonomik hat olarak görülmektedir. Petrolün Karadeniz’deki Novorossisk limanından Boğazlar yolu ile Akdeniz’e ulaştırılması planlanmaktadır. Ancak, Türkiye bu plana şiddetle karşı olup, bu planın boğazları tehlike altında bırakacağını iddia etmekte ve Bakü-Ceyhan boru hattının daha güvenli olacağını savunmaktadır. Boğazlar sorununa çözüm olarak; getirilen petrolün tankerlerle Novorossisk limanından Bulgaristan’ın Burgaz limanına ulaştırılması ve oradan da Adriatik Denizi’ne taşınması tasarlanmıştır. ABD de, siyasi nedenlerden dolayı bu hatta karşıdır.[28] Bakü-Novorossisk hattının, Bakü-Ceyhan hattına kıyasla bazı dezavantajları vardır. Novorossik hattının diğerine nazaran kapasitesinin düşük olması[29] ve Karadeniz’deki iklim koşulları sebebiyle Novorossisk limanının yılın büyük bir bölümünde kapalı olması başlıca dezavantajlardır.
Diğer ana hat olarak kullanılması düşünülen boru hattı ise Bakü-Tiflis-Ceyhan hattıdır. Bu proje üzerinde yoğun ABD desteği görülmektedir. ABD’nin “multiple pipeline” önerisinin yanı sıra Türkiye’nin boğazların güvenliği üzerindeki endişeleri, bu hattı gündeme getirmiştir. Azerbaycan’ın Bakü şehrine getirilecek petrolün, Gürcistan’ın Tiflis şehri üzerinden Türkiye’nin güneyinde bulunan Ceyhan terminaline taşınması planlanmaktadır. Buradan Akdeniz’e taşınacak olan petrol, ilk önce güney Avrupa pazarlarına, daha sonra diğer pazarlara ulaştırılacaktır.[30] Hattın, 468 km.’si Azerbaycan’da, 225 km.’si Gürcistan’da ve 1307 km.’si Türkiye’de bulunacaktır. Bu hat Azerbaycan ve Kazakistan’dan da çok büyük destek almaktadır. Azerbaycan Başkanı Haydar Aliyev, Bakü-Novorossisk alternatifine karşı çıkarak ana üretim petrolünün Moskova denetimine bırakılmasını istemediğini ortaya koymuştur.[31] Ayrıca, Kazakistan Başkanı Nur Sultan Nazarbayev yaptığı açıklamada; “Novorossisk boru hattının tamamlanması halinde dahi 2005 yılında üretimi artacak olan Kazak petrolünün ihracı için ilave boru hatları gerekecektir. Biz Novorossisk dışındaki ihraç petrollerimizi tekrar Rusya üzerinden geçirmek istemiyoruz. Tengiz yataklarının üretimini bir hatla Bakü’ye taşıyarak Bakü-Ceyhan hattına bağlamak istiyoruz. Bu bakımdan, Türkiye’nin projesinin bundan böyle Bakü-Ceyhan değil, ‘Kazakistan-Ceyhan’ olarak takdimi uygun olur.” demiştir.[32]
29 Ekim 1998 tarihinde, Ankara’da bir araya gelen Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Gürcistan Devlet Başkanları ortak bir deklarasyon imzalayarak Bakü-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi’ne siyasal destek verdiklerini ilan etmişlerdir.[33] Diğer taraftan, Bakü-Ceyhan’a Rusya ve AB karşı çıkmaktadır. Bakü-Ceyhan boru hattının bitirilmesine yönelik atılan her adım, Rusya açısından siyasi, diplomatik, stratejik ve ekonomik bir yenilgi anlamına gelmektedir.[34] Bakü-Ceyhan boru hattı projesi sadece Rusya’yı dışlamakla kalmayıp, AB’nin de Avrasya politikalarına büyük ölçüde sekte vurmaktadır.[35] Ayrıca, Bakü-Ceyhan’ın önünde bazı dezavantajlar bulunmaktadır. Türkiye’deki PKK terörü bunlardan bir tanesidir. Bunun yanı sıra, birçok petrol şirketi bu hattın çok masraflı ve maliyetinin yüksek olduğunu iddia etmiştir.[36]
