6 Ocak 2009 Salı

Yayınlanmış Ulusal Kitaplar (5) ve Ulusal Kitaplar İçinde Bölüm/Tam Metin (4)

Yayınlanan kitaplar :

1.KONA, Gamze Güngörmüş Kona, Türkiye-Orta Asya İşbirliği Strateji Modelleri ve Gelecek Senaryoları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, (Üçüncü Baskı), ISBN 975 –6618 -41–8, İstanbul, 2002.

2.KONA, Gamze Güngörmüş, Batı’da Aydınlanma Doğu’da Batılılaşma, Yansıma Yayınları, ISBN 975 94874 – 4 – 6, Ankara, 1997.

Kitap editörlüğü:

1.KONA, Gamze Güngörmüş , ABD’nin Irak Operasyonu’nun Türk Basınından İki Yazar Tarafından Algılanış Biçimi, Okumuş Adam Yayınları-Bahar Yayın Grubu, ISBN 975-8513-74-5, İstanbul, 2005

2.KONA, Gamze Güngörmüş , Uluslararası Çatışma Alanları ve Türkiye’nin Güvenliği, Okumuş Adam Yayınları-Bahar Yayın Grubu, ISBN 975-8513-73-7, İstanbul, 2005.

3.KONA, Gamze Güngörmüş , Orta Doğu – Orta Asya ve Kesişen Yollar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul (Üçüncü Baskı). ISBN 975 – 6618 – 92 – 2, İstanbul, 2003.

Kitap İçinde Bölüm :

1. KONA, Gamze Güngörmüş (2008). “2000-2008 Dönemi Türkiye’nin Güvenlik Politikaları” (“Türk Dış Politikası, Der. Prof.Dr.Haydar Çakmak)

2. KONA, Gamze Güngörmüş (2008). “Üçlü Koalisyon Dönemi Türk Dış Politikası” (“Türk Dış Politikası”, Der. Prof.Dr.Haydar Çakmak)

3. KONA, Gamze, “Türkiye’nin Güvenlik Politikaları ve Stratejik Öngörü Düzeyi”, Uluslararası Güvenlik Sorunları, Dr. Kamer Kasım-Zerrin A. Bakan (Der.), 59-81, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, ISBN 975-6362-02-2, Ankara, 2004.

4. KONA, Gamze, “Orta Asya Bölgesi ve Türkiye’nin Bölgedeki Rolü”, ss. 275 -311, Stratejik Dosyalar, Emin Demirel (Der.), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003.

Kitap İçinde Bölümler Tam Metin :

1. KONA, Gamze Güngörmüş (2008). “2000-2008 Dönemi Türkiye’nin Güvenlik Politikaları” (“Türk Dış Politikası, Der. Prof.Dr.Haydar Çakmak)

2000-2008 DÖNEMİ TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK POLİTİKALARI

Soğuk Savaş sonrası dönemin ardından uluslararası sistem kapsamında yaşanan bir dizi radikal değişim, dönüşüm ve kriz anları kimi kez bizleri Soğuk Savaş döneminin en sıcak gelişmelerini dahi özlemle anacak noktaya sürüklemiştir. 1991 sonrası şahit olunan, kimi devletlerce bizzat yaşanan gelişmeler, hız, kapsam ve nicelik gibi açılardan o denli yoğun bir görünüm arz etmişlerdir ki uluslararası sistem bir radikal değişimi tolere edebilmek adına kendisi için gerekli olan olgunluğa erişemeden bir diğer değişimle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Soğuk Savaş sonrası dönemde Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgeleri geçmişte olduğundan farklı bir nitelikte, daha geniş kapsamlı ve kesif kriz noktalarına sahip olurken, Orta Asya, Kafkasya, Balkanlar, Güney Doğu Asya gibi Soğuk Savaş süresince “zoraki sessizlik” yaşayan bölgeler 1991 sonrasında yeni kriz bölgeleri olarak belirmişlerdir. Bu bölgelerin bizim açımızdan en önemli özelliği, Türkiye’yi çevreleyen bir alan oluşturmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu alanların birinde meydana gelebilecek bir değişikliğe tepkisiz kalması düşünülemez. Türkiye’nin pasif bir konumda olması ve herhangi bir rol üstlenmemesi; ne bu bölgeler ne de Türkiye açısından mümkün gözükmektedir.
Türkiye’nin güvenliğini direkt etkileme potansiyeline sahip bu bölgeler sahip oldukları birçok benzerlik açısından dikkat çekmektedir. Bunlar genellikle siyasal olarak istikrarsız alanlardır, çoğu etnik, dini temellere dayanan çatışmalarla çalkalanmaktadır. Ya sıcak çatışmaların ya da patlamaya hazır potansiyel “soğuk savaş”ların yaşandığı durumlar, adı geçen bölgelerin en tipik özelliğidir. Çoğunun geçmişte sömürge dönemi geçirmesi de genel olarak bir benzerlik olmakla beraber bölgelerin günümüz siyasal yapısını şekillendirmede önemli bir etkiye sahiptir. Sömürgeci devletler, bu coğrafyaları etnik, dini, linguistik ve diğer farklılıkları göz önünde bulundurmadan sadece kendi ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda parçalamışlardır. Sınırların bu şekilde çizilmiş olması sonu gelmeyen bir çatışma döngüsünü beraberinde getirmiştir. Bu çatışma potansiyeli, uluslararası aktörleri ve küresel güçleri de bu bölgelerle ilgilenmeye itmiş ve uygulanmaya çalışılan politikalar ya da “barış girişimleri” genellikle çözüm getirmek yerine durumu daha da kötüleştirmiştir. Küresel güçlerin bu bölgelere olan ilgisi artarak devam edecek gibi gözükmektedir. Bunun en bariz örneğini ilerde daha geniş kapsamlı değineceğimiz ABD’nin son Irak Operasyonu girişiminde görmekteyiz. Operasyonun sonuçlarının diğer küresel güçlerin dikkatini bölgeye daha fazla çekeceğini söyleyebiliriz. Adı geçen bölgelerdeki devletlerin özellikle sömürge döneminin bir kalıntısı olarak genellikle otoriter hükümetler tarafından yönetildiğini belirtmek gerekir. Bu hükümetler özellikle ABD ve SSBC arasında yaşanan Soğuk Savaş nedeniyle süper güçler tarafından ya desteklenmişlerdir ya da bu rejimlerin varlığı ve politikaları çok fazla sorgulanmamıştır. Dolayısıyla bu devletlerin demokrasi kavramına pek tanıdık oldukları söylenemez. Devletin çıkarları ya da rejimin gereklilikleri halkların hak ve özgürlüklerinden genellikle daha önemli sayılmış ve insanların baskı altına alınmaları ya da temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılmaları gayet makul karşılanabilmiştir. Demokrasi anlayışının oturmamış olması; çoğulculuk, sivil toplum, insan hakları gibi günümüz liberal anlayışının gereklerinin oluşmamış ya da çok az gelişmiş olduğunu göstermektedir. Değinilmesi gereken başka bir benzerlik de bölge devletlerinin genellikle zengin kaynaklara sahip olmasına rağmen ekonomik yönden gelişmemiş olmalarıdır. Başta petrol ve doğalgaz olmak üzere birçok ekonomik kaynağı barındırmakla beraber bölge devletlerinin bu kaynakların işletilmesinde ya çok az etkin olduğunu ya da bu işi tamamen küresel güçlerin çok uluslu şirketlerine ve konsorsiyumlar(ın)a bıraktıklarını söylemek mümkündür. Dolayısıyla bu devletlerin hem ekonomik hem siyasal hem de güvenlik ile ilgili hususlarda diğer devletlerden büyük oranda etkilendikleri açıktır.
Hemen hemen tümü yukarıda değinilen bu ortak özelliklere sahip yeni dönem kriz bölgeleri sadece kendi bölgelerinde yer alan devletler bağlamında değil ABD, Avrupa Birliği ve Türkiye gibi devlet ve yapılanmaların da güvenliklerine ilişkin bazı önemli unsurlar ifade etmeye başlamış ve ABD, AB, Türkiye adı geçen kriz bölgeleri için zorunlu olarak bir dizi güvenlik politikası geliştirmeye başlamışlardır. Ancak, AB üyesi ülkeler ve Türkiye’ye oranla ABD kendi ulusal güvenlik kaygılarını başlangıçta giderebilmek adına yeni kriz bölgelerine ilişkin daha kapsamlı ve kökten güvenlik politikaları geliştirmiştir. Makale kapsamında 2000 yılından bu güne Türkiye’nin geliştirdiği ve uygulamakta olduğu güvenlik politikaları ele alınacaktır.
Türkiye Soğuk Savaş’ın bitimiyle güvenlik ve dış politika alanlarında ciddi değişimlerle yüzleşmek zorunda kalmıştır. Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nden gelen tehdit algılaması Batının yanında yer alınarak dengelenebiliyordu. Ama küresel dengelerin değiştiği 1990’larda Türkiye de birçok devletin yaptığı gibi bölgesel sorunlarla daha fazla ilgilenmek zorunda kalmıştır. Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra yaşanan Körfez müdahalesi ve Irak’ta meydana gelen değişiklikler Türkiye’nin dış politika ve güvenlik gündemini en çok işgal eden konular olmuştur. Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulması ihtimali Türkiye’de sıkça gündeme gelen konulardan biri olmuştur.
Türkiye Soğuk Savaş sonrası dönemde bir çok kriz bölgesinde ABD ile ortak hareket etmiştir. Somali, Bosna ve Kosova müdahalelerinde Türkiye ABD’nin yanında yer almıştır. Bu müdahalelerde Türkiye Soğuk Savaş’tan bu yana süregelen “en güvenilir müttefik” konumunu devam ettirmiştir. Kriz bölgelerinden Balkanlar’da Türkiye Yugoslavya’nın dağılmasıyla bölge ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştır. Etnik yapı, din, dil gibi özellikler bakımından büyük farklılıklar gösteren bu coğrafya Yugoslavya’nın dağılmasıyla çatışmaların odağı haline gelmiştir. Farklı dil, din, mezhep ve etnik gruba sahip insanların yanyana yaşadığı bu coğrafya, dağılmadan çok kısa bir zaman sonra savaş alanına dönmüştür. Ortodoks Sırplar, Katolik Hırvatlar ve Müslüman Boşnaklar arasında çıkan savaşta çok ciddi bir etnik temizlik başlamıştır ve bu olay Avrupa’nın göbeğinde olmasına rağmen Avrupa ve Avrupa Birliği üyesi ülkeler olaya sadece seyirci kalmıştır. Türkiye bölgedeki çatışmaların barışçı yoldan halledilmesini ısrarla istemiştir. Rusya’nın vetosuna rağmen, NATO düzeyinde bir harekat düzenleyen ABD ve onun müttefikleri olaya müdahale etmiş ve Dayton Anlaşması ile olaylar durulabilmiştir. Türkiye, bölgede barışın tesis edilmesi hususunda ABD ve NATO ile ortak hareket etmiştir. Kısa bir süre sonra Kosova’da patlak veren olaylar Türkiye’nin bölge ile yeniden yakından ilgilenmesine neden olmuştur. Kosova, Yugoslavya döneminde özerk bir yapıya sahip olmasına rağmen dağılmadan sonraki dönemde statüsünün belirsizliği ve bölgedeki Arnavutlar’ın daha fazla özerklik isteklerine Sırplar’dan sert bir tepki gelmiş ve bölge yine sıcak çatışmaların içine sürüklenmiştir. Avrupa ve Avrupa Birliği’nin Bosna olayında olduğu gibi yine seyirci kalması üzerine Rusya’nın veto çabalarına rağmen NATO düzeyinde ABD’nin öncülük ettiği askeri müdahaleyle olaylar durulabilmiştir. Bosna’nın halen istikrara kavuşturulamaması; bölgenin her an patlamaya hazır bir çatışma potansiyeline sahip olduğunu göstermektedir ki, Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri yakından takip etmesi gerekmektedir. NATO’nun bölgede bulundurduğu barışı koruma birlikleri Türkiye’nin zaten bölge ile ilgili gelişmelerde barıştan yana olduğunu göstermeye yetmiştir. Türkiye’nin bu birliklerde asker bulundurmasının bölge istikrarına katkıda bulunacağını söyleyebiliriz.
Kafkaslar ve Orta Asya’da Türkiye güvenlik açısından Türk Cumhuriyetlerle ilişkilerini yoğun tutmaya çalışmıştır. Özellikle Kafkaslar’da Ermenistan-Azerbaycan arasında Karabağ sorunu yüzünden çıkan çatışmada Türkiye, Azerbeycan’ı açıkça desteklemiştir. Fakat Rusya, Ermenistan’a olan açık desteği ve bölge üzerinde geçmişten beri süregelen etkinliği ile Türkiye’nin etki alanını daraltmıştır. Rusya ile ilişkileri ciddi şekilde gerginleştiren bu olaylar, Türkiye’nin Kafkasya’daki diğer devletler ve Orta Asya’daki cumhuriyetlerle ilişkilerini de etkilemiştir. Rusya, Türkiye’nin Rus-Çeçen çatışmasında Çeçenleri desteklediğini defalarca iddia etmiştir. Bu iddialar karşısında Türkiye’nin benimsediği tavır genel olarak Rusya ile ilişkilerin bozulmamasına gayret gösterme şeklinde olmuştur. Rusya’nın iç meselesi olarak nitelendirdiği bu olaya Rus yönetimi çok sert tepki göstermiş ve Rusya’nın parçalanabileceği telaşı Rus yöneticileri Türkiye’ye karşı tavır almaya itmiştir. Çünkü Orta Asya ve Kafkaslar halen önemli bir Türk nüfusu barındırmaktadır ve Çeçenistan’da meydana gelebilecek bir bağımsızlık hareketi diğer bölgeleri de etkileyebilecektir. Özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra ABD ve Rusya arasında yaşanan yakınlık Rusya’nın bölgede daha rahat hareket etmesini sağlamıştır. Rusya’nın yapacağı müdahalelerde kısa bir süre önce oluşan uluslararası yapının Rusya’ya geniş bir hareket alanı sağladığını untmamamız gerekir. Gerek Azerbaycan, gerek Çeçenistan konularında Türkiye’nin ihtiyatlı olması ve Rus faktörünü göz ardı etmemesi gerekir. Orta Asya’daki Türk Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerde de Rus faktörünün hesaba katılması gerekir. Çünkü 11 Eylül saldırılarından sonra bölge üzerindeki ABD-Rus mücadelesinin kısmen de olsa ertelendiğine tanık oluyoruz. Dolayısıyla ABD bölgeye nüfuz edebilmek için Rus gücünü dengeleme adına artık Türkiye’ye 1990’ların başında duyduğu gereksinimi duymayabilir. Yani Türkiye’nin model bir ülke olarak telaffuz edilmesinin ötesinde çok da fazla bir fonksiyonu olmayabilir. Burada bölgede -hem Kafkaslar’da hem de Orta Asya’da- istikrarsızlığın giderilebilmesi için petrol ve doğalgaz kaynaklarının Batı’ya aktarımı önemli bir unsur olacaktır. Ayrıca, ABD’ye Irak operasyonunda açık destek veren Şevardnadze hükümetinin düş(ürül)mesi, Kırgızistan ve Ukrayna’da yaşanan olaylar ABD’nin bölgeye ilgisinin ileride artacağının ve Rusya ile ABD arasındaki ilişkilerin bundan etkileneceğinin işaretlerini vermektedir. Kendi içinde çok parçalı bir yapısı olan Gürcistan’ın ileride ABD için Kafkasya’ya yönelik yeni politikalar benimsemede önemli bir unsur olacağını hatırlatmamız gerekir.
Türkiye’nin yeni kriz bölgelerine ilişkin olarak geliştirdiği politikalar yukarıda açıklanmaya çalışılmıştır. Ancak, Türkiye’nin güvenliği açısından üzerinde daha bir önemle durulması gereken husus; ABD’nin Yeni Orta Doğu Politikası Karşısında Türkiye’nin Orta Doğu bölgesi için geliştirmesi gereken güvenlik politikaları olmalıdır. Çünkü ABD’nin yeni Orta Doğu politikası, yakın gelecekte Türkiye’nin bu bölgeye ilişkin dış politikasını ve ulusal güvenlik politikalarını büyük ölçüde belirleme kabiliyetine sahip bir gelişme olarak karşımıza çıkacaktır.
Türkiye’nin Orta Doğu’daki devletlerle ilişkileri genel olarak uzun süreli ve istikrarlı bir şekilde gelişmemiştir. Çoğu zaman küçük sorunlar dahi devletler arasında önemli krizlere yol açabilmiştir. Bölge devletlerinin rejimlerinin farklılığı ve geçmişten gelen sınır sorunları gibi temel sorunlarına, dışarıdan desteklenen iç sorunlar da eklenince bölge devletleri arasında ciddi bir güvensizlik ortamı oluşmuştur. Türkiye’nin de bölge devletleri ile ilişkileri benzer sebepler yüzünden ilerleme imkanını çok fazla bulamamıştır. Özellikle Suriye, İran gibi komşularımızla ilişkilerimizin genelde uzun soluklu ve olumlu bir şekilde ilerlemesi çok mümkün olmamıştır. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde Irak özelinde geliştirdiği politikalarda Kuzey Irak’ta oluşması muhtemel Kürt devletinin temel belirleyici olduğunu söyleyebiliriz. ABD tarafından 36. paralelin uçuşa yasak bölge ilan edilmesi ve bu bölgenin “Çekiç Güç” müdahalesiyle güvenli bölge olarak açıklanması Saddam Hüseyin yönetiminin bölge üzerindeki etkinliğini azaltmış ve bölgedeki Kürtler için olumlu bir ortam oluşturmuştu. Türkiye, özellikle PKK terörü ile ilgilendiği için Kürtler’in buradaki oluşumuna çok fazla tepki göstermemiştir. Ancak, ikinci Irak operasyonunu takip eden süreçte Irak genelinde ve kuzey Irak özelinde yaşanmakta olan Türkiye aleyhine gelişmeler Türk karar alıcılarının politik ve güvenlik gündemini fazlasıyla rahatsız etmektedir.
Bölgenin diğer önemli bir kriz noktası olan Filistin, Türk-Arap ilişkilerini derinden etkileyen önemli bir konu olmuştur. Türkiye’nin Soğuk Savaş’ın önemli bir kısmında ABD ile olan yakın münasebeti nedeniyle İsrail ile ilişkilerini sıcak tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu ilişki, Türkiye’nin Orta Doğu’da Araplar’la olan ilişkilerine olumsuz bir etkide bulunmuştur. Araplar - özellikle Mısır ve Suriye - Filistin sorununu Arap milliyetçiliğinin tetikleyicisi olarak kullanmışlar ve dolayısıyla İsrail’e destek veren ya da onunla olumlu ilişki kuran her devletin Araplar’a karşı cephe aldığı fikrini savunmuşlardır. Petrol krizi ve iç politikada yaşanan gelişmelerinin bir sonucu olarak Arap ülkeleriyle ilişkiler kısmen de olsa düzelmiştir. Ancak 1980’lerde İsrail ile geliştirilen ilişkiler 1990’larda savunma alanında imzalanan anlaşmalarla zirveye çıkmıştır. Bu yakın ilişki, Soğuk Savaş dönemine oranla Arap devletlerinin tepkisine çok fazla neden olmamıştır. Çünkü Türkiye geçmişe oranla biraz daha dengeli bir politika takip etmiş ve iki tarafı da ciddi olarak dikkate almıştır. İki taraf arasında yapılacak barış görüşmelerine ev sahipliği yapma teklifinde dahi bulunan Türkiye, Oslo Barış Süreci’ni desteklemiştir. Ne var ki Filistin sorunu herhangi bir çözümle neticelenmemiş ve İsrail bu soruna genellikle terörist örgütlerin yaptığı faaliyetleri temel alarak yaklaşmıştır. 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra İsrail bölgede etkinliğini artırmış ve “Güvenlik Duvarı”nın inşasına başlayarak temel kaygılarını Filistin’deki Araplar’ı çevreleyerek gidermeye çalışmıştır.
Türkiye’nin güvenlik politikasını belirleyebilmesi için öncelikle ABD’nin 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra nasıl bir yayılma gösterdiğini ve bunun hangi devletleri nasıl etkilediğini belirlememiz gerekir. ABD, genel itibariyle Balkanlar ve Doğu Avrupa’dan sonra Kafkasya ve Orta Asya’ya yerleşmeye başlamıştır ve bunun son ayağını da Irak müdahalesi sonrası Orta Doğu oluşturmaktadır. ABD’nin askeri varlığı tarafından çevrelenen unsurları şöyle sıralayabiliriz: Çevrelenen Rusya: Doğu Avrupa, Orta Asya ve Kafkasya’dan; Çevrelenen Avrupa Birliği: Doğu Avrupa ve Balkanlar’dan; Çevrelenen Çin: Orta Asya’dan (gelecek için); Çevrelenen Arap dünyası: Orta Doğu’dan; Çevrelenen Türkiye: Orta Asya, Kafkasya, Orta Doğu ve Balkanlar’dan.
ABD, yeni Orta Doğu politikasını hayata geçirmeye çalışırken, Türkiye’den kendisine destek vermesini istemiştir. Orta Doğu devletlerinin büyük oranda demokratik değerlere kavuşmasını amaçlayan bu politikanın hedefi genel olarak Araplar’ın bulunduğu yerlerdir. Ancak bunun içine Kuzey Afrika ve ileride ABD’nin belirleyeceği muhtemel coğrafyaları da ekleyebiliriz. Türkiye’nin böyle bir projede yer alması kriz bölgelerinin sorunlarının önemli ölçüde azalması için önemli bir fırsat olabilir. Fakat Türkiye’nin bu projenin neler getireceği husususunda ihtiyatlı davranması ve iyi bir muhasebede bulunması gerekir. Türkiye, Orta Doğu’daki devletlerle ilişkilerini yeniden gözden geçirme ihtiyacını hissedebilir. İlişkilerin gerginleşme ihtimali ileride birtakım sorunlara yol açabilir. Türkiye’nin 1950’lerde Arap devletleri tarafından Batı emperyalizminin ve ABD’nin bir unsuru olduğu yönündeki algılamayı unutmamamız gerekir. Türkiye’nin bu demokratikleştirme çabalarında hedefin devletler ve rejimler değil, toplumsal yapıların demokratikleştirilmesi olduğuna once kendisi ikna olmalıdır. Aksi durumda, Arap milliyetçiliği Türkiye’yi emperyal amaçları olduğu iddiasıyla suçlayabilir. Türkiye’nin ilişkilerinde en çok sorun yaşayabileceği iki devlet Mısır ve İran olabilir. Çünkü, İran toplumsal yapısı ve rejimi itibariyle demokrasiye uzak ancak, halkının önemli bir kısmının bu iki unsuru da arzuladığı bir yapıya sahiptir. Mısır ise Arap dünyasının ve Orta Doğu’nun liderliğine oynayan bir devlet konumundadır. Dolayısıyla ABD tarafından başlatılacak bu girişim Mısır’ın pozisyonunu olumsuz etkileyebilir.
Orta Doğu’nun önemli bir kriz bölgesi olan Filistin sorununda da Türkiye politikasını tekrar gözden geçirmelidir. ABD’nin yaymayı düşündüğü demokrasi fikrinin genel olarak güvenlik sebeplerinden kaynaklandığı ortadadır. Ancak demokratikleşme kavramının İsrail tarafından nasıl algılanacağı önemlidir. Bu kavramın “Halkların self determinasyonu” fikrini taşıması halinde Filistin’deki Araplar’a devlet kurma hakkının verilip verilmeyeceği bölgenin geleceği açısından önemlidir. İsrail’in güvenlik kaygılarını öne çıkararak daha sert önlemler alması da ihtimal dahilindedir. İsrail’in tercihi ve ABD’nin samimiyeti ve etkinliği Türkiye’nin politikasında önemli etkilere sahip olacaktır. Bu arada Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin artması ve bu ilişkilerin ABD ve NATO eksenine göre şekillenmesi beklenebilir.
Bölgenin daha da istikrarsız olabileceği ihtimalini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Çünkü uygulanacak politikalar çerçevesinde; Irak’ı takiben ileride diğer bir Orta Doğu devletinin ya da devletlerinin topraklarının bölünüp bölünmeyeceği hususu kesin bir şekilde açıklanmamıştır. Türkiye’nin böyle bir kaygıyı genelde Orta Doğu, özelde ise Kuzey Irak için taşıması ve politikalarını bu eksende belirlemesi yerinde olacaktır. ABD, kendi politikaları gereği Irak’ı takiben hedef seçeceği diğer devletlerin parçalanmasına göz yumar ya da bunu desteklerse Türkiye nasıl bir duruş benimseyecektir? ABD ve NATO’yu karşısına alabilecek midir? İleride böyle sorular sormamamız için Türkiye’nin bugünden itibaren ABD’nin niyetini açıkça sorgulamasında yarar vardır. Çünkü ABD yarın demokratikleştirme derken “Halkların self determinasyonu”nun da politikanın bir gereği olduğunu açıklar ve bu hakkın Orta Doğu’da mevcut diğer azınlıklara da verilmesi gerektiğini savunursa Türkiye’nin güvenlik politikasında ciddi bir revizyon gerekebilir.
Böyle bir girişimin Orta Doğu devletlerinin genelinde Baas Partisi’nin ideolojisine sahip parti ya da görüşleri ortaya çıkarabileceği unutulmamalıdır. Çünkü bölgesel bir savunma örgütü olarak kurulan Bağdat Paktı’nın bir üyesi olan Irak, 1958 yılındaki devrimden sonra Baas ideolojisinin etkinlik kazandığı bir devlet haline gelmiş ve rejim Batı karşıtı bir söylemi Arap miliyetçiliğinin temeline yerleştirmiştir. Ayrıca Orta Doğu’da genel olarak çoğunluğun yönetime katılmadığı gerçeğini dikkate almak gerekir. Irak operasyonu sonrası gördüğümüz gibi, halktan her kesimin yönetime katılacağı bir yapının Orta Doğu’da tutunabilmesi gayet zordur. Çünkü otoriter bir başkan ya da parti tarafından bastırılarak yönetilen bir halkın tamamen özgür kılınması sonucu bu özgürlükleri nasıl kullanacağı belirsizdir. Bir devletin içindeki halklar Irak örneğinde olduğu gibi hakimiyetin yalnız kendilerine ait olduğunu iddia edip çatışmaya dahi girebilirler.
ABD’nin Orta Doğu politikasına destek vermesi Türkiye’nin NATO’daki etkinliğini ve konumunu güçlendirebilir. Türkiye’nin özellikle İngiltere ile ve ABD yanlısı Avrupa Birliği ülkeleri ile ilişkilerinde bir gelişme söz konusu olabilir. Ancak, bu politikanın, Türkiye’nin Nato kapsamındaki görev ve sorumluluklarını ve ayrıca Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini ne yönde etkileyeceği belirsizdir. NATO’nun da muhtemelen rol alacağı düşünülürse, bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılan NATO’nun etkinliğinde azalma olabileceği ihtimalini göz önünde bulundurmamız gerekir. Ayrıca bu demokratikleştirme faaliyetleri kapsamında şiddetin ve anti-demokratik yöntemlerin kullanılmamasına dikkat edilmelidir. Orta Doğu’daki devletlerin toplumsal yapıları kadar ordularının da ileride demokratik oluşumu yıkamayacak bir olgunluğa erişmeleri sağlanmalıdır.
Sonuç olarak, dünya artık eski dünya değildir. Soğuk Savaş dönemi sonrasında eski sorunlu bölgelerdeki krizler nicelik ve nitelik itibarıyla yoğunlaşmış ve bunlara ek olarak Türkiye açısından yeni kriz bölgeleri belirmiştir. Bu makale, bu kriz bölgelerinin ve krize dönüşmesi muhtemel sorunların neler olduğunun, Türkiye’nin güvenlik politikalarında ne türden dönüşümlerin beklenildiğinin somut birer ifadesi olarak anlaşılmalıdır.