Hazar petrollerinin diğer güzergahları arasında güneye ve güneydoğuya sevkı bulunmaktadır. Güneye sevk İran üzerinden yapılacaktır. İran, petrol takası yapılması düşüncesindedir. Buna göre, Kazakistan petrolleri İran’ın Hazar’daki limanı Neka’ya taşınacak ve oradan kuzey İran’daki Tahran ve Tebriz rafinelerine sevk edilecek ve orada arıtılacak, ayrıca bir bölümü de bölge de kullanılacaktır.[37] Rafinerilere gelen petrol yerine, Kazakistan, İran’ın Basra’daki Khorg adasından eşit miktarda petrol alacaktır. Bu şartlar Türkmenistan için de geçerlidir. Ancak, ABD’nin İran üzerinde uyguladığı ekonomik ambargo, İran petrol sektöründeki herhangi bir yatırımı zorlaştırmaktadır. Güneydoğuya sevk ise Afganistan üzerinden Pakistan’a yapılacaktır. Türkmenistan’dan başlayarak Afganistan üzerinden geçen ve Pakistan’ın Multan kentine uzanan Trans-Afgan Boru Hattı Projesi üzerinde ciddi gelişmeler olmamaktadır. Ekim 1997’de Afganistan, Türkmenistan ve Pakistan’ın kurduğu üçlü komisyon ile boru hattı projesi üzerinde çalışmalar başlamıştır. Ancak, Afganistan’daki istikrarsızlık sebebiyle çalışmalar yavaşlamıştır. Hazar petrollerinin doğuya sevkinde Çin büyük oynamaktadır. Kazakistan’dan Çin’e oradan da Sarı Deniz’e uzanan bir boru hattı projesi planlanmaktadır. Çin’in bu projesinin önündeki en büyük engellerden birisi, Rusya’nın bölge petrolünü kendi topraklarından taşıma girişimleridir. Ayrıca bu hat, ABD’yi de rahatsız etmektedir.
Sonuç itibariyle Orta Asya cumhuriyetleri açısından bütün bu güzergahlar, bu cumhuriyetlerin içinde bulundukları ekonomik ve coğrafi çıkmazdan kurtulmaları ve petrolü dış pazarlara ulaştırmaları için hayati önem taşımaktadır.
Doğal Gaz Boru Hattı Projeleri
Petrolün yanı sıra, Hazar bölgesi doğal gaz rezervleri açısından da dikkatleri çekmektedir. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan doğal gaz zenginliği bakımından en önemli yirmi ülke arasında yer almaktadır.[38] Ancak bölge doğal gazının ihracı, başta coğrafyası olmak üzere Hazar’ın çözümlenememiş statüsü ve bölgesel çatışmalar sebebiyle zorlaşmaktadır. Ayrıca bölge doğal gaz rezervlerinin büyük bir bölümünün Hazar’ın doğusunda bulunması da dünya pazarlarına ulaştırılmasında engel teşkil etmektedir. Fakat, 90’lı yılların sonlarına doğru Azerbaycan’ın Şah Denizi bölgesindeki doğal gaz keşfi, bölge doğal gazının ihracını arttırıcı bir etken olarak ortaya çıkmıştır. Petrol boru hattı projelerine benzer biçimde doğal gaz ihracının da birden çok boru hattı ile gerçekleştirilmesi planlanmıştır. Bu çerçevede bölge doğal gazının farklı birçok güzergahtan nakli düşünülmektedir.