2. KONA, Gamze Güngörmüş (2008). “Üçlü Koalisyon Dönemi Türk Dış Politikası” (“Türk Dış Politikası”, Der. Prof.Dr.Haydar Çakmak)

ÜÇLÜ KOALİSYONUN DIŞ POLİTİKASI (2000-2008 DÖNEMİ TÜRK DIŞ POLITIKASI)

Türk Dış Politikası kapsamında adeta gelenekselleşen “koalisyon hükümetleri verimsizdir“ inancı DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti döneminde de pekişerek devam etmiştir. Büyük bir destek ve umutla başlayan süreç, yaşanan iç siyasal çalkantılar ve 2000-2001 mali krizleri gibi iki başat nedenle sona ermiştir. Bu makale kapsamında koalisyon hükümetinin dış politik icraatları ve dış politikayı dolaylı yoldan etkileyen iç politik uygulamaları açıklanacak, koalisyon hükümetinin dış politik tavrını etkilemeyen hiç bir hususa değinilmeyecektir.
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Mali Krizler ve Dönemin Dış Politikası Üzerindeki Etkisi
Koalisyon hükümeti döneminde Türk dış politikasını doğrudan etkileyen konulardan biri 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan mali krizlerdir. ANAP-DSP Koalisyon Hükûmetinin IMF ile başlattığı ve 1998 Temmuz ayında imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ile sonuçlanan görüşmeler, son on yıllık dönemi kapsayacak olan en uzun dönemli (1998-2008) Türkiye-IMF ilişkilerinin başlangıcını oluşturmaktadır. Yakın İzleme Anlaşmasının ek metni olan Ekonomik Politikalar Bildirgesi’nde yer alan kararlara göre hükümet, bankacılık ve sosyal güvenlik alanlarında yapısal değişiklikler getiren yeni yasal düzenlemeler yapacak, tahkim ile ilgili Anayasal değişiklikler gerçekleştirecek, özelleştirmede POAŞ, THY, ERDEMİR hisselerini satacak, TEDAŞ dağıtım işletmelerinin işletme haklarını devredecek, TELEKOM’da % 49 hissesini satacaktı, 1999 sonuna kadar mevcut tarımsal destekleme araçlarının tümünü yürürlükten kaldıracaktı. Ancak, Yakın İzleme Anlaşması’nın uygulamasının beşinci ayında, Ekonomiden Sorumlu Bakan Bakanlık görevinden alındı. Hükümet istifa etti ve Nisan 1999 tarihinde bir azınlık hükûmeti oluşturuldu. DSP azınlık hükûmeti seçimler sonrası oluşacak hükûmetin Yakın İzleme Anlaşmasındaki hedefleri koruyacağı güvencesini taşıyan bir ‘Anlayış Birliği Mutabakatı’nı IMF ile 1999 Ocak sonunda imzaladı. DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti güven oyu aldıktan kısa bir süre sonra Ekonomik Politikalar Belgesi’nde verilmiş olan dört taahhüdü yerine getirmek üzere harekete geçti. Haziran ayında TBBM’de Bankacılık Yasası (BDDK’nın kurulması - Bankacılık denetim ve gözetim yetkisinin Hazineden alınması) görüşüldü. Hemen arkasından SSK Yasası gündeme geldi ve kabul edildi. Daha sonra Anayasa değişikliği gerçekleştirilerek tahkim uygulamasının önündeki engeller kaldırıldı. Temmuz-Aralık 1999 dönemi içinde tarımsal kesimde uygulanan destekleme araçları birbiri ardınca Bakanlar Kurulu kararları ile yürürlükten kaldırıldı. 1997 Kasım ayında başlatılan bir süreç iki yıl sonra orta vadeli bir istikrar ve yapısal reform programına dönüştü. Fakat Programın uygulaması 2000 Kasım/2001 Şubat krizlerine yol açtı.
Kısaca; 1999 yılında kurulan DSP-ANAP-MHP hükümeti de bir stand-by ile işe başlamış, kısa vadede ortaya muhteşem bir tablo çıkmış fakat daha sonra yapısal reformları rafa kaldırdıkları için, ekonomiye zararı çok daha fazla olmuştur. En basit özelleştirme konusunda bile anlaşamayarak, çok daha önemli reformları yapamayacaklarını net bir şekilde ortaya koymuşlardır. Tam liberalleşme yapılamayarak özelleştirme işlemleri istenen düzeyde olmamış ve yabancı sermayeye tam serbesti sağlanamamış, sonuçta da bu hükümet 2001 ekonomik krizinden sonra uzun süre iktidarda kalamamıştır. 2001 krizinden sonra Dünya Bankası’ndan Kemal Derviş gelerek, Ekonomi Bakanı olmuş ve IMF’nin Türkiye’ye verdiği krediyi 30 milyar dolara kadar yükseltmiştir. Bu arada birçok bankaya el konmuş ve yabancı banka ve kuruluşların ve alacaklarının ödenmesi devletçe garanti edilmiştir, fakat kanımızca IMF yine tam tatmin olamamıştır.
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetinin bir anlamda sonunu getiren fakat ekonomik bağlamda bir sonraki hükümete olumlu anlamda miras bıraktığı ekonomi politikalarını Erol Tuncer Vatan Gazetesi’ne vermiş olduğu mülakatta farklı bir bakış açısıyla şu şekilde özetlemektedir : “Hangi iktidar gelse temelleri bir önceki hükümet tarafından atılan, bu ekonomik istikrar programını sürdürmek zorunda kalacaktı. Aslında AKP iktidara geldiğinde, yaklaşık bir 6 ay kadar, IMF uygulamasından çıkmayı ciddi olarak denedi. Ancak, 5-6 ay sonra görüldü ki, IMF’den kurtulmanın en iyi yolu, bu istikrar programını uygulamaktır. Bu anlamda Kemal Derviş AKP’nin şansı oldu denilebilir. AKP’nin başka bir şansı daha oldu; sıkıntılı günler DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti döneminde atlatıldı... Ama tam istikrar programının meyvelerini toplamaya başlayacakları sırada erken seçim kararı verildi ve AKP iktidara geldiğinde olumluya dönmüş bir tabloyla karşılaştı. Bu da AKP için büyük bir şanstır…”
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Türkiye-AB İlişkişleri
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetinin bir diğer dış politika çıktısı AB-Türkiye ilişkileri bağlamında kendini göstermiştir. Bülent Ecevit, 1999 yılı yazında aday sayılma talebinde ve Kopenhag siyasî kriterlerini yerine getirme taahhüdünde bulunur. 1999 Aralık ayında ise Türkiye’nin aday sayıldığı Helsinki Zirvesi yapılır; o sırada DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti iktidardadır. Helsinki’de yapılan AB Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığı resmileşirken, adaylık sürecinin işlemesi için bazı konuların çözümlenmesi koşul olarak öne sürülmüştür. Kıbrıs ve Ege meselelerinin halli de bu konuların arasında yer almıştır. Bu koşula göre; Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar uzlaşı yolu ile çözülecek, çözülmez ise sorunu Avrupa Konseyi ele alacaktı. Yunanistan bu şartı mevcut sorunların doğrudan Adalet Divanı’na gideceği şeklinde yorumlarken, Türkiye bu şekilde yorumlanamayacağını belirtmiştir. Türkiye’yi Lüksemburg’da dışlayan AB Helsinki’de neden bu tavır değişikliğine başvurmuştur? Nedenlerden ilki, Türkiye’nin Kopenhag Kriterleri kapsamında gerçekleştirdiği bir dizi düzenlemenin AB nezdinde olumlu etki yaratmasıdır. İkinci neden, Almanya’da Hristiyan Demokratların yerine Sosyal Demokratların iktidara geçmesiyle birlikte Almanya’nın Türkiye’nin AB üyeliğine sıcak bakmaya başlamasıdır. Üçüncü neden, Lüksemburg Zirvesi’nin ardından AB ile ilişkileri siyasi yönden askıya alan Türkiye’yi AB üyesi ülkelerin istediği gibi yönlendirebilme şansından uzak kalmalarıdır. Son neden ise, Türkiye’nin AB üyeliğine tam destek veren Clinton yönetiminin AB üyesi ülkeleri bu alanda etkileme gücünün sonuç vermesidir.
Koalisyon hükümeti döneminde AB üyeliği kapsamında yaşanan tüm bu olumlu gelişmelere karşın bir dizi olumsuz gelişmeden de söz etmek yerinde olacaktır. 1999 yılı Haziran ayında Köln’de yapılan Avrupa Konseyi toplantısında AB’nin özellikle kriz çözümlerine yönelik olarak oluşturmayı hedeflediği Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (AGSP) temelleri atılmıştı. Bu doğrultuda AB, AGSP’yi oluşturabilmek için sahip olduğu kaynakların yeterli olmayacağını öne sürerek NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinden yaralanmayı kararlaştırmıştır. Bu durumda, AB üyesi olmayan fakat NATO üyesi olan Türkiye operasyon aşamasında karar zemininde değil danışma zemininde (o da bazı koşullarda) yer alacaktı. Kıbrıs ve Yunanistan gibi konularda Türkiye’nin bu sürecin dışına itilmesi Türk karar alıcılar tarafından hoşnutsuzlukla karşılandı. Bu hoşnutsuzluğun kısmi telafisi ancak Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’nde yapıldı. Bu Zirve’de alınmış olan karar neticesinde Türkiye’ye AGSP’nin NATO üyesi bir ülkeye karşı kullanılmayacağı sözü verilmiş ve Kıbrıs Rum Yönetimi’nin bazı meselelerde NATO kaynakları kullanılarak düzenlenecek AB operasyonlarında yer almaması kararlaştırılmıştır. Bunun yanı sıra, 1999 Helsinki Zirvesi ile aday ülke statüsü tanınan Türkiye’nin Avrupa Birliği’nden alacağı mali yardımlarda insan hakları konusunun iyileştirilmesi şartına bağlanmıştır. Ayrıca, Koalisyon hükümeti döneminde Avrupa Birliği’ne ilişkin olarak alınan kararlar ve yapılan reformlar AB üyesi ülkeleri hoşnut ederken Türkiye’nin farklı kurumları arasında görüş ayrılıklarına yol açmıştır. Bilindiği gibi Türkiye'deki ilk reform paketleri DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti zamanında geçmiştir. Kemal Derviş'in Türkiye'ye gelip ulusal programı yapması ile sadece ekonomik liberalleşme değil, siyaseten de liberalleşme reformlarının temeli atılmıştır. 1999 önemli bir milattır. 2001 mali krizi ve bunun getirdiği yeniden yapılanma önemli bir başka milattır. 1999'dan sonra, özellikle Türkiye-AB ilişkileri farklı bir düzleme geçtiği zaman, yani resmi olarak aday üye ilan edildikten ve AB ile olan ilişkilerinde ulusal program, katılım anlaşması belgesi ortaya çıktıktan sonra, Türkiye'de hem asker hem de dışişleri içinde çatlaklar başlamıştır. Genel olarak bu iki geleneksel kurum üçe bölünmüştür: Avrupacılar, Amerikancılar ve milliyetçi çizgi Asyacılar. Amerika taraftarları çok fazla ses çıkarmadılar, çünkü Amerika'nın özellikle 11 Eylül'den sonraki karnesine bakınca çok fazla tutulabilir yanı yoktu. Diğer yandan, İran ve Rusya'ya yaklaşalım diyen Avrasyacılar da çok fazla kabul görmedi. O yüzden bir yerde gerek dışişleri gerekse asker içinde AB yandaşlarının epeyi yol aldığını görüyoruz ve bu çatlağın daha fazla büyüdüğünü görüyoruz.
Lüksemburg’da dışlanan Türkiye, Helsinki’de “aday ülke” sayılmış ve Katılım Ortaklığı Belgesi’ni imzalayarak Ulusal Program hazırlamayı taahhüt etmiştir. Bunun sonucunda, süreç içerisinde; idam cezası kaldırılmış, ana dilde yayın ve eğitim hakkı tanınmış, düşünce özgürlüğü önündeki engeller önemli ölçüde kaldırılmış, MGK sivilleştirilmesi kararı öneri haline getirilmiş, OHAL kaldırılmış, DGM’ler kaldırılmış, Dernekler Kanunu liberalleştirilmiş, AİHM kararları gereği yeniden yargılama yapılmış, işkenceye son verilmiş, AİHS’ye ekli bütün protokollere taraf olunmuş, insan hakları konularında uluslar arası hukuk kurallarının iç hukuk kurallarına önceliği sağlanmıştır.
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Türkiye-ABD İlişkişleri
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümetinin bir diğer dış politika çıktısı ABD-Türkiye ilişkileri bağlamında kendini göstermiştir. ABD bu dönemde PKK’yı etkinsizleştirme, Hazar petrolünün Bakü-Ceyhan boru hattıyla Türkiye üzerinden pazarlanması ve BAB, AB ve AGSP gibi konularda Türkiye’ye tam destek verdi. İnsan hakları konusunda Türkiye’ye Avrupa devletleri gibi dayatmacı bir tutum içinde olmadı. Kasım 1999 AGİT Zirvesi’nde Türkiye’ye verdiği destek iyice belirginleşti. Abdullah Öcalan’ın 1998 yılında Suriye’den çıkarılması ile başlayan ve 15 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirilmesiyle neticelenen süreçte ABD’nin muhtemel katkısından söz etmemek mümkün değildir. ABD tarafından Türkiye’ye belirtilen hususlarda verilmiş olan destekte bazı konuların pay sahibi olduğunu belirtmekte yarar görüyorum. Rusya’nın ikinci Çeçenistan müdahalesiyle belirginleşen Kafkasya’da nüfuz genişletme çabaları, dağılmanın ardından “arka bahçesi” olarak nitelendirdiği Orta Asya’da başat güç olma arzusunun engellenmesi, Kafkasya ve Orta Asya’da yer alan enerji kaynaklarının Batı pazarlarına aktarılmasında tek yetkili devlet olma hedefinin engellenmesi, Irak’ta Saddam rejimini yakından denetleyebilmek için İncirlik hava üssünü istediği şartlar alında ve zamanda kullanma ihtiyacının karşılanması gibi konularda ABD doğal olarak Türkiye’nin desteğine ihtiyaç duymuş ve ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiştir. Bu bağlamda, 1999 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel NATO toplantısı nedeniyle, dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ise dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un daveti üzerine ABD’yi ziyaret etmişlerdir. Hemen ardından, yine 1999 yılı içinde Kasım ayında AGİT Zirvesi için İstanbul’a gelen Başkan Clinton Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmada iki ülke ilişkilerine yönelik gayet olumlu mesajlar vermiştir.
Diğer taraftan Türkiye DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti döneminde; Balkanlar’da, Irak ve İran politikaları özelinde, Kafkaslar ve Orta Asya’da benimsediği politikalar genelinde, İsrail ile ikili ilişkiler bağlamında ABD politakalarının destekleyicisi olmuştur. ABD 1999’da meydana gelen Yugoslavya krizinde ABD ile ortak politikalar geliştirmiş ve uygulamıştır. ABD önderliğinde Nato üyesi ülkelerin uçaklarıyla başlatılan bombalamanın ardından Yugoslavya direncini artırınca ABD Türkiye’deki üsleri de kullanmak istedi. Bu istek üzerine Türkiye Bandırma ve Çorlu’daki üslerini ABD’nin kullanımına açtı. ABD’nin Saddam rejimini devirebilmek ve İran’ı bölge politikalarında etkinsizleştirmek amacıyla bu iki ülkeye yönelik olarak uyguladığı çifte çevreleme politikasına Türkiye tam destek vermiştir. Dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen tarafından 1999 yılında Irak’ta Saddam rejimi devam ettiği sürece Çekiç Güç’ün kaldırılmayacağına ilişkin olarak yapılan açıklama Türkiye’de oluşturulduğu ilk günden beri huzursuzluk yaratan bu konuda dahi Türk yetkililerinin olumsuz bir karşı açıklaması ile neticelenmemiştir. ABD’nin Doğu Akdeniz ve Orta Doğu’da etkinliğini daha da artırmasıyla neticelenen Türkiye-İsrail ilişkilerinin güçlendirilmesi süreci bu döneme belirgin bir biçimde damgasını vurmuştur.
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Türkiye-Orta Doğu Ülkeleri İlişkileri
İran’ın İslami rejimini ihraç etmesi ihtimalinden duyulan kaygı, Kemalist aydınların katledilmesinde ya da katledenlere verilen destek sürecinde İran’ın dahli olduğu şüphesi, Türk Hizbullahı üzerindeki olası İran etkisi, PKK militanlarına İran tarafından verildiği iddia edilen destek gibi konular Türkiye- İran ilişkileri kapsamında her dönem değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Koalisyon hükümeti döneminde tüm bu belirtilen kökleşmiş sorunlar etkinliğini korurken fiili olarak, ikili ilişkiler kapsamında üç temel sorun kendini göstermiştir. Bunlardan ilki, 1999 yılı Temmuz ayında İran sınır birlikleriyle Türk hava kuvvetlerine ait uçaklar arasında, Türk yetkili makamlarınca İran’da bulunduğu addia edilen PKK kampları nedeniyle doğan sıcak çatışma meselesidir. İkincisi yine 1999 Temmuz’unda İran’daki rejim muhaliflerinin İran’daki mollalara karşı protestolarını destekleyici açıklamada bulunan Başbakan Bülent Ecevit’in İran’ın Türkiye’ye yönelik tavrını keskinleştirmesine elverişli bir ortam sağlamış olmasıdır. Tüm diğer gerginlikler gibi kısa bir süre sonra unutulan bu iki gerginliğin ardından ilişkiler eski görünüme kavuşmuştur.
Özellikle 1990’ların ikinci yarısından itibaren giderek kesifleşen Türkiye-İsrail ilişkileri DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti tarafından da derinleştirilerek devam etmiştir. İkili ilişkiler; İkinci İntifada esnasında İsrail’in sertlik politikası, bir İsrailli Bakan’ın Ermeni soykırımı iddialarını gündeme getirmesi gibi iki küçük olumsuzluğun dışında üst düzey resmi ziyaretler çerçevesinde, özellikle de askeri alanda artarak devam etmiştir.
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti öncesinde yüzleşilen bir dizi iç politik gelişmenin ardından yaşanan 28 Şubat 1997 sürecini takip eden dönemde Türk Genelkurmayı irtica ve bölücü terör tehdidini birinci öncelik olarak tespit etmiş ve bölücü teröre destek veren İran ve Suriye’ye karşı askeri güç kullanma ihtiyacının hasıl olabileceğini ifade etmiştir. Bu ifadenin ardından dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in “Suriye sabrımızı taşırmaktadır” şeklindeki açıklaması iki ülke ilişkilerini iyiden iyiye gerginleştiren unsurlar arasındaydı. Türkiye’nin bu kararlı askeri ve politik tutumunun ardından Öcalan Suriye’yi terk etmek zorunda kalmıştır. Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın ölümünün ardından Beşar Esad’ın yönetimi üstlenmesiyle birlikte Suriye ile ilişkiler yumuşamaya başlamıştır.
Türkiye’nin DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti döneminde Irak ile ilişkiler ise daha çok ABD’nin Saddam ve Kuzey Irak politikası çerçevesinde şekillenmiştir. Bu dönemde daha çok ABD’nin Irak politikalarını uygulamasında kolaylık gösteren bir tavır benimseyen Türk dış politikası karar alıcılarının bu ilişkiler bağlamındaki başlıca hedefi; düzenlenmesi kuvvetle muhtemel Irak operasyonunun ardından belirecek yeni Irak, yeni Kuzey Irak ve Türkiye üçgeninde ABD’nin mümkün olduğunca Türkiye’yi kollayan politikalar geliştirmesini ve uygulamasını sağlamaktı.
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Türkiye-Balkan Ülkeleri İlişkileri
DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti döneminde Türkiye-Yunanistan İlişkilerinin yumuşaması; Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Kenya’daki Yunanistan Büyükelçiliği’nde yakalanmasının ardından Yunanistan’ın Türrkiye’ye PKK dahil terör eylemleri uygulayanlara destek politikasını gözden geçirmesi, Türkiye’de yaşanmış olan yıkıcı Ağustos 1999 depremi ardından Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik sıcak tavrı, dönemin iki ülke Dışişleri Bakanları İsmail Cem ve Yorgo Papandreu’nun gayet dostane temasları, o dönem iktidarda bulunan Kostas Simitis hükümetinin yönetim kadrosunda yer alan Türkiye aleyhtarı karar alıcıları etkinsizleştirmesi gibi başlıca dört temel sebebe dayanmaktaydı. Kıbrıs ve Ege Denizi’ni ilgilendiren tüm sorunlar niteliğini ve varlığını korumakla birlikte Türkiye-Yunanistan ilişkileri bu dönemde iyi niyet çerçevesinde yürütülmüştür.
DSP-ANAP-MHP koalisyn hükümeti döneminde Balkan coğrafyası kapsamında diğer bir dış politika uygulamamız 1999 yılında meydana gelen Kosova krizi bağlamında gerçekleştirilmiştir. Türkiye bölgeye yönelik Nato girişimini desteklemiş, Arnavutluk’a askeri birlik göndermiş, Belgrad yönetiminin etnik temizlik uygulayacağı endişesiyle Makedonya topraklarına geçen mültecilerin bir kısmına kapılarını açmış, diğer kısmına ise insani yardımda bulunmuştur. Ayrıca Türkiye bu dönemde ABD’nin Balkanlar’da en büyük destekçisi olmuştur.
DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükümeti Döneminde Türkiye-Rusya Federasyonu/Orta Asya Cumhuriyetleri/Kafkasya Ülkeleri İlişkileri
Koalisyon hükümeti döneminde Orta Asya Cumhuriyetleri (OAC) ile Türkiye arasında gelişen ilişki daha çok eğitim ve kültür alanında kendisini göstermiştir. OAC kapsamında açılan Türk okullarının sayısı Başbakan Bülent Ecevit’in de desteği ile artış göstermiştir. Kültürel ve tarihi ortaklığa yapılan vurgu temelinde yürütülen ilişkilerde Türkiye leyhine ekonomik ve siyasal bir gelişmeden söz etmek bu dönem için mümkün olmamıştır. Daha çok siyasal açıdan istikrarlı, ekonomik açıdan ise güçlü ve istikrarlı, kendileri için sermaye sağlayabilecek, yoğun yatırımlar gerçekleştirebilecek ve Rusya Federasyonu karşısında güçlü durmalarını sağlayacak Batılı devletlerle ilişki geliştirmeye yönelen OAC’ın Türkiye ile olan ilişkileri tüm bu nedenlerle eski seviyesine ulaşamamıştır.
Kafkasya’da ise Ermenistan diaspora politikasını başarıyla devam ettirerek Türkiye’yi dış politik alanda daha kırılgan duruma getirmiş, Azerbaycan’la ilişkiler “İki devlet bir millet” şeklindeki duygusal kavramsallaştırmadan öteye gidememiş, Gürcistan’la ise ilişkiler her dönem olduğu gibi Rusya Federasyonu’nun gölgesinde devam etmiştir. Bu dönemde Türkiye için Kafkasya politikası bağlamında en olumlu gelişme Baku-Tiflis-Ceyhan boru hattının gelecek dönemde Türkiye’ye getirebileceği olumlu kazanımların hesabı olmuştur.
Rusya Federasyonu ise 1999 yılında ikinci Çeçenistan operasyonunu başlatmış ve bu süreçte Türkiye’nin Çeçen direnişçilere lojistik ve maddi destek sağladığını ifade etmiştir. Türkiye kamuoyunun birinci Çeçen Savaşı’ndan daha az bir tepkiyle karşıladığı ve Rusya Federasyonu’nu daha mutedil bir hava içinde eleştirmeyi yeğlediği ikinci Çeçen Savaşı süreken Başbakan Bülent Ecevit 1999 yılı Kasım ayındaki Rusya gezisini iptal etmeyerek gerçekleştirmiştir. Bu gelişmenin yanısıra; Abdulllah Öcalan’ın Ekim 1998 yılında Suriye’yi terk etmesinin ardından Rusya’ye gelmesi, sığınma talebinde bulunması ve Duma’nın aldığı bir kararla sığınma hakkı tanınması için dönemim Rusya Devlet başkanı Boris Yeltsin’e çağrıda bulumasıyla iki ülke arasındaki ilişkiler gerginleşmiştir. Türkiye’nin abartılı olmayan tavrı neticesinde Öcalan burada barınamamış ve İtalya’ye gitmiştir.
Dış politikada bu makale kapsamında ifade edilmeye çalışılan olumlu sayılabilecek gelişmeler yaşanırken iç politikada gayet çalkantılı bir sürece girilmiştir. Başbakan Bülent Ecevit’in hastalığı, yolsuzluk olayları, hükümet içi anlaşmazlıklar, Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan, Dışişleri Bakanı İsmail Cem ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in önderliğini yaptığı parti içi muhalefetin yükselmesi DSP-ANAP-MHP kolalisyon hükümetinin sonunu getirdi. Erken seçim kararı alındı ve 2002 yılının Kasım ayında yapılan seçimlerde AKP hükümeti Meclis' de çoğunluğu elde ederek tek başına iktidar oldu.
Kaynakça
“IMF Gözetiminde 10 Uzun Yıl 1998-2008 : Farklı Hükümetler Tek Siyaset”, Bağımsız Sosyal Bilimciler Raporu, Haziran 2006, İşletme ve Finans Dergisi, www.isletme-finans.com

Erdinç, Yaşar (2004). “Stand-by Yeterli mi”, 08.08.2004, www.aksam.com.tr

Altıer, Selahattin (2007). Stratejik Rapor:“Globalleşme (Küreselleşme) fikirlerinin doğuşu ve gelişimi”, 05.07.2007, www.21yyte.org

Tuncer, Erol (2007). “İstikrar Programı AKP’ye Yaradı”, 09.07.2007, www.vatan.com.tr

Sönmezoğlu, Faruk (2006). II: Dünya Savaşı’ndan Günümüze Türk Dış Politikası, İstanbul, Der Yy., 2006.

Sözen, Ahmet (2007). “Kıbrıs Sorununun Çözüm Süreci Hareketlenecek”, 24.01.2007, www.abhaber.com

Günuğur, Haluk (2006). “AB Müzakerelerinde Birinci Yılın Muhasebesi : Tespitler, Öneriler, Projeksiyonlar”, Siyaset, Ekonomi ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (SETA) Paneli, 31.10.2006, www.setav.org

Uzgel, İlhan (2005). “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), İletişim Yy., Ankara, 2005.

Tellal, Erel (2005). “Rusya’yla İlişkiler”, Baskın Oran (der.), İletişim Yy., Ankara, 2005.

3. KONA, Gamze, “Türkiye’nin Güvenlik Politikaları ve Stratejik Öngörü Düzeyi”, Uluslar arası Güvenlik Sorunları, Dr. Kamer Kasım-Zerrin A. Bakan (Der.), 59-81, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, ISBN 975-6362-02-2, Ankara, 2004.

TÜRKİYE'NİN GÜVENLİK POLİTİKALARI VE STRATEJİK ÖNGÖRÜ DÜZEYİ

ÖZET

Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin güvenlik politikaları ve Türk dış politikası kapsamında “strateji geliştirme” kavramının ne denli önemli olduğunu vurgulamaktır. Makalede, “strateji algılama” ve “strateji geliştirme kavramları açıklandıktan sonra Türk karar alıcılarının ulusal güvenlik politikaları ve Türk dış politikası nezdinde bu iki kavrama ilişkin olarak nasıl bir duruş aldıkları tartışılmaktadır. Bu türden bir analitik yaklaşım, bir taraftan Ulusal Kurtuluş Savaşı’ından günümüze dek Türkiye’nin güvenlik güncesini açıklamakta bir diğer taraftan ise Türkiye’nin coğrafi, jeopolitik, etnik ve kültürel özellikleri göz önünde bulundurularak Türk dış ve güvenlik politikalarında belirtilen kavramları dikkate alma gerekliliğinin önemini ifade etmektedir.

Anahtar Sözcükler: Stratejik öngörü, stratejik planlama, strateji geliştirme, güvenlik politikası, Türk dış politikası


ABSTRACT

This essay concentrates on the importance of the development of strategy perception in Turkish security policy and Turkish foreign policy. The author explains the content of the notions strategy perception and strategy development then analyses the stand of Turkish decision-makers in regard to these notions in national security policies and Turkish foreign policy. This analytical approach includes on the one hand, Turkey’s security agenda from the begining of the National War of Independence until today, and on the other the necessity of the application of the indicated notions in Turkish foreign and security policies depending on Turkey’s geographic, geopolitical, ethnic and cultural peculiarities.

Key Words: Strategic perception, strategic planning, strategy development, security policy, Turkish foreign policy

GİRİŞ

II. Dünya Savaşı’nı takiben oluşan iki kutuplu uluslararası sistem kapsamında tehlike, tehdit ve duyarlılık alanları net bir biçimde tespit edilebilecek basit özelliklere sahipti. ABD’nin öncülüğünde yapılandırılan Batı Bloku’nun algıladığı belli başlı tehditler; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin komünist ideolojiyi yayma çabası ve olası nükleer gücünü geliştirme girişimleri idi. Sovyetlerin ise karşı koymaya çalıştığı; Amerika’nın öncülüğündeki Batı’nın emperyalist genişlemesini engellemekti. Tehdidin ne zaman, kimden, nasıl, hangi nedenlerle ve hangi boyutlarda gelebileceğini kestirmek her iki taraf için de zor değildi. ABD ve SSCB için yapılması gereken, tehdidin algılandığı ideolojik genişleme ve nükleer güç artırımı gibi belli alanlara ilişkin gerekli stratejiler geliştirmek ve tehdide duyarlı alanlara yönelik güvenlik politikaları tesis etmekti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tercihini Batı’dan yana yapan Türkiye Cumhuriyeti için de yerine getirilmesi gereken tek görev Batı’nın yani ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikaların, Türkiye’yi ilgilendiren yönüyle ilişkili olarak, sevk ve idaresinden sorumlu olmaktı. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin Sovyetler karşısında kendi ulusal güvenliğini sağlayabilmek için özel güvenlik politikaları geliştirmesine gerek yoktu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına dek düzen bu şekilde devam etti.

Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından şekillenen yeni uluslararası ortam tehdidi çeşitlendirerek, duyarlılık alanlarını genişletti. İki kutupluluktan (ABD – SSCB) tek büyük gücün (ABD) hakim olduğu sisteme geçiş aşamasının ilk dönemlerinde, ABD, Avrupa ve bağımsızlıklarını yeni kazanan cumhuriyetler, Sovyetler Birliği gibi önemli bir tehdit unsurunun ortadan kalkmasıyla kısa süreli bir rahatlama yaşadılar ancak yeni sistemin yeni unsurlarının şekillenmesiyle birlikte bu rahatlama yerini güvenliğe ilişkin ciddi bir tedirginliğe bıraktı. Artık tehdit tek değil çok boyutluydu; etnik, dini ve kültürel çatışmalar, demokrasiye ve serbest piyasa ekonomisine geçişte yaşanan krizler, kaynağı belli olmayan terör, uyuşturucu ticareti, karapara aklama girişimleri gibi yeni unsurlar tehdidin kaynaklarını çeşitlendirerek, devletlerin duyarlılık alanlarının genişlemesine neden oldu.
Bu gelişmelerin odağında yer alan Türkiye, bir anda kendisini belirsizliklerle çevrili buldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin Sovyetler Birliği karşısında geliştirmiş olduğu stratejiler vasıtasıyla Türkiye’yi bölgede güvenceye almayı başaran Türk karar alıcılar, yeni ortamda oluşan çok boyutlu tehdit algılamalarını azaltan ve duyarlılık alanlarını daraltan stratejiler geliştirmekten, stratejik öngörü planlamaktan ve gerekli güvenlik politikaları yapılandırmaktan uzak kaldılar.
Çalışma kapsamında; Soğuk Savaş sonrasında çeşitlenen tehdit algılamalarına ve genişleyen duyarlılık alanlarına paralel olarak ve Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik, kültürel ve etnik özellikler dikkate alınarak strateji geliştirme, stratejik öngörü planlama ve güvenlik politikaları yapılandırma gibi kavramların Türkiye özelinde ne ölçüde önemli olduğu irdelenecektir.

“STRATEJİ”VE “STRATEJİ GELİŞTİRME”
Uluslararası ilişkiler ve dış politika alanlarını ilgilendiren anlamıyla strateji, bir devletin belirlenen hedefe ulaşmak için mevcut askeri, ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal güçleri birbiriyle uyumlu biçimde düzenleyip, biraraya getirerek koşulların gerektirdiği şekilde işlevsel biçimde hedefe uygun olarak yönlendirmesidir. Strateji oluşturma sürecinde; ulaşılmak istenen hedefin iyi tanımlanması, belirlenen hedefin gerçekleşmesi için gerekli güç ve imkanların oluşturulması ya da mevcut güç ve olanaklar arasında eşgüdüm-akışkanlık sağlanması, bu güç ve imkanların hedefe yönelik olarak uygun biçimde sevkedilmesi gerekmektedir (Akad, 1992:21). Bu üç aşamada ortaya çıkacak bir tıkanıklık ya da önemsememe durumu ilgili stratejinin etkinliğinin azalmasına ya da bu stratejinin geçersizliğine yol açacaktır.

Strateji kavramı Türkiye’de yeni bir kavram olarak bilinse de, bu kavramın Uzak Doğu ve Avrupa’da çok daha eski tarihlere dayandığını görürüz. Strateji kavramının ortaya çıkış tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanmaktadır. Sun Tzu, dünyada en önemli stratejistlerden biri olarak kabul edilirken, M.Ö. 51’de Jül Sezar tarafından yazılan “Galya Savaşı”, strateji konusundaki en eski kitap olarak bilinmektedir. Ayrıca, stratejiyle ilgili olarak 1700’den beri yazılmış çok sayıda kitap bulunmaktadır. Ancak, strateji kavramını askeri alanda bir sanat olarak Napoleon Bonaparte’ın uyguladığı ve 19.yüzyılda Batı’da Carl von Clausewitz’in bu kavramın teorik yapısını belirlediği kabul edilmektedir. Machiavelli’nin yazdığı “Savaş Sanatı” ve “Prens”, strateji üzerine Batı’da yayımlanmış en meşhur özgün kitaplar olarak bilinmektedir. Bundan başka, Clausewitz tarafından yazılmış olan “Savaş Üzerine” 19. yüzyılda stratejiyle ilgili en önemli kitap kabul edilmektedir (Mütercimler, 1997:5-7).

Bu noktada, şunu açıklığa kavuşturmamız gerekir ki, strateji kavramının içeriği 18. yüzyıldan bu yana aynı kaldıysa da, referans noktası 19. yüzyılın ikinci yarısında değişikliğe uğramıştır. Strateji, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında daha çok askeri alanda ve askeri operasyonların planlanması ve yönetimiyle ilgili olarak kullanılmışken, aynı kavram, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, askeri alanın dışında siyasal, ekonomik, toplumsal alanları da içine almaya başlamıştır. Stratejinin içeriğinin genişletilmesiyle birlikte, bu terimin anlamı da değişiklik göstermeye başlamıştır.

20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, strateji kavramının, öncelikle dış politika ve güvenlik politikaları olmak üzere çeşitli alanlara uygulanması, uluslararası politikadaki kutuplaşma nedeniyle bir zorunluluk haline gelmiştir. Amerika’nın öncülüğündeki Batı ile Rusya’nın öncülüğündeki Doğu dünyası arasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Doğu-Batı bloklaşması, her iki kutubun da bir diğerine karşı güvenlik ve strateji politikaları oluşturmalarını ve gelecekleriyle ilgili belirli planlar yapmalarını gerektirmiştir. Bu düşünce, ayrıca her iki tarafı siyasal (Varşova Paktına karşı Nato gibi) ve ekonomik (Comecon’a karşı EEC gibi) stratejiler geliştirmeye de sevk etmiştir. Bu nedenle, Soğuk Savaş döneminden bu yana yalnızca stratejinin içeriği zenginleşmemiş aynı zamanda strateji geliştirmenin önemi de artmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Soğuk Savaş yılları boyunca uluslararası politikaya egemen olan mevcut siyasal düzen, yerini dünya siyasetindeki yeni oluşumlara bırakmıştır. Eski Sovyetlerin jeopolitik alanındaki beklenmedik değişiklikler, Avrupa devletlerini ve özellikle de ABD’yi, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı Devletleri’ne karşı benimsedikleri stratejileri yeniden düzenlemeye zorlamıştır. Bir anlamda, uluslararası sistemdeki olağandışı değişiklikler, bu devletleri eski stratejilerini yeniden değerlendirmeye ve eski dünya düzeninin mevcut kalıntıları arasında yeni kaynaklar aramaya zorlamış oldu (Chilcoat, 1995:6). Böylece, strateji kavramının politikaya uygulanması hususu, ABD ve Avrupa devletlerinin dış ve güvenlik politikalarının önemli bir bölümünü oluşturmaya başlamışken; strateji uzmanlarının da belirli hedeflere ulaşmak üzere kendi ülkelerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal potansiyellerini koordine etme çalışmaları dış politika arenasında önemli faktörlerden biri olarak görülmeye başlanmıştır.

STRATEJİ GELİŞTİRMENİN TEMEL UNSURLARI
Yanlış, eksik, temelsiz, potansiyel gücü aşan ve uyumsuz stratejilerin uluslararası ilişkiler alanında bir devleti değer kaybına uğratabileceği, dış politikada faydadan çok zarar verebileceği ve ulusal güvenlik konusunda ise o devleti daha fazla tehdide maruz bırakabileceği olasılığı gözönünde bulundurulduğunda, ilgili stratejilerin bazı temel unsurlara dayandırılarak geliştirilmesi kaçınılmaz hale gelmekte ve ancak bu yöntemle geliştirilecek stratejilerden verim alınabilmesi söz konusu olmaktadır.

Strateji geliştirme aşamasında gerekli olan temel unsurlar şunlardır:
“Hedefin büyüklüğünü potansiyel güç ve kabiliyete uygun biçimde tespit etmek” strateji geliştirmede olmazsa olmaz taktik olarak kabul edilmelidir çünkü amacın mevcut araçlara göre ayarlanmadığı bir başka deyişle amacın büyüklüğü eldeki araçların büyüklüğü ve gücünü aştığı takdirde belirlenen amaca ulaşmak imkansızlaşır.
“Amaç ve hedef arasındaki bağlantıyı muhafaza etmek”, strateji planını mevcut şartlara dahi adapte ederken daima amacın gözönünde bulundurulmasını sağlayacaktır. Tespit edilen herbir hedefin amaçla ya da amacın hedefle ilgili olmasını sağlamak strateji geliştirme sürecinde amaç ya da hedeften sapma olasılığını azaltır.
“Siyasal, ekonomik ya da askeri yarışta yer alan diğer aktörlerin (devletlerin) tahmin edemeyecekleri, sezinleyemeyecekleri, en az umulan bir strateji belirlemek”, bu güçlerin olası etkinliğini ve olası müdahalesini en baştan ortadan kaldıracaktır. Bu durum, tespit edilen hedefe ulaşmada daha az maliyet, daha az zaman unsurlarını olumlarken daha kısa zamanda, daha az bir maliyetle, daha yüksek bir kar maksimizasyonuna ulaşmayı kolaylaştıracaktır.
“En az direnç gösterilecek stratejik planı uygulamak”, hedefe ulaşma aşamasında daha az sayıda engelle karşılaşmayı beraberinde getirecektir.
“Benzer içeriğe sahip alternatif hedefler kapsayan strateji geliştirmek”, tespit edilen hedeflerden birine ulaşma aşamasında üstesinden gelinemeyecek engeller zinciriyle karşılaşıldığında yakın içeriğe sahip bir diğer hedefe ya da hedeflere yönelmeyi kolaylaştıracaktır. Böylece hedefe ulaşamama durumu ile karşılaşılmayacaktır.
“Stratejik planın esnek ve değişen koşullara uygun olmasını sağlamak”, hedefe ulaşma aşamasında bir engelle karşılaşıldığında mevcut planın revize edilmesini kolaylaştıracağı gibi hedefe ulaşıldıktan sonra da o anın ortamına göre bu planın yeniden şekillendirilebilmesini temin edecektir.
“Gerçekleştirilememiş bir hedefi benzer ya da aynı siyasal, ekonomik ve askeri güçleri kullanarak ve benzer ya da aynı stratejik planla (benzer ya da aynı hareket tarzıyla) yeniden uygulamaya koymamak” gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen temel unsurlar; askerlik bilimi, savaş tarihi ve strateji konularında yaptığı çalışmalarla strateji ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı B.H. Lidell Hart’ın harbin prensiplerini açıklamak için “olumlu özlü sözler” ve “olumsuz özlü sözler” başlığı altında sıraladığı unsurların, strateji kavramını her alanda kullanabilmek için içeriğe sadık kalınarak tarafımdan genelleştirilmiş şeklidir (Hart, 2002:260-261). Kanımca, ancak yukarıda belirtilen temel unsurlar dikkate alındığında sağlıklı ve fayda sağlayan stratejiler geliştirmek mümkün olabilmektedir.

“STRATEJİK ÖNGÖRÜ” ve “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA”
Uluslararası ilişkiler alanında etkin olabilmek, dış politikada ulusal çıkarları maksimize edebilmek ve ulusal güvenliği mevcut ve olası tehdit unsurlarından koruyabilmek için ileriye dönük hedeflerin tespit edilmesi ve bu hedeflere ulaşmak için de uygun stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Günü kurtarır nitelikteki planlar günümüzün teknoloji çağında ihtiyaçlara cevap verir nitelikten oldukça uzaktır. Gelecekte ortaya çıkması olası durumları gözönünde bulundurarak hazırlıklı olmak esastır. Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları da işte tam bu noktada gerekmektedir.

Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Stratejik öngörü, yakın veya uzak dönemlerdeki önceden seçilmiş gelecek ortamlarını tasvir eden birer anlatı veya taslaktır. Geleceğe yansıtıldığında değişim hakkında yeni kavram ve fikirleri aklımıza getiren tanınabilir unsurlardan, yeni koşullardan ve yeni ilişkilerdeki durumlardan ibarettir. Gelecekteki ortamları tanımlar ve bu konuda bir anlayış kazandırır, bu sayede günümüzün planlayıcıları, politika yapıcıları veya karar vericilerine geleceği etkileyebilme olanağı sağlar. Alternatif stratejik eylem yollarının planlanabileceği ve savunma ve güvenlik politikalarının değerlendirilebileceği bir zemin hazırlarlar (Taylor, 1993:1-3). Stratejik öngörü olası yakın geleceği veya uzak yarınları tahmin ederken, geçmişi ve bugünü incelemek zorundadırlar. Stratejik öngörünün temel amacı; askeri, siyasal ve ekonomik alanlarda geçmişte yaşanan olumsuzlukların yinelenmesini engellemek için geleceği bugünden görmek ve öngörü kabiliyetini geliştirmektir.
Stratejik öngörü planlaması ise stratejik öngörü yaratmak için kullanılan bir tekniktir. Stratejik öngörü planlaması, geleceğe ilişkin yapısal, disiplinli bir düşünme yöntemidir (Yergin ve Gustafson, 1991:8). Yergin ve Gustafson’a göre, stratejik öngörü planlaması, gelecekle ilgili sorulara cevap bulmaya çalışan ve karmaşıklığı azaltan etkin bir tekniktir. Bu teknik, değişimi önceden fark edebilmeyi kolaylaştırabilir, bu yolla esnekliği artırmış olur. Stratejik öngörü planlaması, elbette geleceği bildirmez, daha çok, karar vericilerin yargıda bulunmalarını teşvik eder. Düşünülmeyeni düşünebilme ve spekülasyon bu türden bir planlamada esastır. Geleceğe ilişkin olarak akla yakın hikayeler üretir (Yergin ve Gustafson, 1991: 8-12), ‘geleceğin olasılıklar çerçevesinde görünüşü’nü verir” (Taylor, 1993:3). Bu nedenle, stratejik öngörü planlamada, kesinlik değil tahmin esastır.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ OLUŞTURMANIN TEMEL UNSURLARI
Stratejik öngörü; askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal konularda uzmanlaşmış kişilerden oluşan profesyonel bir ekip tarafından geliştirilmelidir,
Dar açılı, sınırlı ve tek yönlü düşünme ve değerlendirme yöntemine stratejik öngörü aşamasında yer yoktur. Bunun yerine sınırsız düşünme özelliğinin sağlayacağı çok yönlü değerlendirmeler ve alternatifler sunmak esastır. Diğer bir deyişle tüm varsayımlar dikkate alınmalıdır,
Stratejik öngörüler, geçmişte ortaya çıkmış ve bugünü etkileyebilmiş olaylar incelenerek, yaşanılan dönemde hüküm süren kritik olayların geleceği ne şekilde etkileyebileceğine ilişkin olmalıdır,
Geçmiş incelenirken dikkatlerin tarihin sürekliliği üzerinde değil kırılma noktaları üzerinde toplanması gerekmektedir. Bu kırılmaların ne zaman, nasıl, hangi etkilerle oluştuğunu gözönünde bulundurarak; gelecekte hangi koşullar altında ve hangi etkilerle ne türden sonuçların doğabileceği analiz edilmelidir. “...geleceği araştırmanın en iyi -belki de tek- yolu, geçmişi incelemek ve bugünü biçimlendirecek trendleri araştırmaktır” (Maynes, 1993:3),
Stratejik öngörülerin beklenmeyen gelişmeler karşısında birbirine alternatif olması sağlanmalıdır,

Birbiriyle bağlantısı olmadığı izlenimi veren olaylar arasında bazı bağlantıların olabileceğini görmek, bu bağlantıları ortaya koymak, olayların gelecekte alabileceği şekli yansıtabilmektedir. Stratejik öngörü geliştirilirken bu sezinlenmeyen bağlantıları tespit etmek ve açıklamak gerekmektedir,
Stratejk öngörülerin öngörüde bulunulacak alana ilişkin bilgiyle donatılması öngörünün olasılığını yükseltir. Bu aşamada, mümkün olduğu ölçüde fazla sayıda ulusal ve uluslararası kaynak kullanmak kaçınılmazdır,
Tüm stratejik öngörü planlarının gizli tutulması esastır. Aksi takdirde hazırlanan stratejik öngörülerin ve bu öngörülere ilişkin çözüm yollarının bir karşıt güç tarafından ele geçirilmesi ve planın zaafiyete uğraması kuvvetle muhtemeldir.
Stratejik öngörü geliştirme aşamasında yukarıda sıralanan unsurları dikkate almak ve mümkün olduğunca bu unsurları planlama aşamasında eksiksiz uygulamak geliştirilecek olan stratejik öngörünün ‘güvenilirliğini’ ve ‘gerçekleşebilirliğini’ yükseltecektir. Yüksek oranda bir stratejik öngörü güvenilirliği ve gerçekleşebilirliği ise ulusal çıkarları garanti altına almak ve hatta geliştirmek için önemli araçlardan biridir.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ GELİŞTİRMENİN FAYDALARI
Yakın ya da uzak yarınların stratejik öngörü geliştirme vasıtasıyla tahmin edilmesinin güvenlik politikaları, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından bir devlete ne türden katkıda bulunacağına ilişkin tespitte büyük önemi bulunmaktadır.
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin şiddetini, etki alanlarını ve yıkım gücünü bugünden görebilme avantajına ve gerekli önlemleri almak için yeterli imkan ve zamana sahip olabilir,
Kendi stratejik öngörülerini geliştiren devlet başka devletlerin kendi amaçları doğrultusunda geliştirdikleri stratejik öngörülerde bir ‘yönlendirilen unsur’ olmak yerine kendisi ‘yönlendirici unsur’ durumuna gelebilir. Böylece, yakın ya da uzak çevrede diğer güçlerin etkisiyle meydana gelen gelişmelerin olumsuz sonuçlarına katlanmak yerine bu gelişmeleri etkileyip kendi dış politik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir,
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet bilinmez, sürprizlerle dolu, karmaşık ve tehditkar bir geleceğe sürüklenmek yerine; gelecekte karşılaşabileceği sürprizleri, karmaşayı ve olası tehditleri dengeleyebilecek planlı, programlı ve mantıklı bir tavır alır,

Uluslararası siyasal ortamda beklenmedik olumsuz gelişmelerle yüzleşen devletler, geleceğe ilişkin sistemli, uzun ömürlü ve kalıcı stratejik öngörüleri olmaksızın, sadece o anda ortaya çıkan beklenmedik olumsuz gelişmenin üstesinden gelebilecek anlık, kısa süreli ve plansız önlemler alabilirler. Güç, kaynak ve zaman israfından başkaca bir anlam taşımayan bu tür önlemler ise sağlıklı ve fayda sağlayan bir devlet politikası olarak nitelendirilemezler,
Yakın ya da uzak yarınları bugünden öngörebilmek anlamı taşıyan stratejik öngörü, geçmişte yaşanmış olayların etkinlik alanlarını ve etkilerini analiz ederek gelecekte geçmiştekine benzer olaylarla karşılaşıldığında bu olayların tahrip gücünü minimize edebilme imkanına sahip olunmasını sağlar,
Bir devlette stratejik öngörü pratiğinin gelişmesi, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri geçmişteki ilişkileri araştırmaktan ibaret kabul eden karar alıcıların geleceğe dönük olarak yaşamaya başlamalarını gerektirecektir. Bu radikal dönüşüm ise bir devletin dış politik ve uluslararası ilişkiler kültürünü geçmişe yapışık olmaktan kurtarıp geleceğe odaklı yeni bir kültüre dönüştürecektir. Bu yeni kültür; eskisine oranla daha işlevsel, mevcut potansiyeli kullanmaya ve geliştirmeye daha yatkın, geleceğe yönelik düşünmeye daha fazla önem veren dinamik bir tarz alacaktır.

Yukarıda açıklanmış olan tüm bu faydaları dikkate aldığımızda stratejik öngörü geliştirmeksizin bir devletin dış politika alanında sıklıkla karşılaşması olası belirsizlikler karşısında hazırlıksız, telaşlı, plansız bir duruş alacağı ve bu duruşun ilgili devleti büyük kayıplara uğratacağı kuvvetle muhtemeldir.

“STRATEJİ GELİŞTİRME” VE “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA” KAVRAMLARINA YOĞUNLUKLA İHTİYAÇ DUYAN TÜRKİYE
Türkiye’nin Strateji Güncesi
“Türkler bugüne kadar strateji üreten, yeni stratejik düşünceler ortaya atan bir güç ve kapasite olmayı başaramamışlardır. İthal malı düşünceler benimsenmiş ve kullanılmıştır. Stratejinin önceliklerine ve derinliklerine inmenin zorluklarını öteden beri görmekteyiz...” (Türsen, 1986:6).

Anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama konularında 1986 yılından günümüze büyük değişimler yaşanmamıştır. Batı’da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi ile kıyaslandığında Türkiye’de oldukça sönük bir manzarayla karşılaşmaktayız. Her iki kavram da Türkiye’de dış politika alanına yeni girmiş olan kavramlardır. Siyasi, askeri ve hukuki alanlarda olgunluğun zirveye ulaştığı Kanuni Süleyman devrinden sonra Osmanlı devletini yönetenler zaafiyete uğramaya başlayan devleti, toplumu ve askeri kurumları batılılaştırmak için bazı politikalar geliştirmeye çalışmışlarsa da, bu girişimler devlet, toplum ve ordu için düşünülen dönüşümleri asla gerçekleştiremeyecek birer taklit olarak kalmıştır. Aslında bu girişimler, o zamanki koşullar analiz edilmediği ve sistemli, planlı bir düşünce yöntemine dayandırılmadığı için birer strateji olarak uygulanabilmenin çok uzağındaydılar. I. Dünya Savaşı’na Almanya- Avusturya grubuyla katılan Osmanlı Devleti savaş sonunda yenik düşen devletlerin yanında yer aldı. 1918’de İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı devlet adamlarının büyük bir kısmı başta Padişah Vahdettin olmak üzere İtilaf Devletleri’nin işgaline direnmenin imkansız olduğunu ve İngiltere’nin himayesini kabul etmekten başka bir çare bulunmadığını vurgulamaya başladılar. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu görüşü paylaşmayan bir grup Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.

Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilen strateji, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrinin ardından uzun bir zaman aralığından sonra geliştirilmiş olan en kapsamlı ve başarılı sonuç veren ilk strateji olmuştur. İtilaf Devletleri’ne karşı başlatılan bu mücadelenin stratejik açıdan üç unsuru bulunmaktaydı: İtilaf Devletleri’nin Sovyetler Birliği ile dengelenmesi, bu devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılması ve Yunanistan’ın mümkün olduğunca yalnız bırakılmasının sağlanması (Sönmezoğlu, 1994:33-40). Bu stratejinin güvenilirliğini yükselten unsur ise, Kurtuluş Savaşı’nın başında Türkiye’nin gelecekteki coğrafi ve siyasi varlığının temelini belirten ve bunu hem içeride hem de dışarıda ulusal bir program ve hedef olarak açıkça vurgulayan Misakı Milli belgesi olmuştur. Diğer bir deyişle, Türk ulusal amaçları Misakı Milli belgesiyle net bir biçimde belirlenmiştir (Sonyel, 1991:358-362). Geliştirilen bu akılcı strateji, belirlenen hedeflerin gerçekleşebilirliğine ilişkin olarak gelişen yüksek güven ve en önemlisi Mustafa Kemal’in mevcudiyeti sayesinde bir devlet var edilebilmiştir.

Cumhuriyet döneminin ilk başarılı strateji örneği ise II. Dünya Savaşı’nda gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı’nda Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilmiş olan stratejiye benzer derecede mantıklı ve fayda getiren bir strateji İsmet İnönü tarafından geliştirilmiştir. Savaş dışı kalmak isteyen Türkiye bu dönemde ittifak oluşturma stratejisini tarafsızlık stratejisini destekleyen bir biçimde zaman kazanma ve savaş dışı kalma amaçlarına ulaşmak için kullanmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). Bu strateji sayesinde Türkiye çok yönlü bir kar maksimizasyonuna ulaşabilmiştir.

Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu uluslararası sistemin ortaya çıkışıyla komşusu Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasal girişimlerinden rahatsız olmaya başlayan Türkiye, Amerika’nın öncülüğündeki Batı dünyasının davranış kalıplarını benimsemekten başka çözüm yolu bulamadı ve kendisini Batı’nın siyasal, ekonomik ve askeri kurumlarına entegre edebilmek için azami çaba harcamaya başladı. Nato üyeliği Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkili olarak Batı’yla entegrasyon aşamasında ilk somut girişim oldu. Güvenliğimizle ilgili olarak Nato’nun dışında bir şey düşünmenin adeta ‘komünistlik’ yapmak şeklinde kabul edildiği süreç; (Şehsuvaroğlu, 1999:154) bir taraftan Türk yetkililerine Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almalarına yardım ederken, diğer bir taraftan da Türk bürokrasisini kendi inisiyatiflerini geliştirmekten alıkoydu. Bu durum, Türk yetkililerinin, dış politika sorunlarıyla ilgili risk veya sorumluluk alma konusunda ürkek davranmalarına da neden oldu. Böylece, Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, sadece ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar.

Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde strateji ve strateji geliştirme hususlarını değerlendirdiğimizde, Türk yetkililerin, 1991 yılından sonra ortaya çıkan değişikliklere kendilerini uydurma hususunda karmaşa içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler esas olarak Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye’ye gayet yakın üç bölgeyi etkilediği için, Türkiye bu bölgelerdeki değişiklikleri derin bir şekilde hissetti. Türkiye, bölgeye ilişkin belirli stratejiler geliştirerek kendi dış politikasını çeşitlendirebilme şansına sahip olsa da, Türk yetkililer bu dış politika hedefini gerçekleştirme hususunda etkisiz kaldılar. Profesör Dr. Hasan Köni, Milliyet gazetesinde yayınlanmış olan “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle açıklamaktadır; “Türkiye 1991’de birdenbire Sovyetler Birliği’nin dağılması durumuyla karşı karşıya kaldı ve iyi bilmediği Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’la yüzleşti. Türk yetkililerin bu üç bölgeyle ilgili hedefleri politik olmayıp ekonomik ve kültürel nitelikteydi. Ancak Türkiye, kendi mevcut potansiyeli ile bu bölgelere tek başına girebilecek yeterlilikte değildi. Türkiye’yi bölgelere tek başına girmekten alıkoyan nedenlerden biri, Türk bürokrasisinin 1991 yılından sonra meydana gelen değişiklikler karşısında oldukça ürkek davranmasıydı, çünkü Türk bürokrasisi bu değişiklikler ortaya çıkmadan önce bunlara ilişkin hiçbir bir projeksiyon geliştirmiş değildi” (Köni, Milliyet 15 Mayıs 1998). Türkiye, böyle davranmakla öyle pasif bir duruma düştü ki ekonomik kalkınma için potansiyel yeni alternatifler olarak görülen bu yeni oluşumlar, bu bölgelere ilişkin belirli bir stratejinin olmaması nedeniyle zaman içinde birer dezavantaja dönüştüler.

Çok benzer bir durum Amerika’nın Irak’a düzenlediği operasyon aşamasında da ortaya çıkmıştır. Amerika’nın Irak’a operasyon düzenlemeyi sıklıkla telaffuz etmeye başladığı 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren bu operasyon neticesinde Irak özelinde ve Orta Doğu bölgesi genelinde ne türden gelişmelerle karşılaşabileceğine ilişkin siyasal ve ekonomik stratejik öngörüler geliştiremeyen Türkiye bir dizi ciddi tereddüt yaşamıştır.

Yukarıda açıklandığı gibi, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemleri hariç olmak üzere Türkiye yarım asırdan bu yana; gelişen olaylar karşısında ulusal güvenliğini tam garanti altına alacak ve dış politik amaçlarının garçekleşmesini sağlayacak ya hiçbir strateji geliştirmemiş ya da başka büyük güçlerin kendi ulusal güvenliklerini Türkiye üzerinden sağlama almak ve kendi dış politik amaçlarını yine Türkiye üzerinden gerçekleştirebilmek için geliştirdikleri stratejilerin kimi zaman gönüllü kimi zaman da gönülsüz bir biçimde sevk, idare ve uygulamasından sorumlu olmuş ya da tutulmuştur.

Türkiye Hangi Nedenlerle Strateji Geliştirme ve Stratejik Öngörü Kavramlarına Yoğunlukla İhtiyaç Duymaktadır
Türkiye bulunduğu coğrafi mevki, sahip olduğu kültürel ve etnik çeşitlilik gibi nedenlerle strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına diğer ülkelerden daha fazla gereksinim duymaktadır. Bu alt başlığın konusunu ilgilendirecek şekilde Türkiye’nin bazı temel jeopolitik, etnik ve kültürel özelliklerinden kısaca bahsederek, strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına Türk karar alıcılarının neden daha fazla önem vermeleri gerektiğini açıklamaya çalışacağız.

Türkiye’nin Jeopolitik Konumu ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Bir ülkenin bulunduğu coğrafi yeri ve bulunduğu durumu açıklayan coğrafi konuma kıyasla daha geniş bir kapsama sahip olan jeopolitik konum bir ülkenin dünya ve bölge güç merkezlerine, dünya politik yapısına ve siyasi bölünmeye göre bulunduğu yeri ve bulunduğu durumu açıklar. Diğer bir deyişle coğrafi konum güç değerlendirmesi ile desteklendiğinde jeopolitik konuma ulaşılır. Türkiye’nin coğrafi konumu, üç kıtanın birleşme noktası üzerinde bulunması; doğuyu batıya, batıyı doğuya, güneyi kuzeye, kuzeyi güneye karşı kapatması; Balkanlar-Orta Doğu arasında bulunması; Karadenizi Akdenize bağlaması, Boğazlara sahip olması gibi coğrafi özelliklerini anlatır. Türkiye’nin jeopolitik konumu dendiği zaman ise, coğrafi konumda sayılan bütün özelliklere ek olarak ABD, eski Sovyet coğrafyası, AB, Orta Doğu dörtlü güç merkezinin birleşme noktasında bulunuşu; Nato’nun güney kanadı üzerinde oluşu; AB ile İslam dünyası etkileşim noktası üzerinde bulunuşu gibi özellikleri açıklanmış olur. Türkiye iki kıtada birden toprağı olan sayılı ülkelerden biridir. Balkanlar üzerinden Avrupa, Karadeniz ve Kafkasya üzerinden Rusya, İran ve Orta Doğu üzerinden Asya ile Hint Okyanusu, Akdeniz üzerinden Afrika ile bağlantılıdır. Anadolu toprakları, Asya’nın Avrupa sınırını; Trakya bölgesi ise Avrupa kıtasının Asya sınırını oluşturur. Avrasya kıtasını merkez ve Türkiye, İran, Afganistan, Çin ve Kore’yi de ilk kenar ay olarak değerlendirmiş olan İngiliz jeopolitikçi H. Mackinder’in kara hakimiyet teorisine ve kenar kuşakta yer alan ülkeleri merkez, Avrasya’yı ise ikinci derecede önemli olarak değerlendirmiş olan Spykman’ın kenar kuşak teorisine göre Türkiye her iki teori kapsamında da büyük bir jeopolitik önem arz etmektedir (İlhan, 1989:60-62).

Açıklanan bu yoğun coğrafi ve jeopolitik özelliklerin dünya üzerindeki bir ülkeye sunduğu fırsatların yanında bazı güçlükleri de beraberinde getirdiği gerçeğini Türkiye özelinde açıklıkla gözlemleyebilmekteyiz. Türkiye sahip olduğu bu jeopolitik özelliklerden dolayı farklı bölgelerde yer alan çeşitli devletlerden çok yönlü talep ya da tehditlerle karşılaşmıştır. Aşağıdaki örneklerde Türkiye’nin sahip bulunduğu jeopolitik konum ve özelliklerin güvenlik politikalarını ne şekilde tehdit etmekte olduğunu açıklamaya çalışacağız.

Rusya

Tarih boyunca Rusya’nın Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inme arzusu ve tehdidi güvenlik politikalarımızı Moskova merkezli duruma getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Rusya ile pek çok sıcak mücadeleye ya da diplomatik soğukluğa neden olan bu durum Soğuk Savaş döneminde Rusya karşısında güvenliğimizi garanti altına alabilmek için tüm politikaları Batı merkezli oluşturmamıza neden olmuştur. Bu Batı merkezli politika ise Türk dış politikasının potansiyel ve kabiliyetini sınırlamakla kalmamış aynı zamanda her yönüyle Batı’ya endekslenen bir Türk dış politikasının doğmasına da neden olmuştur.

Amerika

Amerikan yönetimleri sahip olduğu jeopolitik özellikler dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini direkt olarak tehdit eden bir siyasi tavır almamış olsa da başka bölgelerde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçları Türkiye üzerinden gerçekleştirmek istediği durumlarda Türkiye, kimi kez ilgili devletin direkt tehdidine maruz kalmış, ilgili devlet nezdinde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçlarını gerçekleştirememiş kimi kez de ilgili devletin Türkiye’ye karşı aldığı olumsuz tavır neticesinde bazı siyasal ve ekonomik kayıplara uğramıştır. Amerika’nın bazı politikalarını Türkiye üzerinden uygulama çabası neticesinde Türkiye’nin yaşadığı olumsuzlukları şu örneklerde kolaylıkla tespit etmek mümkündür.

Amerika Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin ideolojik yayılma ve siyasal nüfuz genişletme hedeflerinden Orta Doğu bölgesini koruyabilmek amacıyla Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak Rusya karşısında Türkiye üzerinden etkin askeri ve siyasal politikalar geliştirebilmiştir. Amerika tarafından geliştirilen Orta Doğu politikalarına, Rusya karşısında duyduğu güvenlik kaygıları ve Amerika ile birlikte hareket etmenin kendisine getireceği avanjlar gibi nedenlerle sıkı sıkıya bağlı kalan Türkiye, Orta Doğu bölgesine ilişkin siyasal ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirebilecek nitelikte kendine özgü bir Orta Doğu politikası geliştirememiştir. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın Orta Doğu politikalarının sevk ve idaresinden sorumlu olan ya da tutulan Türkiye bazı dönemlerde Arap ülkeleriyle ciddi siyasal ve ekonomik anlaşmazlıklarla yüzleşmiştir.

Yine Soğuk Savaş döneminde komünist ideolojinin Sovyetler Birliği tarafından daha geniş alanlara yayılmasını engelleyebilmek için Sovyetleri çevreleyen hemen tüm müslüman ülkeler genelinde İslami motif ve yönetimlerin vurgulandığı müslüman ülkelerden oluşan bir Yeşil Kuşak projesi Amerika tarafından geliştirilmişti. Bu proje kapsamında ise kilit ülke jeopolitik açıdan büyük önem arzeden Türkiye olmuştur. Ancak, 1950’lilerin sonlarından başlayan bu Amerikan politikası Türkiye’de yavaşça siyasal İslamın kendisine uygun ortam bulup gelişmesine, toplumsal ve siyasal dokunun kesif İslami uygulamaları desteklemesine ve kimi zaman da İslamın militanlaşmasına neden olmuştur.

Orta Asya’da yer alan devletler Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Amerika, Orta Asya bölgesine en yakın güvenilir müttefik olarak kabul ettiği Türkiye üzerinden adı geçen bölgede etkin olmaya çabalamıştır. Amerika’nın bu girişimi, Türkiye’nin Orta Asya bölgesine ilişkin kendi dış politik hedeflerini geliştirme ve uygulamasını geciktirmiş ya da ertelemiştir.

Son Irak operasyonu esnasında Amerika ekonomik yönden daha az maliyetli, askeri ve siyasal açıdan ise daha yüksek avantaj sağlayacak Kuzey cephesini Türkiye üzerinden açmak için büyük çabalar sarf etmiş hatta dayatmacı bir tavır almıştır. Operasyon esnasında ve sonrasında Türkiye’nin ABD’den yana aldığı tavır başta Irak olmak üzere diğer bazı Orta Doğu ülkelerinin tepkisiyle karşılaşmış, Türkiye dış kaynaklı bazı terörist saldırılara maruz kalmıştır.

Suriye

Güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunan ve Orta Doğu bölgesi için büyük bir önem arzeden su kaynakları, özellikle GAP projesinin gündeme geldiği ve projeye hız verildikten sonra gündemin yoğunlaştığı dönemi takip eden süreçte Suriye ile aramızda sadece suyun paylaşımı açısından değil, su konu edilerek siyasi açıdan da problemlerin doğmasına neden olmuştur (Durmazuçar, 2002:100-106). Suriye ile mevcut sorunların sadece küçük bir kısmını kapsayan su sorunu, su üzerinden Türkiye karşıtı politikalar ve politik kozlar geliştirmek için Suriye hükümetine imkan tanımaktadır.