Orta Asya Cumhuriyetlerinin sahip oldukları doğal gaz Rusya ve İran güzergahları üzerinden bölge dışına taşınmaktadır. Türkmen ve Özbek doğal gazı Kazakistan üzerinden Rusya’nın Saratov kentine ulaşmakta ve burada Rus doğal gaz boru hattı sistemine bağlanmaktadır. Ayrıca Türkmenistan, Rusya üzerinden bu hattı kullanarak doğal gazın bir bölümünü de Ukrayna’ya ihraç etmektedir.[39] Bunun yanı sıra kullanılan diğer bir güzergah da İran hattıdır. 124 mil uzunluğundaki bu hat Türkmen doğal gazını İran’a taşımakta olup Aralık 1997’den itibaren kullanılmaktadır. Ayrıca, Türkmenistan doğal gazının Hazar’ın altından geçecek boru hattı ile batıya taşınması Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı (Trans-Caspian Pipeline - TCP) üzerinden planlanmaktadır. Bu projeyle Türkmenistan’ın güneyindeki sahalarda üretilen doğal gazın boru hattı ile Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınarak, 2000’li yıllarda Türkiye ve Avrupa’da meydana gelmesi beklenen doğal gaz arz açığının bir bölümünün karşılanması amaçlanmaktadır.[40] Bu proje için en önemli adım, 29 Ekim 1998’de Türkiye ve Türkmenistan Devlet Başkanları tarafından imzalanan Hazar geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı projesinin gerçekleştirilmesi ve Türkmenistan doğal gazının Türkiye’ye satışına ilişkin anlaşma ile atılmıştır. 30 yıllık bir süreyi kapsayan bu anlaşmaya göre; 16 milyar metreküpü Türkiye’den satın alınmak, kalanı da Avrupa’ya sevk edilmek üzere yılda toplam 30 milyar metreküplük Türkmen doğal gazının Hazar denizinin altından Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’ya boru hattı ile taşınması öngörülmektedir.[41] Ayrıca 21 Mayıs 1999’da Türkiye ile Türkmenistan arasında yıllık 16 milyar metreküp doğal gaz alımı için 30 yıl süreli doğal gaz alım-satım sözleşmesi Aşkabat’da imzalanmıştır.
Projeye ilişkin “Hükümetler Arası Bildirge” de 18 Kasım 1999 tarihinde İstanbul’da düzenlenen AGİT Zirve Toplantısı sırasında Türkiye, Türkmenistan, Azerbaycan ve Gürcistan tarafından imzalanmıştır. Bunun yanı sıra, gözlemci sıfatıyla bulunan ABD Başkanı Bill Clinton da bildirgeye imza atmıştır. Bildirgede taraflar, proje sponsorlarına elverişli koşulların oluşturulması yönündeki isteklerini belirterek, projeye ilişkin hükümetler arası ve geçiş ülkesi anlaşmalarını 2000 Mart’a kadar sonuçlandırmayı amaçladıklarını ve projenin 2000 yılı son çeyreğinde tamamlanması için sponsorlara gereken desteği sağlayacaklarını açıklamışlardır. Buna ilaveten, Azerbaycan ise Şah Denizi bölgesindeki doğal gaz kaynaklarının keşfinden sonra Türkiye’ye kendi doğal gazını Bakü’den Erzurum’a uzanan bir boru hattı ile taşımayı planlamıştır. Fakat, AGİT Zirvesi sonrasında yaşanan gelişmeler ve Türkiye’nin Karadeniz altından döşenecek bir boru hattı vasıtasıyla Rusya’dan doğal gaz alımına öncelik vermesi, 2000 yılı sonu itibariyle Türkmenistan-Türkiye-Avrupa doğal gaz boru hattı projesinin neredeyse tamamen gündemden düşmesine neden olmuştur.[42] “Mavi Akım Projesi” olarak adlandırılan Türkiye’nin öncelik verdiği bu proje, Cubga limanına taşınan Rus doğal gazını Karadeniz altından geçecek boru hattı ile Samsun’a ulaştıracaktır.