Ermenistan

Türkler Anadolu’ya ulaşmadan önce bu bölgede yaşadıklarını sıklıkla dile getiren Ermeniler, bügün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan Doğu Anadolu Bölgesi üzerinde hak iddia etmektedirler. Ruslar Karadeniz’de kıyısı olan, Fransızlar ise Adana ve Mersin şehirlerini de içine alan, Doğu Akdeniz’de yeni bir devlet olarak kurulması düşünülen Ermenistan projelerini özellikle kritik dönemlerde gündeme getirip destekleyerek Ermeni devletine siyasal açıdan büyük bir destek vermektedirler.

Yunanistan

Hava sahası, kıta sahanlığı, Ege Adaları, Kıbrıs ve Fener Rum Patrikhanesi gibi kısa vedede çözülmesi imkansız gibi görünen sorunlarla tanımlana gelen Türk-Yunan ilişkileri karşılıklı duyulan kuşkunun şekillendirdiği bunalım üzerine tesis edilmiştir. Yunan halkının, özellikle de Yunanlı politikacıların Türkiye’yi coğrafi büyüklüğü ve Kıbrıs ve Ege Adaları meselelerinde benimsediği tutumdan dolayı ciddi bir tehdit olarak algılamalarından dolayı Yunanistan, hem Batılı devletlerden aldığı güçle hem de Nato ve AB üyeliğinin getirdiği avantajları kullanarak Türkiye’ye karşı olumsuz tavır almakta tereddüt etmemiştir. Ortamın gerektirdiği şekilde, ya büyük devletler üzerinden ya da belirli dönemlerde genelde Türkiye karşıtı belirli devletlerle geliştirdiği ortaklıklar vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğini Batı Trakya, Ege Adaları ve Kıbrıs gibi unsurları kullanarak tehdit etmektedir. Bizans-Yunan İmparatorluğunun merkezini oluşturan Konstantinopolis’in günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yer alması, Bizans-Yunan İmparatorluğunun canlandırılmasına ilişkin romantik hayali hiç terk etmeyen Yunanistan’ın Türkiye politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri olduğu unutulmamalıdır.

Bu somut örneklerden yola çıkarak, bulunduğu coğrafyanın ve sahip olduğu jeopolitik özelliklerin belli dönemlerde Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdide maruz bıraktığını, geliştirilmiş olan güvenlik politikalarını etkisiz kıldığını ifade edebiliriz. Coğrafi ve jeopolitik duyarlılıktan kaynaklanan tehdit algılamalarının ulusal güvenliğe ve geliştirilen güvenlik politikalarına zarar vermesini engellemek için Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına ivedilikle yönelmeleri gerektiğini söyleyebiliriz.

Türkiye’nin Etnik ve Kültürel Özellikleri ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, Türkiye sahip olduğu özel coğrafi konum ve nadir rastlanan jeopolitik özelliklerinden dolayı çeşitli ülkelerin doğrudan ya da dolaylı girişimlerine sıklıkla maruz kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. Ancak mevcut coğrafya ve jeopolitik özellikler; Türkiye’nin siyasal duyarlılığını yükselten ve kırılgan hale getiren ve buna paralel olarak da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarını gerekli kılan yegane unsur değildir. Jeopolitik özelliklerin yanında Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına sıkıca bağlanmalarını gerektiren ve Türkiye’nin güvenlik politikalarını, dış politik hedeflerini ve iç siyasetini tehditlere maruz bırakan ve en az jeopolitik özellikler kadar önem taşıyan etnik ve kültürel özellikler de bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal dokusu içinde yer alan bu etnik ve kültürel özellikleri açıklayarak Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve güvenlik politikalarının bu etnik ve kütürel çeşitlilikten ne ölçüde etkilendiğini belirtmek yerinde olacaktır.

Azınlık kavramı kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları için kullanılan genel bir kavramdır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’nda azınlık kavramı sadece Müslüman olmayan yani Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Süryaniler gibi gayrimüslimler için kullanılmış, gayrimüslimler dışında herhangi bir kültürel ya da etnik bir kesim için kullanılmamıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti sınırları kapsamında etnik kökenleri farklı olan grup ya da gruplar azınlık haklarına ve statüsüne sahip değildir, sadece Müslüman olmayanlar hukuken azınlık hakları ve statüsüne sahiptir. Yine Lozan Anlaşması’nın ikinci kısmında uyrukluk meselesi ele alınmış ve Türkiye’de yaşayan herkes Türk uyruğu olarak kabul edilmiştir (Kili, 2001:209). Bu Anlaşmayı takiben Türk milleti kavramı resmi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın resmi olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Devleti’ne bağlı olan herkes eşit olarak kabul edilmiş ve ortak etnik köken ve kanbağı aranmaksızın müslüman olmayanların dışında tüm insanlar Türk olarak kabul edilerek, kendilerine vatandaşlık hakkı tanınmıştır. Lozan Anlaşması’yla varılan bu hukuki düzenlemeyi tüm dünya onaylamıştır.

Ancak, 1990 yılında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleştirilen AGIT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) zirve toplantısını takiben yayınlanan Kopenhag Bildirisi, insan hakları alanına Kopenhag Kriterleri şeklinde adlandırılan ölçütleri getirmiştir. Bildiri’nin 30. ve 35. maddeleri arasında yer alan altı maddelik bölümü ulusal azınlıklarla ilgilidir. Bu altı maddeye göre; kişiler kendi özgür iradeleriyle ulusal azınliklar içinde yer alabilecek ve tercihleri nedeniyle zarara uğramayacak, ana dillerini özel yaşamda özgürce kullanabilecek, hukuk kuralları çerçevesinde kendi eğitim, kültürel ve dini kuruluşlarını oluşturabilecek ve kendi ana dillerinde eğitim hakkına sahip olabileceklerdir. Kopenhag Kriterleri, ulusal azınlıkların kimliklerinin korunması, diğer vatandaşlarla eşit olarak tüm haklardan yararlanmalarının sağlanması, azınlıkların kendi dillerini gerekli olduğu yerlerde kullanmalarının temin edilmesi, azınlık mensuplarının kamuya ait yerlerde görev almalarına kısıtlama getirilmemesi gibi konularda taraf devletlere bazı görevler vermektedir. 1994 yılında Strasburg’da toplanan Avrupa Konseyi’nde de ulusal azınlıkların korunmasıyla ilgili bir sözleşme imzalanmıştır. Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme adı ile bilinen bu sözleşme kapsamında taraf devletler kendi ulusal sınırları dahilinde yaşamakta olan ulusal azınlıkların ayrı varlığını korumakla yükümlü kılınmışlardır (Çeçen, 2001:40-47).

Kopenhag Bildirisi ve Strasburg Sözleşmesi’yle birlikte bir ulus devletin içinde yaşayan etnik azınlıklar ulusal azınlık statüsünde kabul edilmiş, bu ulusal azınlıklara kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için bir dizi hukuki, siyasal, dini ve kültürel haklar tanınmış ve bu hakların korunması görevi taraf devletlere verilmiştir. Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınmanın ön şartı olarak kabul edilen Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye’yi direkt olarak ilgilendirmesinden dolayı 1990 yılından itibaren azınlık meselesi Türkiye’de yoğunluk kazanan bir sorun haline gelmiştir. Hem Lozan Anlaşmasının kurduğu siyasal ve hukuki modelin değişmesi hem de tek bir ulus devlet içinde farklı ulusal grupların oluşması anlamı taşıyan bu yeni ulusal azınlık kavramı Avrupa devletleri tarafından; özellikle 1990 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve etnik açıdan farklı diğer gruplar arasında sayıca en büyük orana sahip, yoğunlukla Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde bulunan Kürtlerle özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ilk dönemlerde çeşitli ayaklanma ve isyanlar 1980 yılının ikinci yarısından itibaren ise fiili silahlı eylemler şeklinde gelişen ayrılıkçı Kürt hareketleri Türk Devleti sınırları dahilinde yaşayan, fakat kendi dillerini, kültürlerini ve faaliyetlerini istedikleri şekilde kullanamayan ve gerçekleştiremeyen, baskı altında tutulan bir grubun haklarını elde etme mücadelesi olarak nitelendirilmiştir. Kopenhag Kriteleri’nin tanımladığı şekildeki bir ulusal azınlık statüsüne sahip olabilecek özelliklere sahip başka gruplar üzerinde değil de özellikle Kürtler üzerinde odaklanılması doğal olarak Türkiye topraklarında yaşayan Kürtlerin kültürel, sosyal ve siyasal taleplerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.

Konjonktür gereğince, bazı devletler tarafından belli nedenlerle, gerektiği zamanlarda, gerektiği biçimlerde ve gerektiği boyutlarda gündeme getirilen kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları yani azınlıklar meselesi Türkiye için ciddi bir siyasal soruna dönüşmüştür. Türk karar alıcıların Kopenhag Kriterlerinin zorlama uygulamaları karşısında Mustafa Kemal Atatürk’ün haklı deyişiyle “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtı...” (Atatürk, 1997:258) olan Lozan Anlaşması’nı savunamayışı, sınırlarımız dahilinde yaşayan farklı etnik, kültürel ve dinsel özellikler taşıyan gruplara ilişkin kalıcı bir politikalarının olmaması, bu grupların dış güçlerin isteklerine paralel biçimde dile getirdikleri talepler karşısında gerekli stratejileri geliştirememesi, bu grupların gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasal, kültürel ve dinsel açılardan hangi boyutlarda tehdit edebileceğini öngörememesi ve bu nedenle de herhangi bir stratejik öngörü geliştirememesi gibi nedenlerden dolayı Türkiye Cumhuriyeti mevcut etnik ve kültürel çeşitlilikten ötürü güvenlik politikaları açısından son derece duyarlı bir durumdadır.

SONUÇ
Kritik coğrafi-jeopolitik özelliklere sahip ve toplumsal dokusu oldukça heterojen ülkelerde siyasal, sosyal ve ekonomik dalgalanma eşiğinin diğer ülkelere oranla daha yüksek olması bu ülkelerde strateji, stratejik öngörü ve güvenlik politikaları geliştirilmesini adeta zorunlu kılmaktadır. Sıralanan özelliklere ilave bazı özellikler taşıyan Türkiye için bu türden strateji ve politikaların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin coğrafi konumu, jeopolitik özellikleri, toplumsal dokusu ve bazı devletlerin olumsuz politikaları gözönünde bulundurularak, karar alıcı konumdaki yetkililerin işin uzmanı çevrelerle ortak çalışmalar yaparak Türkiye’nin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunmaları gelecek ortamında Türkiye’nin avantajlar elde edebilmesini sağlamak için gerekli stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Dünya artık eski dünya değil, tehlike ve tehdit alanları genişleyip çoğaldı, bilinmezlerin sayısı arttı. Özellikle 1990 sonrasında ABD ve bazı Avrupa devletleri, dünya siyasetinde en yüksek düzeyde avantajlar elde etmek amacıyla ekonomiden politikaya çeşitli alanlarda stratejiler geliştirmeyi tercih ederken ve strateji uzmanları ile akademisyenlerin geliştirdikleri gelecek projeksiyonlarından yararlanma yolunu seçerken; tehdit, tehlike ve bilinmezlerin merkezinde yer alan Türkiye, strateji ve stratejik öngörü kavramlarından uzak bir ülke haline gelmiştir. Fayda getiren bir dış politika elde etmek ve ulusal güvenliği koruyacak bir güvenlik politikası oluşturmak için olmazsa olmaz kabul edilen strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramları özellikle 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin sıkı sıkıya bağlanması gereken kavramlardır.

KAYNAKÇA

AKAD, M. Tanju (1992) 20. Yüzyıl Savaşları, Kastaş Yy. İstanbul.
ATATÜRK, Mustafa Kemal (1997) Söylev “Nutuk”, Dil Derneği Yy., Ankara .
CHILCOAT, Richard A. (1995) Strategic Art: The New Discipline For 21st Century Leaders, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
ÇEÇEN, Anıl (2001) Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
DURMAZUÇAR, Vedat (2002) Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür-Sanat Yy., İstanbul.
HART, B.H. Liddell (2002) Strateji Dolaylı Tutum, (E) Korgenaral Cemal Enginsoy (ter.), 4. baskı, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
İLHAN, Suat (1989) Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
KİLİ, Suna (2001) Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yy., Ankara.
KÖNİ, Hasan (1998) “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor”, Milliyet (15 Mayıs 1998).
MAYNES, Charles William (1993) The World In The Year 2000: Prospects For Order Or Disorder, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
MÜTERCİMLER, Erol (1997) 21.Yüzyıl ve Türkiye “Yüksek Strateji”, Erciyaş Yy., İstanbul.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “Kurtuluş Savaşı Dönemi Diplomasisi”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
SONYEL, Salahi R. (1991) Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. baskı, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “II. Dünya Savaşı Doneminde Türkiye’nin Dış Politikası: Tarafsızlık’tan Nato’ya”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
ŞEHSUVAROĞLU, Lütfü (1999) Milli Sivil Stratejik Konsept, Seba Yy., Ankara.
TAYLOR, Charles W. (1993) Alternative World Scenarios For A New Order of Nations, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
TÜRSEN, M. Cemal (1986) “Strateji ve Teknolojisi”, Deniz Kuvvetleri Dergisi, Ankara, 6.
YERGIN, Daniel ve Thane Gustafson (1991) Russia 2010 and What It Means For the World Random House, New York.

4. KONA, Gamze, “Orta Asya Bölgesi ve Türkiye’nin Bölgedeki Rolü”, ss. 275 -311, Stratejik Dosyalar, Emin Demirel (Der.), IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2003.


ORTA ASYA VE TÜRKİYE'NİN BÖLGEDEKİ ROLÜ*

Bu makalede; Orta Asya bölgesinin coğrafyası, jeo ve ekostratejik önemi, siyasal kültürü ve bölgedeki devletlerin yüzleştiği problemlerden başka Türkiye’nin bu bölgedeki rolü açıklanacaktır. Bu makalenin amacı, Orta Asya bölgesinin kendine has özelliklerini vurgulamak ve bölgenin Türkiye için ne türden bir önem arzettiğini okurlarla paylaşmaktır.

Bölge

“Orta Asya nedir ve nerededir? Veya İç Asya? Bu ikisi aynı mı yoksa farklı mıdır? İç Asya şeklindeki kullanım daha çok Amerikan tarzını andırmaktadır. Avrupa’da ve bölgenin kendi içinde genel kullanım Orta Asya şeklindedir… fakat tüm bu kavramlar aynı coğrafi alana gönderme yapıyor gibi gözükmektedir”. (Frank, 1992, s.5); “Orta Asya bölgesi, Avrupa’nın iki katı büyüklükte geniş bir alanı kaplar. Ruslar buraya yakın zamana kadar Asyanın Ortası demişlerdir, Kazaklar kendi alanlarını İç Asya olarak adlandırmayı tercih eder. Orta Asya Kuzeyde Güney Sibirya’dan Güneyde Hint Yarımadasına; Batıda Hazar Denizi ve İran’dan, Doğuda Çin’e kadar uzanmaktadır (halkının çoğunluğu Uygur olduğundan bazı yazarlar Xinkiang’ı da Orta Asya’ya dahil ederler)”. (Taşhan, 1993, s.56); “...Orta Asya bölgesi standart Rus tanımına göre, Srednyaya Aziya, ya da ‘Asyanın Ortası’dır, Kazaklar kesinlikle Türki bir topluluk olmasına rağmen, Kazakistan’ı bu bölgeden ayrı düşünürler”. (Hyman, 1993, s.289)
Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Kazakistan ve (Fars kökenli) Tacikistan, Orta Asya bölgesini oluşturan beş Orta Asya cumhuriyetidir. 50 milyonu aşan nüfusuyla 4 milyon kilometrekare alanı kaplayan bölge toplam BDT alanının %20’sini teşkil etmektedir. Coğrafi olarak bir milyon kilometrekare yüzölçümüyle en geniş alanı kaplayan Kazakistan’dır; %40’ı Kazak, %38’i Rus, %6’sı Alman ve diğer etnik milliyetlerden oluşan nüfus 16.5 milyon civarındadır. 20 milyonu aşan nüfusuyla en kalabalık cumhuriyet Özbekistan’dır, Nüfusun %71’ini Özbekler oluşturur, bu yönüyle Orta Asya’da homojen nüfus barındıran cumhuriyet

* “Orta Asya Bölgesi ve Türkiye’nin Bölgedeki Rolü“ başlıklı makale, yazarın Türkiye-Orta Asya İşbirliği Stratejileri ve Gelecek Senaryoları adlı kitabından yazarın izniyle alınıp, yayınlanmıştır. Makalenin güncelleştirilmesi bizzat yazarın kendisi tarafından gerçekleştirilmiştir. (Dr. Gamze Güngörmüş Kona, Türkiye-Orta Asya İşbirliği Stratejileri ve Gelecek Senaryoları, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2002, İstanbul, 479 sayfa).

olarak Türkmenistan’dan sonra ikinci sırada gelmektedir. Özbekistan, kültürel ve tarihi potansiyeliyle Orta Asya cumhuriyetleri arasında öncü cumhuriyet olarak kabul edilir. 4.5 milyonluk nüfuslu Kırgızistan’ın %55’ini Kırgızlar, %22’sini Ruslar ve %13’ünü Özbekler oluşturur. Türkmenistan’ın 3.5 milyonluk nüfusunun %75’i Türkmenler, %10’nu Ruslar ve %10’nu da Ukraynalılardan oluşmaktadır. Tacikistan, 5 milyonu aşan bir nüfusa sahiptir, bunun %62’sini Tacikler, %25’ini Özbekler ve %8’ini de Ruslar teşkil eder. (bkz. Avşar ve Çolak, 1998, s. 82-200; Batalden ve Batalden, 1993, ss. 124, 136, 146-147, 157-158, 167-168)

Toplum ve Siyaset
Orta Asya nüfusunun çoğunluğu Türk kökenli ve Türkçe-konuşan uluslardır. Farklı lehçeler kullanıyor olsalar bile konuştukları dil, Türkiye’de konuşulan dille benzerlikler taşımaktadır. Bundan başka, tüm Orta Asya Türk kökenli ulusları İslam dinine mensuptur. Orta Asya cumhuriyetlerinin toplumsal yapısı, halen geleneksel özellikleri hatırlatmaktadır. Aile, Orta Asya toplumlarının halen en önemli parçasıdır. Din, geleneksel ilişkiler ve milliyetçi duygular, bu toplumları bir arada tutan en etkili kavramlardır.

1924 ve 1936 yıllarında, Güney bölgesini itaatkar kılma girişimlerinin sonucu olarak eski Sovyetler Birliği tarafından çizilen yapay sınırlarda sınır uyuşmazlıkları çıkma olasılığı oldukça yüksektir. Bu Sovyet yapımı cumhuriyetlerde bağımsızlığın ardından etnik çatışmalar ortaya çıkmıştır, çünkü yeni kurulan bu cumhuriyetlerin halkları, eski Sovyetler Birliği tarafından sınırları çizilen ve kendilerine verilen bu toprakların yapay ve dayatma olduğunu düşünmektedirler. Bunun da ötesinde, Orta Asya toplumları, serbest pazar ekonomisinin gereklerine kendilerini uydurmada güçlük çekmektedirler. Serbest pazar ekonomisinin kural ve kurumlarının gelişmesi bu toplumlarda oldukça yavaş seyretmektedir. Geçiş yapan hemen her ekonomide yaşanan güçlükler, bu Orta Asya cumhuriyetlerinde daha şiddetli hissedilmektedir. Yargı sistemindeki eksikler nedeniyle; para aklama, uyuşturucu trafiği, seks ticareti ve diğer yasadışı faaliyetler de büyük bir artış göstermektedir.

Orta Asya cumhuriyetlerindeki siyasal kültür konusuna gelince, bu toplumlarda kökleşmiş bir siyasal kültürden söz etmek oldukça zordur. Aşirete bağlılık siyasal arenadaki en belirgin özelliktir. Siyasi liderler teoride çok demokratik gibi gözükseler de uygulamada oldukça otoriterdirler. Bu toplumlardaki siyasal kültür temelde otoriterlik ve milliyetçiliğe dayanmaktadır. Gerçekte, Orta Asya’daki cumhuriyetlerde mevcut durumda hakim olan siyasal kültür, eski Sovyetler Birliği’ndeki oldukça otoriter olan siyasal kültürün doğal sonucuymuş gibi görünmektedir. (bkz. Akiner, 1994, ss. 1-74 ; Dawisha and Parrott, 1997, ss. 1-65 and 201-408 ; Haghayeghi, 1995, ss. 101-164) Bununla birlikte, bağımsızlığın ardından mali ve toplumsal yararlar elde etmek adına Batının siyasal ve ekonomik kuruluşlarıyla entegre olabilmek için bu cumhuriyetlerin siyasi liderleri liberal ve demokratik birer lider gibi davranmaya çalışmaktadırlar. Ancak, bağımsızlığın korunması siyasi gündemlerinin en öncelikli sırasını işgal ettiğinden Orta Asya cumhuriyetleri liderlerinin hemen hepsi için demokrasi, ikinci sırada gelmektedir. Vaner’in ifadesiyle, “Demokrasi asla gerçekleşemeyecek bir hayal değildir, ancak daima ulaşılması zor bir hedef olarak kalacaktır”. (Vaner, 1997, s.238)

Siyasal muhalefeti baskı altında tutan bu otoriter siyasal kültürün toplumda egemen etkisine rağmen, bu cumhuriyetlerde siyasal güç kazanabilmek için mücadele veren gruplar halen bulunmaktadır. Bunlar; 1. Eski komünist parti üyeleri 2. Aydınların başını çektiği yeni oluşan demokratik gruplar 3. Köktendinci eğilimli dini grupların oluşturduğu İslamcılar (Kimura, 1993, s.177) ve 4. İslami kimlikten güç alan milliyetçiler.

Orta Asya’nın Jeo ve Eko-Stratejik Önemi
Bölgenin stratejik önemine gelince, hem konumu ve hem de enerji kaynakları nedeniyle Orta Asya’nın jeopolitik ve jeoekonomik bakımlardan büyük bir öneme sahip olduğunu söyleyebiliriz. Solodovnik’e göre “...stratejik ve ekonomik nedenlerle kontrolü bir ulus için hayati bir önem taşıyan bir yer olarak anılan bu bölgenin, jeopolitik bakımından dünyanın en büyük kara kütlesinin kalbi olduğunu ve Büyük İpek Yolu’nun kullanımda olduğu zamanlardaki gibi, değerli ve kârlı bir kara ticaretini sürdürebilmek için denizlere ulaşma imkânının tümüyle komşu güçlerin iyi niyetine bağımlı olduğunu söylemek mümkündür. Sadece bu faktör, bölge ulusları için serbest ve engelsiz bir karasal ulaşımı sağlayabilirken jeopolitik hassasiyeti de artırabilir..” (Solodovnik, 1993, s.58)

Aslında bölgenin jeostratejik önemi, İpek Yolu’nun hayati konumu nedeniyle 19.yy’da zirveye ulaşmıştır. Kuzeyden güneye, doğudan batıya içinden geçilen meşhur ipek yolları, Arap, Doğu ve Avrupa uygarlıklarını birbirine bağlayan ilk önemli ticaret yolları arasındaydı. Orta Asya 19. yüzyılda, Hindistan’ın stratejik kontrolü için çekişen Rus ve İngiliz imparatorluklarının çarpışma noktasıydı. (Chavin, 1994, s.160 ve bkz. Hopkirk, 1990) Bölgedeki Türk kökenli dört cumhuriyet, Sovyet hakimiyeti döneminde jeostratejik önem taşımaya devam etmiştir. Bölge, jeoekonomik açıdan da Sovyetler Birliği tarafından hayati önemdeydi. Örneğin, Özbekistan en önemli pamuk üreticisiydi ve Sovyetler Birliği’ndeki toplam pamuğun üçte ikisini tek başına üretmekteydi. Kazakistan, doğal gaz ve petrol üretiminde ikinci ve kömürde üçüncü ülkeydi ve başlıca akaryakıt ve elektrik enerji merkezlerinden biriydi. Tarım ve çiftçilikten elde edilen toplam üretim değeri açısından Kazakistan, eski Sovyet cumhuriyetleri arasında üçüncü sırada geliyordu. Türkmenistan, eski Sovyetler Birliği tarafından ihraç edilen tüm doğal gazın %10’unundan fazlasını üretiyordu. (bkz. Kimura, 1993, ss.132-142)

Sovyetler Birliği’nin parçalanmasından sonra, ortaya çıkan iktidar boşluğu nedeniyle, bölgedeki doğal gaz ve petrol potansiyeli Orta Asya’da ekonomik güç rekabetine yol açtı. Bölge, dünyanın en zengin hammadde depolarından biri ve Hazar Havzası bölgesi de İran Körfezinden sonra ikinci petrol ve gaz üreticisi olarak önem kazandı. (Razov, 1997, s.59) “Fırsatlar ülkesi” Kazakistan, (Conway, 1994, s.164), “birçokları tarafından Orta Asya’nın Kuveyt’i olarak” değerlendirilen (Nissman, 1994, s.183) Türkmenistan ve de Özbekistan, oldukça yüksek petrol ve doğal gaz rezervlerine sahip olan üç önemli cumhuriyettir.

Önemli bir nokta da, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın doğal gaz zengini en önemli 20 ülke arasında yer almasıdır. Dünyanın en büyük üçüncü doğal gaz rezervine sahip olan Türkmenistan, 9 723 milyon metreküp, Özbekistan 56 001 milyon metre küp doğal gaz üretimiyle doğal gaz zengini ülkelerdir. (Şen ve Üşümezsoy, 2002, s.79) Bu koşullar altında, “gelecek yüzyılda Hazar Denizi ve ona komşu bölgelerin Asya ve Avrupa’ya petrol ve doğal gaz veren en büyük tedarikçiler haline geleceğini” (Gökay, 1998, s.49) iddia edilebiliriz.

Bölgenin petrol ve gaz potansiyeline bağlı olarak, Orta Asya’daki jeopolitik rekabet de eko-politik rekabete dönüşmüştür. (bkz. Forsythe, 1996) Bölgedeki güç çekişmesi, 20. yüzyılın başında Orta Doğu’da gerçekleşen mücadeleyi hatırlatmaktadır. “Hazar Kumarı” (The Economist, 1998, s.1) şeklinde adlandırılabilecek olan mücadelenin temelde iki amacı vardır: 1. Petrol ve gaz sahalarındaki paylaşım 2. Boru hattı güzergahının belirlenmesi. (Gökırmak, 1996, s.178) Tüm bunlar, bölgedeki başlıca petrol yerlerinin belirlenmesi ve bu petrolün dünya pazarlarına transferinde hem bölgelerarası bir çekişmeye ve hem de uluslararası güç rekabetine yol açmaktadır. Bunun yanında, bu bölge Rusya Federasyonu için de jeopolitik ve jeoekonomik açıdan önem taşımaktadır. Herşeyden önce Rusya Federasyonu için, Avrupa ve Orta Doğu ülkelerine ulaşmak Orta Asya üzerinden olukça kolay olacaktır. Bundan başka, eski Soyetler Birliği, gerektiğinde kullanmak üzere bölgede iki askeri üs kurmuştu. Bu üsler, bölgede nüfuz alanı yaratmak iddiasındaki güçlere karşı Rusya Federasyonu açısından hala önem taşımaktadır. (Mütercimler, 1993, s.37) Kazakistan; Rusya Federasyonu, Belarusya ve Ukrayna’yla birlikte eski Soyetler Birliğinin nükleer silahlarını devralan cumhuriyetlerden biri durumundadır. Doğal kaynaklar özellikle de petrol ve gaz açısından bakıldığında, Rusya Federasyonu’nun, bölgenin eko-politikalarını yönlendirmek amacıyla Orta Asya’ya girmeye teşebbüs eden devletlere karşı sert muhalefet göstereceği kuvvetle muhtemel gibi gözükmektedir.

Ekonomik açıdan gelecek vaad eden bu potansiyeline rağmen bölge, gelecekteki durumunu etkileyebilecek çeşitli ve derin sorunlara gebedir. Takip eden kısımda, bu sorunlar ayrıntılarıyla ele alınacaktır.

Bağımsızlıklarına Yeni Kavuşan Orta Asya Cumhuriyetlerinin Problemleri

Yeni kurulan Orta Asya cumhuriyetleri, bağımsızlıklarına kavuştuktan sonra, kısmen iç kısmen de ülke dışından kaynaklanan güçlüklerin neden olduğu ciddi problemlerle karşı karşıya kaldılar. Bu problemler Türkiye’nin bu cumhuriyetlerle gelecekteki ilişkilerini etkileyebileceğinden, bu başlık altında Orta Asya cumhuriyetlerinin karşılaştıkları problemler detaylı bir biçimde aktarılacaktır.

-Rusya Federasyonu
Rusya Federasyonu, hemen hemen aynı dış politikayı izlediği için eski Sovyetler Birliği’nin devamı olarak görülmelidir. Eski Sovyetler Birliği’nin nüfuz alanı, şimdiki Rusya Federasyonu’nun nüfuz alanı olarak devam etmektedir. Rusya Federasyonu, eski SSCB topraklarını kendi iç ve dış politikaları için olağanüstü önemde gördüğünden, yeni bağımsızlıklarına kavuşmuş cumhuriyetlerin bulunduğu Orta Asya bölgesini mümkün olduğunca etkisi altında tutmak için elinden gelen çabayı göstermektedir. Rusya Federasyonu, eski Sovyetler Birliği topraklarındaki siyasal ve askeri güvenlik ve istikrardan kendini tam sorumlu hissetmektedir. (Winrow, 1995, s.32) Bu nedenle, bu varsayım Rusya’yı, Orta Asya cumhuriyetlerinin iç ve dış politika girişimlerini doğrudan sınırlayan Yakın Çevre politikasını benimsemeye götürmektedir. Rusya Federasyonu’nun bu türden bir dış politika doktrini oluşturması başlıca şu nedenlere dayanmaktadır; (Gökırmak, 1996, ss.161-162) kendi politik ve askeri geleceği açısından önem taşıdığından Orta Asya’daki siyasal ve askeri gelişmeleri denetim altında tutmak, Türki cumhuriyetlerde yaşayan Rus azınlığın haklarını korumak ve onların bu cumhuriyetlerde stratejik idari görevlere gelmesine yardımcı olmak, yakın çevresinde siyasal ve ulusal bütünlüğü ortadan kaldırabilecek olası etnik ve dini hareketlerin gelişimini engellemek, bölgedeki petrol ve gazın çıkarılması ve ihracında en önemli pay sahiplerinden biri olmak, bölgeyi tarımsal hammadde deposu olarak kullanmaya devam etmek. Orta Doğu, Uzak Doğu ve Batı’ya giden ulaşım yollarının kontrolüne yönelik ilgisi ve Kazakistan’da mevcut nükleer silahlar da, Rusya Federasyonu’nu Yakın Çevre politikası geliştirmeye sevk eden nedenler arasında sayılabilir.

Bağımsızlıklarına yeni kavuşmuş Orta Asya cumhuriyetleri, Rusyanın kendi üzerlerinde hakimiyet kurma arzusuna şiddetli bir direnç göstermemektedirler. Aslında bunun nedeni oldukça açıktır. Bu cumhuriyetler, Rusya Federasyonu’yla hala yoğun ilişki içindedirler. Hepsi, dış ekonomik ilişkilerinin Rusya olmaksızın iflasla sonuçlanacağının farkındadır, çünkü dış ticaretlerinin büyük çoğunluğunu Rusya Federasyonu ile yapmaktadırlar. Ayrıca, Rusya’nın, askeri alandan siyasal konulara kadar her alanda, en önemli güvenceleri olduğuna inanmaktadırlar. En azından, Rusya’nın kendi bölgelerindeki askeri, güvenlik ve siyasal çıkarlarını hesaba katarak Orta Asya’yı asla gözden çıkarmayacağı fikrini paylaşmaktadırlar. Bu nedenle, Rusya’yla ilişkilerini bir denge içinde tutmaya çalışmaktadırlar.

-Bölgedeki Güç Rekabeti
Eski Sovyetlerin Güneyindeki bu devletlerin mücadele vermek zorunda kalmaksızın, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının ardından bir tür armağan olarak elde ettikleri bağımsızlık, hem olumlu hem de olumsuz sonuçları beraberinde getirmiştir. Orta Asya bölgesinde 1991’lerde başlayan rekabet, bu beklenmedik bağımsızlığın olumsuz sonuçlarından biri olmuştur. “Bağımsızlığın geliş hızı, Orta Asya liderlerine komşularıyla ilgili politikalar oluşturma zamanı tanımadı. Bu nedenle, dünyanın geride kalan kısmıyla ilişkileri, kendi istedikleri şekilde değil, bu devletlerin Orta Asya ile kurmayı istedikleri şekilde belirlendi.”. (Rashid, 1994, s.209) Eski Sovyetler Birliği’nin merkezi Moskova tarafından yönetilmeye alışkın bu yeni bağımsız Orta Asya cumhuriyetleri, bağımsızlığın ilk günlerinde kendilerini “Beş Genç Öksüz” (The Economist,1997) şeklinde hissettiler. Birdenbire büyük bir iktidar boşluğu doğdu. Bu iktidar boşluğunun yanında, jeopolitik ve jeoekonomik boyutlarıyla birlikte yeni büyük bir oyun da ortaya çıktı. (Ahrari, 1994, s.525) Rusya’nın bölgedeki varlığının azalmasıyla birlikte, hem ABD, Japonya, Çin gibi uluslararası güçler ve hem de Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan gibi bölge devletleri, jeopolitik ve jeoekonomik avantajlar edinmek amacıyla bu yeni oyunda yerlerini almaya başladılar. Tüm bu ülkeler kendi öncelikleriyle birlikte geldiler ve kendi tercihleri doğrultusunda yeniden Orta Asya cumhuriyetlerine yöneldiler. Böylece, ekonomik olarak zayıf, siyasal olarak olgunlaşmamış ve istikrarsız ve etnik olarak da oldukça karışık durumdaki bu yeni Orta Asya devletleri, yönlendirilmeye ya da bu uluslararası ya da bölgesel güçler tarafından absorbe edilmeye açıktırlar. (Brzezinski, 1998, ss.40-53) Uluslararası ve bölgesel güçlerin bölgeye bu yeniden yönelme girişimleri, bölgedeki Türki cumhuriyetlerin kendi iç ve dış politika ilkelerini geliştirmelerine engel olmaktadır. Bu durum bir yandan milliyetçi ve İslamcı çevreleri rahatsız etmekte ve toplumsal hoşnutsuzluğa neden olmakta, diğer yandan da bu cumhuriyetleri dış güçlere bağımlı kılmaktadır.

-Ekonomik Sorunlar
“Gelişmekte olan dünyanın ekonomik ve toplumal sorunlarını inceleyen herhangi bir ekonomi öğrencisi, ekonomik azgelişmişliğin karakteristik niteliklerini -yani dengeli ekonomik kalkınmayı ve sanayi toplumuna geçişi engelleyen faktörlerin tamamını- Orta Asya cumhuriyetlerinde kolaylıkla bulabilir. Bunların birkaç göstergesi vardır. İlki; ekonomik yapıların dağınık oluşunun üretim güçlerinin gelişimini engellemesi. İkincisi; işgücü, sermaye ve diğer kaynakların dolaşım hızlarının düşük oluşunun optimum ve örgütlü bir üretim biçiminin oluşumunu engellemesi. Üçüncüsü; düşük verimlilik, aşırı nüfus, yaygın yoksulluk ve vasıfsız işgücünün varlığı. Dördüncüsü; endüstriyel ekonomik sistemin tam gelişmemiş olması nedeniyle ortaya çıkan derin ekolojik kriz”. (Alexandrov, 1993, s.106)

Alexandrov’un sözünü ettiği nedenlerden dolayı Orta Asya cumhuriyetleri, ancak uzun vadede çözülebilecek ciddi ekonomik problemlerle karşı karşıya kaldılar. Bölgedeki ekonomik problemlerin kaynağının komünist dönemde kökleşmiş olması şaşırtıcı değildir. Eski Sovyet devletlerinin tarımsal zenginlik ve doğal kaynaklarından yararlanan ve bu devletleri kendi ekonomik kurumlarını oluşturmaktan aciz bırakan komünist sistem, bu ülkeleri ekonomik açıdan geri bıraktı. “Orta Asya’nın yeni doğan devletleri, birbirinden bağımsız fakat birbiriyle ilişkili üç sancılı gelişmeyi aynı anda yaşamaktadır: üretim, ticaret ve ödemelerin büyük oranda karşılıklı bağımlılık içinde olduğu güdümlü ekonominin çökmesi; sistemin merkezi Rusya’dan ani kopuşu; ve kendisi de ekonomik ve siyasal krizlerin pençesindeki Rusya’ya bağımlılığın sürmesi”. (İslam, 1994, s.157)

Shafiqul İslam’ın bu cumhuriyetlerdeki ekonomik sorunların temel nedeni olarak gördüğü bu üç olumsuz faktör, ekonomik alanda başka bazı olumsuz sonuçlara da yol açmıştır. Bunlar arasında; yüksek enflasyon oranı; düşük yaşam standardı; serbest piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarındaki kusurlar; ekonominin yönetiminde nitelikli kadronun olmayışı; ekonomik kalkınma için gereken insan unsurunun yetersizliği; oturmamış para ve banka sistemi; yavaş yürüyen özelleştirme; ekonomideki yaygın tekelcilik; sermaye eksikliği; sanayileşmiş ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak istikrarsız ve riskli bir bölgede bulunduğunu düşündükleri bu cumhuriyetlerde yatırım yapmaktan çekinmeleri nedeniyle, bu ülkelerden gerekli ekonomik yardımın gelmeyişi (Kona, 1999, s.89); ulaşım yollarının yetersizliği; ithalatta mevcut engeller; sınırlı kambiyo mevzuatı gibi olumsuzluklar sayılabilir.

Ekonomik alandaki şiddetli problemler, iç ve dış politikaya ve toplumsal yaşama yansımakta, ekonomik karşılıklı bağımlılığı daha da artırmakta, siyasal, toplumsal ve ekonomik gelişmeyi yavaşlatmaktadır.

-Etnik İhtilaflar
Bölgedeki etnik ihtilaflar, güvenliği en çok tehdit eden problemlerden birini oluşturmaktadır. Günümüzde, Özbekistan ve Tacikistan, etnik ihtilafların büyük ölçüde kendisinde bütünleştiği bilinen devletlerdendir. Tacikler, zamanında Orta Asya’nın iki büyük kültür merkezi olan ve şimdi Özbekistan sınırları içinde bulunan Semerkand ve Buhara’nın bulunduğu topraklardan vaktiyle çıkarılmış olmalarının intikamını almak isterken Özbekistan Kırgızistan’ın Oş bölgesini içine alan tüm Fergana Vadisi ve Tacikistan’nın Khojent (eski Leninabad) bölgesinin bir kısmı üzerinde hak iddia etmektedir. Özbekler ayrıca Kazakistan’ın güneyi ve Türkmenistan’ın doğusu için de iddiada bulunmaktadırlar. (Gürel, 1993, ss.13-14) Artan toplumsal hoşnutsuzluk, düşük yaşam standartı ve sürmekte olan siyasal bozulmayla birlikte sözünü ettiğimiz bu etnik sorunlar da artış gösterecektir.

Özbekistan cumhuriyeti adı etnik ihtilaflarla ilgili olarak çok sık karşımıza çıktığı için, etnik problemlerin esas kaynağının Özbekistan olduğunu iddia etmeye kalkışabiliriz. Ancak bu iddia, gayet tek yanlı ve geçersiz bir iddia olacaktır. Özbekistan’ın diğer Orta Asya cumhuriyetleri üzerinde egemenlik veya üstünlük kurmaya çalışarak kendini marjinalleştirdiği aşikardır, zira bölgedeki potansiyel etnik ihtilafların tümünü hesaba katarsak, bu sorunların ilk ve tek kaynağının Özbekistan olmadığını görebiliriz. Bugün bölgedeki etnik ihtilafların hem geçmişte ve hem de günümüzde yaşanan olaylara dayandığı aşağıda maddeler halinde açıklanmaktadır.

Sovyet Politikasının Neden Olduğu Etnik İhtilaflar; Moskova, Orta Asya cumhuriyetlerinin sınırlarını keyfi ve yapay biçimde belirlemiş ve bu politika günümüzdeki cumhuriyetleri heterojen etnik birliktelikler haline sokmuştur. Bu cumhuriyetlerin sınırları, 1921 yılından bu yana 90 kez değiştirilmiştir. Bu değişiklik Sovyetler Birliği’nin bütünlüğünü koruduğu halde, bu cumhuriyetleri etnik olarak birbiriyle kavga eder hale getirmiştir. Buna ek olarak, “... Sovyetler Birliği, ayrıntılı olarak ulus tanımlarını yapmak suretiyle ve daha sonraları izlediği eğitsel, kültürel ve sosyal politikalarla , Birleşmiş bir Türkistan’a ilgi duymayan yeni bir politik ve eğitsel seçkin grubu yaratarak, Orta Asya’da etnik farklılaşma sürecine olumsuz katkıda bulunmuştur”. (Khazanov, 1994, s. 147) Ulusal Bilinç Artışının Neden Olduğu Etnik İhtilaflar; komünist devrimin ardından, ulusal bilinç ve milliyetçi duyguların artmasına hep birlikte tanık olduk. Bağımsızlığına yeni kavuşan cumhuriyetler, bayraklarını, dinlerini ve yeni ortaya çıkan vatanlarını dışarıya karşı destekleyerek bağımsızlıklarını alenen haykırmaya başladılar. Şu anda birer Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmen olmaktan gurur duyarlarken, diğer kültürleri, dinleri ve etnik kökenleri dışlayarak başka etnik grupları izole etmeye çalışmaktadırlar. Yeni Ulusal Kimliklerin Neden Olduğu Etnik İhtilaflar; yeni ortaya çıkan bu bağımsız cumhuriyetler, kendi bağımsız ülkelerine yeni birer kimlik aramaya yönelik güçlü bir eğilime kapıldılar. Bu yeni kimliklerin sadece onlara ait olduğuna inanarak bu süreçte etnik olarak farklı gruplara yer vermediler. Kendi kültürlerini, din ve etnisitelerini başka etnik gruplarla paylaşmamaya karar verdiler. Bu “başkalık” ne yeni bir olgu ne de yeni bir politikaydı. Uzun süre bir diğerinin egemenliği altında kaldıktan sonra bağımsızlığını ilan eden dünyadaki her ülke elbette, uyum göstermek yerine önce bir uyumsuzluk sergileyecektir. Üstünlük Duygusunun Neden Olduğu Etnik İhtilaflar; bu cumhuriyetler işbirliği yerine, bölgedeki diğer kültürlerden, politikalar ve dinlerden daha çekici ve daha baskın kabul ettikleri kendi kültürlerini, politikalarını ve dinlerini bölgedeki diğer cumhuriyetler veya etnik gruplara kabul ettirmeye çalışarak bir üstünlük sağlama mücedelesi içindedirler. Bu nedenle, bu olumsuz tutum da etnik ihtilafları körüklemekte ve bölgeyi daha hassas ve kırılgan bir hale getirmektedir.

Bununla birlikte, kentleşme oranının düşük olması, İslam’ın etnik bilinçten daha önde gelmesi, kabile kimliğinin güçlü etkisi, siyasal hareketliliğin eksikliği, göçebe geleneklerinin yaygın oluşu, ulusal kahramanlar ve tarihlerinin olmayışı ve kendi liderliklerinin devamı için milliyetçiliği bastırmaya çalışan otoriter yöneticilerin varlığı gibi nedenlerden dolayı Kafkasya’ya kıyasla Orta Asya bölgesi etnik ihtilaflar açısından çok daha istikrarlı durumdadır. (Kubicek, 1996, s.94) Sonuç olarak, daha fazla demokratikleşme, toplumsal istikrar, siyasal olgunluk ve gelişmiş bir ekonominin olması halinde bölgedeki etnik ihtilafların yumuşayacağı ileri sürülebilir.

-İşbirliğinin Olmayışı
Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, yeni uluslararası siyasal sistem ekonomiden politikaya kadar her alanda, genellikle bütünlük, globalleşme, karşılıklı bağımlılık ve evrensellik gibi kavramlara dayanmaktadır. Bir grup ülke karşısına benzer karakteristiklere sahip ülkeleri başka bir grupta toplayarak ideolojik veya siyasal amaçlarla sınıflandırma anlayışı yerine, dünya; küçük veya orta büyüklükte bölgeler ya da başka alt-bölgeler barındıran tek büyük bir bölge olarak görülmeye başlanmıştır. (bkz. Kona, 1999, s.117-134) Bununla birlikte, Orta Asya cumhuriyetleri için tam tersi bir durum söz konusudur. Ne bölgesel işbirliği oluşturmaya ilişkin ön koşulların varlığı, ne de ekonomik, toplumsal ve siyasal potansiyelleri bu cumhuriyetlerin böylesi bölgesel bir işbirliğini başlatmalarına olanak tanımıştır. Orta Asya cumhuriyetlerinin bölgesel gruplaşma gibi oluşumlar kurmadaki yetersizliklerini anlayabilmek için, öncelikle bölgesel işbirliği oluşturmaya ilişkin genel ön koşullardan söz edeceğiz.

Öncelikle, bölgesel işbirliği kurmayı hedefleyen ülkeler ekonomik, kültürel, siyasal veya toplumsal alanlardan birinde ya da bu alanların tümünde gelişmeyi amaçlamak gibi bazı ortak idealler taşımalıdır. Aynı ülkelerin, aralarında karşılıklı anlayışı da geliştirmeleri gerekmektedir. İkinci olarak, bölgesel işbirliği kurma amacındaki ülkelerin, bölgesel işbirliği geliştirmeye daha istekli ve ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlarda daha iyi durumda olan bir öncü ülke belirlemeleri gerekmektedir. Bir kez böyle bir önder seçtiklerinde, planlanan bu işbirliğini tamamen ortadan kaldıracak kısır çekişmelerden kaçınmaları gerekecektir. Üçüncü olarak, bölgesel işbirliği kurmaya istekli ülkeler gelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler olmalıdır. Başka bir ifadeyle, işbirliğini oluşturacak ülkelerin siyasal ve ekonomik açıdan güçlü olmaları gerekmektedir. Bu siyasal ve ekonomik güç, nüfuz alanlarını genişletme niyeti taşıyan başka ülkelerin siyasal ve ekonomik emellerini de engelleyebilecektir. Şurası unutulmamalıdır ki işbirliği güçlüleri geliştirir, fakat zayıfların oluşturduğu işbirliği hiçbir gelişme gösteremez.