Bu güzergahların yanı sıra, Türkmen doğal gazının Pakistan ve Çin’e taşınmasını ön gören projeler de planlanmaktadır. Türkmenistan’dan başlayarak Pakistan’a uzanacak boru hattı, Afganistan üzerinden Pakistan’ın Multan kentine ulaşacaktır. Afganistan’daki istikrarsızlık projeye büyük engel teşkil etmesine rağmen bu üç ülke doğal gaz boru hattı projesine destek vermektedirler. Bunun yanı sıra, Pakistan’da son bulan boru hattının Hindistan’a kadar uzatılması da planlanmaktadır. Türkmen doğal gazının doğuya ulaşmasını sağlayan güzergah da Çin’e kadar uzanmaktadır. Exxon, Mitsubishi ve CNP (China National Petroleum), Türkmenistan’dan Çin’e uzanacak dünyanın en uzun doğal gaz boru hattı ile ilgili fizibilite çalışmalarını bildirmişlerdir. Hattın uzunluğu 4161 mil olmakla birlikte toplam maliyeti $ 10 milyardır. Ayrıca, boru hattının Japonya’ya da uzatılması tasarlanmaktadır.
Sonuç
Ortadoğu’ya alternatif olarak gösterilen Hazar Havzası, her ne kadar Körfez bölgesi petrol kaynakları ile kıyaslandığında ilk sırada yer almasa da Havza’da ‘tahmin edilen’ petrol kaynakları 200 milyar varildir. Bu rakam, Batı Avrupa ve ABD’nin sahip olduğu kaynakları aşarak, 700 milyar varil petrol rezervine sahip olan Ortadoğu’dan sonra, Hazar bölgesini ikinci sıraya koymaktadır. Hazar Havzası’nın kanıtlanmış ham petrol rezervi 2 milyar ile 4 milyar ton arasında değişmektedir. Doğal gaz rezervleri açısından kanıtlanmış değerler ise 7 trilyon ile 10 trilyon metreküp arasında değişmektedir.
Bu makale kapsamında Azerbaycan’ın petrol rezervleri açısından arz ettiği önem hazar havzası bağlamında ifade edilmiştir. Hazar havzası’nın hukuki statüsünün, bölgede yer alan petrol ve doğal gaz rezervlerinin bölge ve bölge dışı devletler için ne ifade ettiğinin tartışıldığı makalede temel amaç; Azerbaycan’ın sahip olduğu petrol zenginliğinin sadece bu ülkenin ekonomik kalkınması için değil, bulunduğu Kafkasya coğrafyası ve Hazar Havzası bağlamında da stratejik öneme sahip olduğunu tespit etmek olmuştur.
[1] İşler, Ali, “Hazar Petrolleri ve Petrol Boru Hatları Sorunu”, Bölüm 2,
www.tuncayozkan.com/tezler.php?s=5
[2] Çolakoğlu, S., (1998). “Uluslararası Hukukta Hazar’ın Statü Sorunu”. A.Ü. S.B.F. Dergisi. C.53, No.1-4, s.108.
[3] Yanar, Savaş (2002). “Türk-Rus İlişkilerinde Gizli Güç: KAFKASYA”. İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yayıncılık, s.194.
[4] Aydın, Mustafa, “New Geopolitics of Central Asia and The Caucasus Causes of Instability and Predicament”,
www.mfa.gov.tr/groupa/sam
[5] Oran, Baskın (2001). Türk Dış Politikası, Cilt 2: 1981-2001, İletişim Yayınları, s. 433.
[6] Bovt, Georgy (1995). “Russia, Iran Agree That Rules on Caspian Sea Are Affair of Littoral States, None of Which Should Take Unilateral Steps”, Current Digest of the Post Soviet Press, V.47, No.44, s.15.
[7] Oran, Baskın. (2001), a.g.e., s. 433.
[8] Çolakoğlu, S., a.g.e., s.109.