Bölgesel işbirliği oluşturmak için gereken önkoşullara bakarsak, işbirliğinin Orta Asya cumhuriyetleri için bir realiteye dönüşmekten çok bir tür ideal olarak kalacağını anlayabiliriz. Orta Asya cumhuriyetleri arasında işbirliği oluşturma fikrini saf bir idealden öteye götüremeyen nedenler şunlardır: Toprak Bütünlüğü ve Devlet Egemenliği Önceliği Nedeniyle İşbirliğinde Eksiklik; Orta Asya cumhuriyetleri aynı ideallere sahip olsalar da bu idealler bölgesel bir işbirliği kurmak için gereken ideallerden tümüyle farklılık taşımaktadır. Bunlar daha çok Toprak Bütünlüğü ve Devlet Egemenliği’ne yönelik ideallerdir. Bu iki ideal öncelikler sıralamasında en üst sırayı işgal ederken, ekonomik gelişme, siyasal olgunluk, kültürel ve toplumsal birlik ikinci önemli konular olarak kalmaktadır. Görünen o ki, Orta Asya cumhuriyetleri bu iki önemli problemi çözmedikçe bir işbirliği oluşturmayı düşünmeyeceklerdir. Liderlik Mücadelesi Nedeniyle İşbirliğinde Eksiklik; bu cumhuriyetler hemen hemen aynı ekonomik, toplumsal ve siyasal seviyelerde olduklarından ve günümüzde hiçbiri umut verici durumda bulunmadıklarından, böyle bir işbirliği başlatmak üzere toplumsal, ekonomik ve siyasal açılardan diğerlerine göre daha iyi durumda bulunan bir lider ülke seçme olasılığı bir hayli zayıf olacaktır. Böyle bir lider seçtiklerinde, daha sonra aralarında bu liderliği ele geçirmek için rekabet başlayabilecektir. Göçebe özellikleri nedeniyle, Orta Asya cumhuriyetlerinin hiçbiri bir diğerinin üstünlüğünü kabul etmeyecektir. Bu cumhuriyetler, elbette Rusya istisna olmak üzere, bu dört ülkenin hiçbirinin bir diğerine göre fazlası olmadığına inanmaktadırlar. Profesör Martha Brill Olcott, bu olguyu şu sözlerle açıklamaktadır: “Orta Asya’daki bölgesel işbirliği gerçek olmaktan çok daima bir idealdi. Fakat, Orta Asya liderlerinin Sovyetlerden sonraki diplomatik stratejileri, bu cumhuriyetleri birbirlerinden çok uzaklara sürükledi. Orta Asya liderleri biraraya geldiklerinde... üzerinde anlaşabilecekleri çok az şey bulurlar. Sovyetler döneminde liderler Moskova’nın gözüne girmek için yarışıyorlardı, şimdi ise uzakta bulunan büyük havuzdan yatırım elde etmek ve herbiri kendi cumhuriyetinin daha üstün olduğunu kanıtlamak için rekabet ediyorlar”. (Olcott, 1992, s.126 ve Olcott, 1996, s.145) İşbirliğini Kuracak Gücün Olmayışı Nedeniyle İşbirliğinde Eksiklik; açıktır ki eğer bir işbirliği oluştururlarsa sonuç hiç de tatminkar olmayacaktır, çünkü yeni bağımsızlığına kavuşmuş bu cumhuriyetler, girişimleri ve potansiyellerine rağmen halen siyasal olgunluğa ulaşamamanın, toplumsal düzensizliğin ve ekonomik problemlerin sıkıntısını çekmektedirler. Dolayısıyla, bölgesel bir işbirliğini kuracak güçleri yoktur. Yukarıdaki açıklamalara dayanarak, S. Enders Wimbush’ın görüşlerini kabullenmek durumundayız: “Tek, siyasal olarak birleşmiş ve ekonomik olarak bütünleşmiş bir Orta Asya ihtimalini gözardı etmiyorum fakat itiraf etmeliyim ki, bunu yakın gelecek için oldukça uzak bir olasılık olarak düşünüyorum. Orta Asya’yı birleştirmek için bu yolda ciddi ve kararlı adımlara tanık olacağımızı hissediyorum ve inanıyorum ki, bunun başarılı olması için diğer bütünleşmelerde olduğu gibi uzun bir zaman geçmesi gerekecek...” (Wimbush, 1996, ss.121-122)

-Milliyetçilik
Milliyetçi hareketler henüz ürkütücü bir seviyeye ulaşmış değilse de, milliyetçilik Orta Asya cumhuriyetlerinin günümüzde karşı karşıya kaldığı potansiyel problemlerden birini teşkil etmektedir. Ulusal bilinç, kırsal bölgelerde oturanlara göre özellikle şehirlerde yaşayan aydın kesim arasında daha fazla yayılmaktadır. Ulusal bilinç, kırsal kesimde yaşayanlar için halen din ve yöresel bağlılık ve geniş ailelere mensup olma şeklinde tanımlanmaktadır. (Dawisha and Parrott, 1994, s.81) Bu çok benzer özellikler Orta Asya aydınları arasında tarihsel geçmiş, siyasal kültür, etnik bağlantılar ve kültürel değerlerle tanımlanmaktadır. Seçkinlerin hakimiyeti konusunda ise milliyetçilik, birbirine zıt iki farklı kavramın birleşimini ifade etmektedir. Seçkinler bir yandan hoşgörüsüzlük ve anti-demokratik davranışlar kapsamında milliyetçilik kavramını kullanırken, öte yandan kendi halkları için Batı’nın kültürü ve demokrasisini benimsemektedirler. (Ahmet, 1995, s.57) Bağımsızlığın ardından Orta Asya halkları kendi ulusal kimliklerini ifade etme ve öne çıkarma hususunda oldukça istekliydiler. Bunun çeşitli sebepleri vardır, bunlar arasında: Sovyetlerin Orta Asya Halkları Üzerindeki Ruslaştırma ve Sovyetleştirme Politikasının Neden Olduğu Milliyetçilik; Kazak, Kırgız, Özbek ve Türkmen uluslarında mevcut milliyetçi duygular, tek bir Sovyet toplumu yaratmak adına 70 yıl boyunca görmezden gelindi. Bağımsızlıktan sonra, bağımsız ulus tesis etme arzusuyla alevlenen bazı milliyetçi hareketler ortaya çıktı. “Bu popüler hareketler, esasen sömürgecilik karşıtı, reformcu ve milliyetçidir”. (Hunter, 1990, s.325) Sömürgecilik karşıtıdır, çünkü sömürgecilik eğilimlerinin tümüyle karşısındadır; reformcudur çünkü siyasal, toplumsal ve ekonomik reformlarla birlikte milliyetçiliği destekler; milliyetçidir çünkü kendi yeni kazanılmış bağımsızlıklarını başka devletlerin olası genişleme politikalarına karşı koruyup kollamak ve yeni oluşmuş, bağımsız ulusal kimliklerini Bolşevikler tarafından empoze edilen eski kimlikler karşısında güçlü kılmak için milliyetçiliğin gücünü kullanır. Geçmişin Öcünü Alma İsteğinin Neden Olduğu Milliyetçilik; Orta Asya cumhuriyetleri milliyetçilikten geçmişin öcünü almak için yararlanmaktadırlar. Milliyetçiliği kullanmak suretiyle, kendi topraklarında yaşayan Rus azınlıklara karşı kendi ülkelerinde birinci sınıf yurttaş olmanın tadına varabileceklerine ve bunun gururunu duyabileceklerine inanmaktadırlar. Diğer bir deyişle, bu halklar Sovyetler dönemindeki kenara itilmişliklerinin bedelini, bağımsızlığa kavuştuktan sonra kendi üstünlüklerini Rus azınlığa kabul ettirmek suretiyle telafi edebileceklerine inanmaktadırlar. Dengesiz Ekonomik Gelişmenin Neden Olduğu Milliyetçilik; yeni bağımsız Orta Asya toplumlarındaki ekonomik geri kalmışlık da bu toplumları, din, aile bağları ve ulus gibi maddi olmayan değerlerle derin bağlılığa götürdü. Bu şekilde davranarak başka alanlardaki eksiklerini telafi etmeye çalışan Orta Asya halkları, 1990’lardan sonra böylesi bir görünüm arz etmektedir. Rus nüfuzunun azalmasıyla birlikte, kendi Pazar ekonomilerinin kurum ve kurallarını oluşturmak zorunda kaldılar. Bu cumhuriyetler Sovyetler döneminde birer hammadde ambarı olarak kullanıldıklarından, kendi ekonomik faaliyetlerini gerçekleştiremediler. (Hunter, 1996, ss.66-67) Bu nedenle, bağımsızlıkla birlikte ekonomik güçlükleri kendi başlarına çözmek zorunda kaldılar. Bu durum, elbette Orta Asya toplumları arasında hoşnutsuzluklara yol açtı ve mevcut ekonomik problemleri çözemeyen Orta Asya halklarının dikkatini daha önemli gördüğü diğer konulara yöneltmesine neden oldu. İşte bu nedenle, 1990’lardan sonra artan milliyetçilik, Orta Asya halklarının özenle yaşatmak istediği kavramlar arasında yer almaktadır. Devlet Kurma Sürecinin Neden Olduğu Milliyetçilik; devlet kurma süreçlerinin tümünde ulusal bilincin hızlı gelişmesi olağan bir durumdur. Eğer bağımsızlığa yeni kavuşan halk büyük egemen bir gücün altında yıllarca, dini, kültürel ve ulusal duygulardan mahrum yaşamışsa bu süreç daha da hızlı ve hırçın çalışır. Bu koşullar altında, ülke, devlet, ulus, kültür ve din gibi yeni sahiplenilen değerler çok daha fazla önem kazanır. Böylece, Orta Asya’daki cumhuriyetlerin milliyetçiliği, devlet kurma ve uluslaşma süreçlerini hızlandırabilen ve besleyebilen toplumsal bir olgu olarak kabul edilebilir. Liderlerce Desteklenen Milliyetçilik; Orta Asya liderleri, milliyetçiliğe özel bir statü tanıyarak kendi siyasal iktidarlarını güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Yeni kurulan cumhuriyetlerin halkları ulusal konularda kendileriyle aynı duyguları paylaşan kişileri doğal olarak desteklediğinden, bu liderler bu şekilde davranarak halkın da desteğini almaktadırlar. Ancak, Orta Asya liderlerinin milliyetçiliğe ilişkin olarak benimsedikleri bu tavır bu yeni doğan Orta Asya cumhuriyetlerinde milliyetçiliği tutuşturan yegane faktör olarak görülmemelidir, çünkü demokrasideki eksikler, ekonomik az gelişmişlik, koyu liderlik sultası gibi etkenler de bizleri milliyetçiliğin uzun vadede Orta Asya bölgesinde yükseleceğini düşünmeye sevk etmektedir. Bu doğrultuda, Katz’ın şu varsayımını desteklememek mümkün değildir “...Sovyetlerden sonra kurulan devletlerdeki milliyetçilik; demokratikleşme, ekonomik kalkınma ve diğer olumlu faktörlerin sonucu olarak zayıflayacaktır, fakat bunun yakın bir zamanda gerçekleşmesi hayli kuşkuludur”. (Katz, 1994, s.327)”

-Otoriterlik
Orta Asya liderlerinin otoriter davranış biçimi, Batıdaki demokrasi fikriyle tezat teşkil etmektedir. Liderler, bir yandan yeni cumhuriyetleri için demokrasinin ne kadar önemli olduğunu vurgularken, diğer yandan da Sovyetler Birliği’nden devraldıkları otoriter liderlik tarzını sürdürmektedirler. Hemen tüm Orta Asya cumhuriyetleri önceki totaliter komünist rejime benzer bir anlayışla yönetiliyormuş gibi gözükmektedirler. (Gumpel, 1994, s.24)

Orta Asya cumhuriyetlerindeki otoriterciliğin nedenleri arasında şunlar sayılabilir; Siyasi Liderlerin Otoritesini Genişletme Amaçlı Otoriterlik; bağımsızlığın başlangıcından bu yana, Orta Asya cumhuriyetlerinin liderleri otoriter liderlik tarzına önem vermişlerdir. Böylelikle, hem kendi iktidarlarını güçlendirmişler, hem de iktidarda kalış sürelerini uzatmışlardır. Aşağıdaki alıntılardan Orta Asya liderlerinin milliyetçilik kavramını kendi otoritelerini genişletmek üzere nasıl kullandıkları açıklıkla anlaşılmaktadır: “Orta Asya liderlerinin herbiri laik/bilimsel bir liderlik modelini benimseyerek kendi otoritelerini sağlamlaştırmayı ve popülerliklerini artırmayı tercih etmektedirler. Kazakistan devlet başkanı Nursultan Nazarbayev kendini yeni Asya ekonomik ‘ejder’inin lideri olarak görmekte, Kırgızistan devlet başkanı Askar Akayev ise kendini Asya’nın İsviçresi’nin lideri olarak takdim etmektedir. Türkmenistan devlet başkanı Saparmurad Niyazov, kendini Türkmen halkının ‘Babası’ olarak ilan etmiştir ve Özbekistan devlet başkanı İslam Kerimov ise kendini, ancak koşulların zorlaması nedeniyle otoriter önlemler almak zorunda kalan bir yönetici olarak tanımlamaktadır”. (Olcott, 1994, s.150) “Yabancı gözlemciler şu gerçekleri çoğunlukla unutmuş gözüküyorlar; tüm Orta Asya liderleri sürmekte olan iktidarlarını devam ettirme ve sağlamlaştırma arzusu taşımaktadırlar, çünkü, doğru ya da yanlış, ülkelerinin geleceğinin kendi modernleşme, kalkınma programlarının gerçekleşmesine ve devlet olma duygusunun yaratılmasına bağlı olduğuna inanmaktadırlar. Bu liderlerin hepsi bu hedeflere ulaşmak için en iyi yöntemin hangisi olduğu konusunda farklı düşünceler taşımaktadırlar”. (Brown, 1996, s. 8) Ülke Bütünlüğü İçin Otoriterlik; daha önce de sözü edildiği gibi, Sovyetler Birliği’nin parçalanmasının ardından milliyetçi yönelimler ve dini kıpırdanmalar başlamıştır. Açıktır ki bu iki eğilim karşısında kalkan olarak kullanılan otoritercilik bir taraftan, kendi ulusal bütünlüğünü tehdit edebilecek nitelikteki herhangi bir devlete karşı bir tür koruma sağlamakta; diğer taraftan da, ulusal bütünlüğe ve siyasi gelişime zarar verebilecek herhangi toplumsal hoşnutsuzluk veya siyasal ayrılıklara karşı bir tür güvenlik şemsiyesi yaratmaktadır. Böylece, Orta Asya cumhuriyetlerinin siyasi liderleri, dış güçlere ve muhtemel iç karışıklığa karşı toplumu, bir arada tutmak için otoriterciliği kullanmaktadırlar. Bu yolla, toplumu denetimleri altında tutmakta ve kendi liderliklerini güçlendirmektedirler. Bunun ötesinde, Orta Asya liderlerinin bu tutumunun Rusya Federasyonu tarafından desteklenmesi ve Orta Asya liderlerinin eski Sovyetler Birliğindeki otoriter liderlik tarzını bilerek benimsemeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü her iki tarafın da toplumdaki ihtilafları ortadan kaldırmayı ve otoritercilik yoluyla uzun yıllar iktidarda kalmayı amaçlamış oldukları bilinen bir gerçektir. Rusya Federasyonu’nun Orta Asya devletlerinde mevcut otoritercilik uygulamasını desteklemeye devam edeceği, sıkı denetimi kaldırmayacağı ve kargaşadan kaçınacağı ileri sürülebilir. (Fuller, 1994, s.146) Komünist Kültürün Mirası Olarak Otoriterlik; bu cumhuriyetlerde totaliter yönetim tarzı 70 yıl boyunca geçerli olmuştur. Yöneten seçkinlerin temel amacı, çeşitli etnik milliyetlerden oluşan Sovyet toplumunu bu politika yardımıyla bir arada tutmayı başarabilmekti. Birliğin dağılmasından sonra, totaliter-sonrası rejim özellikleri gösterdiklerinden Rusya Federasyonu ve yeni bağımsız devletlerin laik ve demokratik olduklarını iddia etmek oldukça yapay olacaktır. Kısmen statükonun gerekleri, kısmen de eski komünist dönemin etkisiyle, hala otoriter sistemin kurallarını uygulamaya devam etmekte oldukları aşikardır. Bu bağlamda bu varsayımı destekleyen şu düşünceye yer verebiliriz “...Orta Asya cumhuriyetlerinin Sovyetler Birliği zamanında tamamen Ruslaştırılamayan komünist kültürü, Marxist-Leninist ideolojinin muhafızlığından milliyetçi liderliğe görece başarılı bir geçiş sağladı. Bu, kısmen bu liderlerin iktidar tabanlarının gücünden ve köklü geleneksel efendi-hizmetli ilişkisinden ve aşiret bağlılığından gelmektedir,...” (Strategic Survey 1991/92, s.153)

Sonuç olarak, itiraf etmeliyiz ki otoriterlik anlayışı sürdükçe, bu cumhuriyetlerde demokrasiye geçiş ya umulandan daha uzun bir süre alacak ya da bir çeşit ideal olarak kalacaktır.


-İslam
Aslında dinler, hem bireyleri hem de toplumları güçlendirme misyonu taşıyan bağımsız bir statüye sahiptirler. “Özellikle, toplumsal yapıyla daha doğrudan ilişki içinde bulunan İslam, Hristiyanlığa kıyasla, toplumun yapısını düzenleyen ve bu konuda yol gösteren, bireyleri koruyan ve ideolojik ve kültürel değerleri topluma aktaran işlevlere sahiptir.” (Mardin, 1993, s.91) Sovyetler Birliği’nin sona ermesinden sonra Orta Asya toplumlarının çoğunluğunun dini durumunda bulunan İslam dinine, geçmişte yaşanan olumsuzlukları telafi etmek gibi gayet zor bir görev verilmesinden dolayı bu din bu halklar arasında farklı bir güce sahip olmuştur. Menon ve Barkey’e göre “… Sovyet kurumlarının ve ideolojisinin sona ermesi ve ekonomik krizin sürüp gitmesiyle İslamiyet, hatta en köktenci şekilleri bile, Orta Asya’da çok kuvvetli bir politik güç haline gelebilir.” (Menon and Barkey, 1993, s. 72)

Orta Asya toplumlarındaki İslami uyanışın nedenleri arasında şunları sayabiliriz: Toplumsal Kimlik Edinmede Arabulucu Olarak İslam; genelde dinler, toplumsal bir kimliğe sahip olmak isteyen insanlar için bir arabulucudur. 70 yıl boyunca kollektif toplumsal kimliklerle yaşamış ve Kazak, Türkmen, Kırgız ve Özbek kimliklerini bir kenara bırakmış Orta Asya halkları, Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra dinin gerekliliği ve gücünü hissetmeye başlamışlardır. Bağımsızlığa kavuşmalarının ardından İslam, bağımsız Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan ve Özbekistan’da özgün Kazak, Türkmen, Kırgız ve Özbek kimliklerini güçlendiren bir değer olarak görülmeye başlanmıştır. Ayırt Edici Faktör Olarak İslam; İslam, Orta Asya’daki Müslüman nüfusun BDT’da çoğunluğu oluşturan Slav nüfusdan farklı olduğunu hissetmelerinde ayırt edici bir faktör olarak da görülmektedir. “İnsanlar, İslam’ın Orta Asya’da sadece bir inançlar demeti değil, -onları, egemenliklerini asla meşru saymadıkları Ruslar’dan ayıran- bir yaşam ve uygarlık biçimi olduğunu içgüdüsel olarak anladılar”. (Mirsky, 1992, s.334) Genişletilmiş Rus Rolüne Karşı Engelleyici Sembol Olarak İslam; İslam, bundan başka, Rusya Federasyonu’nun muhtemel genişletilmiş rolüne karşı Orta Asya halkları tarafından engelleyici bir sembol olarak görülmektedir. “Günümüzde siyasi gündemin genel belirleyicisi haline gelen din (İslamiyet) Orta Asya toplumları özelinde genişletilmiş Rus rolüne karşı bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.” (Peker, 1996, s.81) Geleneksel Toplumlardaki En Önemli Toplumsal Değer Olarak İslam; kültürel, dini ve toplumsal simgelerin maddi simgelerden daha fazla kabul gördüğü tüm geleneksel toplumlarda olduğu gibi, geleneksel yapı özellikleri gösteren Orta Asya devletleri için de din toplumda itibarlı mevkide yer almaktadır. Eski Rus Politikalarına Karşı Aşırı Yüceltilmiş Toplumsal Değer Olarak İslam; İslamiyet’in Orta Asya toplumlarında ihya edilmesi büyük ölçüde eski Sovyetler Birliği’nin Ortodoksluk dışındaki herhangi bir dine yönelik olumsuz politikasından kaynaklanıyor olabilir. “Sovyet dönemi sırasında İslamiyet, kamu yaşamından tümüyle çıkarılmıştı: camiler, medreseler ve diğer dini kurumlar dramatik biçimde ortadan silinmişlerdi. Sovyetler Birliği’ndeki tüm dini yaşam devletin sıkı denetimi altındaydı, Rus kökenli olmayanların ulusal veya dini duygularını en hafif şekilde bile belli etmeleri aşırı milliyetçilik ve köktendincilik sayılıyordu...Sıradan Rusların zihninde İslamiyet, geri kalmışlık, köktendincilik ve hatta terörizmle ilişkilendiriliyordu. Fakat, herşeye rağmen İslamiyet, taraftarlarınca ulusal kültürün bir parçası ve bir yaşam biçimi olarak kabul ediliyordu. Bu durum, diğer dinlere kıyasla İslamiyet’e özel bir statü sağlıyordu”. (Kadir, 1996, ss.48-49) Sovyetler Birliği yönetimi, Rus topraklarında yaşayan Müslümanları üç grup halinde sınıflandırmıştı: Sayıları fazla olmamasına rağmen İslami ideolojiyi sıkı sıkıya izleyen fanatikler; sıradan Müslümanlar ve ortada olanlar. Sovyet liderler Müslümanları, Sovyetler Birliği’ndeki ilerlemelere karşı çıkan gericiler olarak görüyorlardı. (D’Encausse, 1992, ss.17-51) Böylece, bu açıklamalar ışığında, toplumdan soyutlanmış ve Sovyet döneminde hor görülmüş Müslümanların, Sovyetler Birliği’nden ayrıldıktan sonra İslamiyetin gereklerini yerine getirmek ve toplumda İslam dininin önemini vurgulamak istedikleri ileri sürülebilir. Ancak, İslam dininin Orta Asya toplumlarında bu aşırı yüceltilmiş durumu, bölgede nüfuz alanını genişletme yolları arayan İran’ın bu amacını gerçekleştirmek için İslami motifleri kullanabileceği ihtimalini güçlendirmiştir. Bu türden bir gelişme ise, İslami söylemlerle kışkırtılacak Orta Asya devletlerinin geçiş dönemini başarıyla tamamlayamamaları ve demokratik rejimden yoksun kalmaları ile neticelenebilir. Ahmet’e göre, “Bölgedeki İslami köktendiciliğin geleceği bölgesel güçlerin dolaylı ya da doğrudan müdahalelerine veya etkisine bağlıdır.”(Ahmet, 1994, s.58)

İslam dininin Orta Asya halklarını ve toplumlarını, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı kalmak ve yenilikleri benimsemelerini engellemek şeklinde yönlendirdiği sürece, Orta Asya cumhuriyetlerinin gerçekleştirmeye kararlı oldukları Batı tarzı demokratikleşme, laikleşme ve modernleşmenin çok güç yeşereceğini düşünmek oldukça gerçekçi olacaktır.