[9] Şimşek, Dr. Halil (2002). Türkiye’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi. İstanbul: IQ Kültür- Sanat Yayıncılık.
[10] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[11] Baycaun, Saule (2000). “Kazakistan Petrol ve Gazının Türk ve Rus Dış Politikasındaki Yeri ve Önemi”, Avrasya Dosyası ABD Özel, s.252.
[12] Caşın, Dr.H.Mesut (1999). “İran’ın İki Deniz Jeopolitiğine Dayalı Stratejik Değişim Arayışları”, Avrasya Dosyası İran Özel, s.304.
[13] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[14] Yanar, Savaş (2002), a.g.e., s.198.
[15] Kona, Gamze Güngörmüş (2002). “Türkiye-Rusya Federasyonu ve Orta Asya Cumhuriyetleri Ekonomik İlişkileri ve Olası Siyasi Yansımaları”, M5 Savunma ve Strateji, s.65.
[16] Oran, Baskın, a.g.e., s. 432.
[17] Yanar, Savaş (2002), s.133.
[18] Oran, Baskın, a.g.e., s. 432.
[19] Cafersoy, Nazim (2000). “Enerji Diplomasisi: Rus Dış Politikasında Stratejik Araç Değişimi”, Stratejik Analiz, Cilt 1, Sayı 8, s.60.
[20] Cafersoy, Nazim (2000), a.g.m., s.56.
[21] Kona, Gamze Güngörmüş (2002), a.g.m., s.68.
[22] İşler, Ali, a.g.m.
[23] El-Saghir, Khalil (1998). “A Political Science Independent Study”, University of Michigan – Dearborn, Summer.
http://members.tripod.com/~KELSAGHIR/Caspian/index
[24] Aras, Dr. Osman Nuri (2001). Azerbaycan’ın Hazar Ekonomisi ve Stratejisi. İstanbul: Der Yayınları, s.234.
[25] Onay, Yrd. Doç. Dr. Yaşar (2002). “Hazar Havzası Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Üzerinde Uluslararası Rekabet ve Türkiye”, M5 Savunma ve Strateji, s.67.
[26] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[27] Aydın, Mustafa, a.g.m.
[28] Onay, Yaşar (2002), a.g.m., s.68.
[29] El-Saghir, Khalil (1998). “A Political Science Independent Study”, University of Michigan – Dearborn, Summer.
[30] De Waal, Tom ve Baran, Zeyno ve Matos, Jerry (2002). “Insight Turkey”, Quarterly Research and Information Journal Focusing on Turkey, Volume 4, Number 4.
[31] Elekdağ, Şükrü (1997). “ABD ve Hazar Petrolleri”. Milliyet gazetesi,24 Kasım 1997.
www.milliyet.com.tr/1997/11/24/index.html
[32] Elekdağ, Şükrü, (1997) a.g.m.
[33] Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş., 1998 raporu,
www.botas.gov.tr/raporlar/98.html
[34] Onay, Yaşar (2002), a.g.m., s.69.
[35] Onay,Yaşar (2002), a.g.m., s.69.
[36] Energy Information Administration, “Caspian Sea Region: Oil Export Options”, July 2002.
www.eia.doe.gov/emeu/cabs/caspoile.html
[37] El-Saghir,Khalil (1998) a.g.m.
[38] Pala, Cenk ve Emre Engür (1998). “Kafkasya Petrolleri 21. Yüzyılın Eşiğinde Hazar Havzası ve Türkiye”, İşletme ve Finans (Ankara), s. 152.
[39] Energy Information Administration, (July 2002), a.g.m.
[40] Boru Hatları ile Petrol Taşıma A.Ş., (1998), a.g.m.
[41] Dışişleri Bakanlığı, “Hazar Geçişli Türkmenistan-Türkiye-Avrupa Doğal Gaz Boru Hattı Projesi”, www.mfa.gov.tr/turkce/grupa/hazar.htm
[42] Oran, Baskın (1981-2001), a.g.e., s. 438.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)