Türkiye’nin Bölgedeki Rolü

Orta Asya cumhuriyetleriyle kültür, tarih, din ve dil bağları bulunan Türkiye, bağımsızlığın hemen başında hem kendisi hem de Batı tarafından, laik devlet, çoğulcu demokrasi ve serbest pazar ekonomisiyle bu cumhuriyetler için siyasal ve ekonomik bir model olarak sunulmuştur. Profesör Bahri Yılmaz, bu durumu şu sözlerle açıklamaktadır: “Merkezi düşünce, her iki bölgedeki ülkelerde ‘Türk model’inin sunulmasıydı. Bu model, üç esas üzerine kurulmuştu: Müslüman bir toplumda laiklik, Batı tarzında çoğulcu demokratik sistem, ve serbest pazar ekonomisi. Bu model sadece bu ülkeler için gelecekte siyasal ve ekonomik gelişmeye ilişkin bir çerçeve model olarak değil, aynı zamanda bu ülkelerin ‘Batılılaşması’ için bir katalizör model olma amacı da taşımaktaydı”. (Yılmaz, 1994, s. 94) Buradan hareketle, Türk yetkililer Batının bu süreçte Türkiye’ye arka çıkması gerektiği fikrini kuvvetle desteklediler. Öğütçü’ye göre, “Türkiye’nin yeni kurulan demokrasilere Batı tarzı bir model yerleştirmesi amacıyla Batı tarafından başlatılmış olan bu sürece, yöntem ve araçlar araştırılarak katkıda bulunulması gerekmektedir”. (Öğütçü, 1994, s.108) Batıdaki olumlu görüntüsü ve kendi konumundan aldığı cesaretle Türk yetkililerinin, ilişkilerin ilk iki yılında bölgeden beklentileri büyüktü ve Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan bir Türk Dünyası kurmaktan ve bir Türk Ortak Pazarı yaratmaktan söz ediyorlardı.

Ne var ki, 1992 Ekim’inde Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkiye, Türkmenistan ve Özbekistan liderlerinin katılımıyla gerçekleşen Ankara Zirvesi’nin ardından kabul edilen Ankara Deklarasyonu’yla, bu beklentiler yerini daha gerçekçi olanlara bıraktı. Ankara Zirvesi’nin ardından Ankara Deklarasyonu yayınlandı. Bu deklarasyon, kültür, eğitim, dil, güvenlik, ekonomi, yargı sistemi gibi hususlara ve parlamentoyla ilgili konularda işbirliği geliştirme ihtiyacına temas ediyordu ancak bu Deklarasyon’da, bir Türk Ortak Pazarı veya Türk Bankası oluşturma hususlarına değinilmemişti. Bunun yanısıra, katılımcılar yeni boru hattının yapımıyla ilgili kesin bir söz de vermiş değillerdi. (Winrow, 1995, s. 20)

Ankara Deklarasyonu’ndan bu yana planların yalnızca küçük bölümleri hayata geçirilmiştir. Şu anda ne Türkiye ne de Orta Asya cumhuriyetleri sonuçtan memnun gözükmemektedirler. Bugüne kadar geliştirilen ilişkilerin sonucunda varılan noktada yaşanan hayal kırıklığının nedenleri büyük ihtimalle, hem Türkiye hem de Orta Asya Cumhuriyetleri’nden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, aşağıdaki bölümde öncelikle, 1991 yılından günümüze yaşananları esas alarak Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye arasındaki ilişkilerin tarafları memnun etmeyen bugünkü düzeyinin nedenlerini tartışacağız.

Türkiye’nin Orta Asya Politikalarını Engelleyen Faktörler

-Türkiye’nin Ekonomik Yetersizlikleri
Orta Asya cumhuriyetleri her hangi bir devletle geliştirecekleri tek taraflı ekonomik işbirliğinin başka devletlerle geliştirilebilecek diğer ekonomik işbirliği alternatiflerini engelleyebileceğini düşünmektedirler. Yalnızca Türkiye üzerine yoğunlaştıklarında veya ekonomik ilişkilerini başlatma ve geliştirmede önceliği Türkiye’ye verdiklerinde, olası ekonomik imkanları artırmak yerine daraltmış olacakları gerçeğinin farkındadırlar. Daha fazla yarar sağlayacağına inandıklarından, sanayileşmiş ülkelerle ekonomik ilişkiler geliştirmeye önem vermektedirler. Türkiye’nin ekonomik açıdan yetersizliklerini göz önüne aldığımızda, bu cumhuriyetlerin sanayileşmiş ülkelerle kuracakları ekonomik ilişkilerin onlar için daha avantajlı olacağını itiraf etmemiz gerekir. Sanayileşmiş ülkelere kıyasla Türkiye, kendisi de bizzat dış ekonomik yardıma ihtiyaç duyan, tarıma dayalı bir ülke görüntüsü sergilemektedir. 1983 yılından sonra serbest pazar ekonomisinin gereklerini uygulamasına rağmen, Türkiye’nin ekonomik alanda hala eksikleri bulunmaktadır. Bu koşullar altında Türkiye, Orta Asya cumhuriyetlerinin ekonomik taleplerini karşılamakta yetersiz durumdadır. Dolayısıyla bu cumhuriyetler, Türkiye’yle geliştirilecek tek taraflı ekonomik ilişkilerin başka devletlerle geliştirilmesi planlanan olası ekonomik ilişkileri engelleyebileceğini düşünmekte haklıdırlar.

-İşbirliği Sürecinde Türkiye’nin İç Siyasal Kısıtları
Orta Asya cumhuriyetlerinin, işbirliği sürecinde Türkiye’nin siyasi ve ekonomik kısıtlarının bulunduğunu düşünmeleri kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin iç politikasındaki değişkenlik ve ekonomik sorunlar, Orta Asya cumhuriyetlerinin Türkiye’yle tam bir işbirliği içinde bulunmasını engellemektedir. Hepimizin bildiği gibi istikrarlı ilişkiler, istikrarlı bir siyasal süreç ve istikrarlı bir ekonomik kalkınma gerektirir. Ancak, tam tersine Türkiye, sık sık siyasal değişiklikler yaşamaktadır. İktidardaki siyasi partinin iç ve dış politika konularında aldığı kararlar, bir sonraki hükümet tarafından değiştirilebilmektedir. Hükümetler öyle hızlı değişmektedir ki, geçmiş dönemde iktidarda olan bir siyasi parti kendi döneminde alınan siyasi kararların sonuçlarını göremeyebilmektedir. Türkiye, bağımsızlığına kavuştuğundan bu yana Orta Asya için hemen hemen aynı dış politika stratejisini izliyor olsa da, Türkiye’deki bu siyasi istikrarsızlık ve değişkenlik, Orta Asya cumhuriyetlerini Türkiye’yle doyurucu ilişkiler geliştirmede çok daha dikkatli davranmaya sevk etmekte ve ayrıca Türkiye’yi de kararlı bir Orta Asya politikası izlemekten alıkoymaktadır.

-“Büyük Birader”le İşbirliğine Yönelik Tereddütler
Orta Asya devletleri, bağımsızlıklarına yeni kavuşan herhangi bir devlette görüldüğü gibi, kendisini siyasal, ekonomik veya kültürel etki altına alabilecek herhangi bir devletle tam bir işbirliği kurulmasına taraftar değildir. Geçmişte yaşadıkları deneyimler, “Büyük Birader” Sovyetler Birliği’nin rolünde görüldüğü gibi, olumsuz sonuçlandığı için bu cumhuriyetler kültürel, siyasal ve ekonomik hakimiyet altına girmekle sonuçlanabilecek ilişkiler konusunda şu anda daha da çekingen davranmaktadırlar. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in ‘Türkiye’nin amacı bölgede ekonomik, siyasal ve kültürel güç kazanmaktan ibarettir’ (Landau, 1995, s.222) şeklindeki beyanatına rağmen, bazı siyasi parti liderlerince dile getirilen aşırı bazı siyasal söylemler bu cumhuriyetleri, Türkiye’nin ilişkileri geliştirmek suretiyle bu yeni “Büyük Oyun”da yeni “Büyük Birader” sorumluluğunu alabileceğini düşünmeye zorlamış olabilir. Aslında, özellikle ilişkilerin ilk yıllarında, Milliyetçi Hareket Partisi ve Refah Partisi gibi belirli bazı milliyetçi ve İslamcı çevreler, yeni uluslararası düzende Türkiye’nin güçlü ve prestijli bir siyasi aktör olacağından ve bir Türk ulusları bloku veya birliğini kuracağından söz etmekteydiler. Bu politikayı savunan siyasi partiler yalnızca ideolojik olarak birbirinden ayrıydılar, bunlardan ilki kendini milliyetçi olarak tanıtırken ikincisi dini ideolojisini öne çıkarıyordu. (Kramer, 1996, s.114)

Türkiye, Orta Asya cumhuriyetlerine yönelik oldukça fanatik dış politika söylemini değiştirmiş ve bu söylemi 1992’den sonra daha gerçekçi bir tarza oturtmuş olmasına rağmen Orta Asya cumhuriyetleri halen Türkiye’yle tam bir işbirliğine girmekten çekinmektedirler.

-Orta Asya Cumhuriyetlerine Yönelik Yeterli Stratejinin Olmayışı
Türkiye, Orta Asya cumhuriyetleriyle ilişki kurmaya başladığı tarihten bu yana stratejik bir kaos içinde bulunmaktadır. Türkiye bazı politikaları gerçekleştirmede kararlı ve Orta Asya bölgesine ilişkin hedefinde de azimli ve tutarlı olmasına rağmen, bu hedefe ulaşmak için gereken araçlar hususunda daima yetersiz kalmıştır. Aslında, bu yetersiz politikanın nedeni, Türkiye’nin belirli bir işbirliği alanı tayin etmemiş ve çok geniş boyutlu işbirliği planları geliştirmiş olmasıdır. 1991 yılından bu yana Orta Asya devletleriyle ilişkilerde bu olumsuz gerçekle yüz yüze bulunmaktayız. Geçen on sene zarfında Türkiye bölgede çok sayıda girişim başlatmış, ancak bunlar bir sonuca ulaşamamıştır. Bu güne dek, Orta Asya cumhuriyetlerine verilen sözler tam anlamıyla tutulamamış bu da Orta Asya cumhuriyetlerini Türkiye’yle ilgili hayal kırıklığına uğratmıştır.

-Bilgi Eksikliği
Herhangi bir devletle sağlıklı ekonomik, siyasal, askeri ya da toplumsal ilişkiler kurabilmek için bu devletin geçmişinin ve benimsemiş bulunduğu davranış kalıplarının iyi bilinmesinin vazgeçilmez olduğu şeklinde yaygın kabul gören bir saptama vardır. Daha önce de sözü edildiği gibi, Orta Asya cumhuriyetlerinin halkı Türk kökenlidir, bu halklar Türkçe konuşan uluslardandır ve İslam dinine mensupturlar. Bu ortak noktalara rağmen şunu itiraf etmeliyiz ki Orta Asya cumhuriyetlerine ilişkin tarihsel bilgi Türkiye’de oldukça kısıtlıdır. Bölgedeki ekonomik ve siyasal hedeflere ulaşmada hayati öneme sahip toplumsal, kültürel ve siyasal bilgileri dikkate alarak, akademik çevrelerin bu konu üzerine eğilmesi ve üniversitelerde Orta Asya enstitülerinin kurulması gerekmektedir.

-Rusya Federasyonu
Daha önce de değindiğimiz gibi Rusya Federasyonu, bağımsızlığına yeni kavuşmuş bu cumhuriyetleri eski Sovyetler Birliği toprakları üzerinde yaşayan ve ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak kendisine bağımlı bulunan federatif devletler gibi görmektedir. Aslında, gerçek durum da bu varsayıma uygun düşmektedir. Bu cumhuriyetler, dış ticaretlerinin çoğunu Rusya Federasyonu ile yapmaktadırlar. Orta Asya cumhuriyetlerinde yaşayan Rus azınlıkların sayısı da oldukça fazladır. Bundan başka, bu cumhuriyetlerde yönetimi devralabilecek durumdaki eğitimli insan kaynağının ortalamanın altına düşmesinden bu yana yönetim kademesindeki Rusların sayısı günden güne artmaktadır.

Ayrıca, Sovyetler Birliği’nin toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel etkisi altında yıllarca yaşamış bulunan Orta Asya cumhuriyetleri, Rus faktörünü dışlamak ya da ekonomik nedenlere bağlı olarak Rusya Federasyonu’nu Orta Asya bölgesinden tecrit etmek taraftarı değildir. Dolayısıyla, bu cumhuriyetler Rusya Federasyonu’na düşmanlığı hedefleyen tüm girişimlere karşı çıkmaktadırlar. Başka herhangi bir devletle kurulacak ve Rusya Federasyonu’nun önemini azaltabilecek çok yoğun ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel işbirliğinin onların nazarında avantaj yerine dezavantajlar getireceği gerçeğinin farkındadırlar. Bu kanı yalnızca Türkiye için değil, tüm başka ülkeler için de genelleştirilebilir. Bu nedenle, Rusya Federasyonu dışındaki herhangi bir devletle herhangi bir ilişki/işbirliği kurma veya geliştirme hususlarında çok ihtiyatlı davranmaktadırlar.

-Batı’nın Desteğinin Olmayışı
Türkiye’nin Orta Asya cumhuriyetlerinin ihtiyaçlarını kendi mevcut ekonomik potansiyeli ile karşılayamadığı oldukça açıktır. Bu ülkelerle planlanan ilişkileri hayata geçirebilmek için bir tür ek yardıma ihtiyaç duyulmaktadır. Eğer Türkiye bu cumhuriyetler için Batı’dan destek sağlarsa, planlanan bu ilişki ve işbirliği süreci daha uygun biçimde ilerleyebilecektir. Ancak, özellikle sanayileşmiş devletler, bölgenin riskli olduğunu ve yapacakları yatırımların sonunda avantaj elde edemeyeceklerini düşünerek bu bölgede yatırım yapmaktan kaçınmaktadırlar. Şu ana kadar bölgeye büyük miktarda bir Batı desteğinin geldiğini iddia etmek oldukça zordur. Batı desteğinin eksikliği, Orta Asya cumhuriyetleri ve Türkiye arasındaki ilişkiler üzerinde olumsuz etki bırakmaktadır. Türkiye’nin bu cumhuriyetleri tam anlamıyla desteklemede çok yetersiz kalması ve bu cumhuriyetlerin de ekonomik yardım için özellikle Batı’ya yönelmeye istekli olmaları, sanayileşmiş Batılı devletlerle işbirliğini Türkiye’yle işbirliğine tercih etmelerine neden olmaktadır.

-Bölgede Bölgesel ve global Güçler Rekabeti
Bölgede nüfuz alanını genişletme isteğindeki çeşitli devletlerin varlığı da Türkiye ile bu cumhuriyetler arasındaki ilişkilerin düzeyini etkileyebilmektedir. Dış güçlerin bu cumhuriyetlere kabul ettirmek istediği çeşitli politikalar nedeniyle Türkiye, bölgede kendi politikalarını bağımsız olarak yürütememektedir.

Türkiye’nin Orta Asya Cumhuriyetlerine Sağlayabileceği Avantajlar

-Bölgedeki Radikal İslam’a Karşı Türkiye
Türkiye ve Orta Asya cumhuriyetlerini birbirleriyle yoğun işbirliği geliştirmekten alıkoyan bu problemlere rağmen, Türkiye Orta Asya cumhuriyetleri ve Orta Asya bölgesi için bazı avantajlar ifade etmektedir. İlk olarak, Türkiye’nin Orta Asya’daki varlığı, bölgenin yeni şekillenen perspektifinde yer almaya istekli köktendinci ülkelere karşı gereklidir. Kısmen bölgeyle mevcut kültürel bağları ve ekonomisindeki darboğaz nedeniyle cesaret alan İran bölgede oldukça etkin durumdadır. 1991’den sonra bölgedeki İslami uyanışı dikkate alırsak, İran’ın bölgedeki etkisinin Orta Asya toplumları arasında aşırı dinciliğe sebep olabileceğini iddia edebiliriz. Böylece, laik devlet modeli, serbest pazar ekonomisi ve çoğulcu demokrasisiyle (bu üç konuda da aşikar eksiklerine rağmen) Türkiye, bölgede nüfuz arayışındaki köktendinci devletlerin muhtemel dini istismarlarına karşı bir tür engel teşkil etmektedir.

-Bölgeye Amerikan Desteğini Yönlendirebilen Türkiye
İkinci olarak Türkiye’nin bölgedeki varlığı, Amerikan desteğinin Orta Asya cumhuriyetlerine yönlendirilmesi için gerekmektedir. Türkiye’nin ABD ile mevcut bağları, bölgedeki güçler rekabetinde yer alan diğer devletlere kıyasla en yüksek düzeydedir. ABD ile olan bu yakın ilişki, Orta Asya cumhuriyetleri için de bir avantajdır. ABD, bölgede aktif olarak yer almamasına ancak bölgeyi uzaktan kontrol etmeye çalışmasına karşın, bu cumhuriyetler üzerinde herhangi bir egemen gücün hakimiyetini kesinlikle kabul etmeyecektir. İşte bu nedenle bölgedeki Türk etkisi, Amerikan ekonomik desteğini elde etme açısından Orta Asya cumhuriyetleri için hayati önem taşımaktadır.

-Bölge Devletlerine Batının İletişim Kanallarını Açabilen Türkiye
Üçüncü olarak Türkiye, bölgedeki diğer aktörler arasında kendini Batının ekonomik ve siyasal kuruluşlarına en fazla entegre edebilmiş ülke konumundadır. Bu husus ayrıca, Orta Asya cumhuriyetleri için de bir avantaj ifade etmektedir. Türkiye, Batılı devletlerle yakın ilişkiler içinde olan bir ülke olarak sanayileşmiş Batılı devletlerle çeşitli iletişim kanalları oluşturarak Orta Asya cumhuriyetlerinin kendi siyasal (demokratikleşme, laik devlet ve toplum) ve ekonomik (serbest pazar ekonomisi) gelişmeleri için gerekli ekonomik ve siyasal desteği elde etmelerine yardımcı olmaktadır.

-Laik ve Demokratik Bir Model Olarak Türkiye
Ve son olarak Türkiye, laik devlet kurumları, çoğulcu demokrasisi ve serbest pazar ekonomisi bulunmayan Orta Asya cumhuriyetleri için gereklidir. Orta Asya’dan avantajlar elde etme amacındaki bölgesel güçler arasında Türkiye, laik, demokratik ve eksiklerine rağmen serbest pazar ekonomisini kurmuş tek ülkedir. Bu nedenle, Türkiye’nin, devlet kurma ve serbest pazar ekonomisine geçiş sürecinde bu cumhuriyetler için bir model olma olasılığı son derece yüksektir.

Bu makale kapsamında Orta Asya bölgesinin coğrafi, toplumsal, siyasal ve ekonomik özellikleri kabaca tanımlanmaya çalışılmış; bölgede yer alan cumhuriyetlerin yüzleştikleri problemler irdelenmiş ve Türkiye’nin bu bölgedeki cumhuriyetler için hangi alanlarda lokomotif rol ya da roller üstlenebileceği tartışılmıştır.

KAYNAKÇA

Ahmet, Mutahir (1994). “Radikal İslam ve Orta Asya”. Avrasya Etüdleri (Ankara), no.3.
Ahmet, Mutahir (1995). “Euro-Central Asian Relations”. Eurasian Studies (Ankara), no.1.
Ahrari, M.E. (1994). “The Dynamics of the New Great Game in Muslim Central Asia”. Central Asian Survey, no.4.
Akiner, Shirin (Ed.) (1994). Political and Economic Trends in Central Asia. London: I.B.Tauris.
Alexandrov, Yuri G. (1993). “Central Asia: Specific Case of Economic Underdevelopment”. Vitaly Naumkin (Ed.), State, Religion and Society in Central Asia-A Post-Soviet Critique. Reading: Ithaca Press.
Avşar, B. Zakir and Ferruh Solak (1998). Türkiye ve Türk Cumhuriyetleri. İkinci Basım, Ankara: Vadi Yy.
Batalden, Stephen K. ve Sandra B. Batalden (1993). The Newly Independent States of Eurasia - Handbook of Former Soviet Republics. ORYX.
Brown, Bess A. (1996). Authoritarianism in the New States of Central Asia: An Overview of Post-Independence Politics. Köln: Bundesinstitut für Ostwissenschaftliche und Internationale Studien.
Brzezinski, Zbigniev (1998). Büyük Satranç Tahtası. (Çev. Ertuğrul Dikbaş ve Ergun Kocabıyık). Istanbul: Sabah Yy.
Chavin, James (1994). “Independent Central Asia: A Primer”. Current History, no.582.
Conway, Patrick (1994). “Kazakhstan: Land of Opportunity”. Current History, no.582.
D’Encausse, Helene Carrere (1992). Sovyetler’de Müslümanlar. (Çev. Adnan Tekşen). Alternatif Üniversite Yy.
Dawisha, Karen and Bruce Parrot (1994). Russia and the New States of Eurasia Politics of Upheaval. Cambridge University Press.
Dawisha, Karen ve Bruce Parrott (Eds) (1997). Conflict, cleavage, and change in Central Asia and the Caucasus Authoritarianism and Democratization in Postcommunist Societies 4. Cambridge University Press.
Forsythe, Rosemarie (1996). The Politics of Oil in the Caucasus and Central Asia. Adelphi Paper 300. Oxford University Press.
Frank, Andre Gunder (1992). The Centrality of Central Asia. Amsterdam: VU University Press.
Fuller, Graham E. (1994). “Russia and Central Asia: Federation or Fault Line?”. Michael Mandelbaum (Ed.), Central Asia Kazakhstan Uzbekistan Tajıkıstan Kyrgyzstan Turkmenistan and the World. New York: The Council on Foreign Relations, Inc.
Gökay, Bülent (1998). “Caspian Uncertainties:Regional Rivalries and Pipelines”. Perceptions- Journal of International Affairs (Ankara), no.1.
Gökırmak, Mert (1996). “Türkiye-Rusya İlişkileri ve Petrol Taşımacılığı Sorunu: Jeopolitik Bir Değerlendirme”. Faruk Sönmezoğlu (Ed.), Değişen Dünya ve Türkiye. İstanbul: Bağlam Yy.
Gumpel, Werner (1994). “Economic and Political Developments in the Central Asian Turkish Republics”. Eurasian Studies (Ankara), no.2.
Gürel, Şükrü S., Şamil Ünsal ve Yoshihiro Kimura (Eds) (1993). Turkey in A Changing World. Tokyo: Middle East Studies Series, no.33.
Haghayeghi, Mehrdad (1995). Islam and Politics in Central Asia. New York: St.Martin’s Press.
Hopkirk, Peter (1990). The Great Game. Oxford University Press.
Hunter, Shireen T. (1990). “Nationalist Movements in Soviet Asia”. Current History, no.549.
Hunter, Shireen T. (1996). Central Asia Since Independence. Westport: Praeger Publishers.
Hyman, Anthony (1993). “Moving out of Moscow’s Orbit: the outlook for Central Asia”. Foreign Affairs (London), no.2.
IISS Strategic Survey (1991/92). Central and South Asia, London: Brassey’s.
Islam, Shafiqul (1994). “Capitalism on the Silk Route”. Current History, no.582.
Kadir, Zülfiye (1996). “Muslim Political Movements in Russia”. Eurasian Studies (Ankara), no.2.
Katz, Mark N. (1994). “Nationalism and the Legacy of Empire”. Current History, no.585.
Khazanov, A. M. (1994). “Underdevelopment and Ethnic Relations in Central Asia”. Beatrice Manz (Ed.), Central Asia in Historical Perspective. Boulder: Westview Press.
Kimura, Yoshihiro (1993). “Central Asia and the Caucasus-Nationalism and Islamic Trends-with special reference to Central Asia and the Caucasus-”. Şükrü S. Gürel, Şamil Ünsal ve Yoshihiro Kimura (Eds), Turkey in A Changing World. Tokyo: Middle East Studies Series, no.33.
Kona, Gamze, 1999. “Central Asia: A New Economic Potential”. İşletme ve Finans (Ankara), no.155.
Kramer, Heinz (1996). “Will Central Asia Become Turkey’s Sphere of Influence”. Perceptions- Journal of International Affairs (Ankara), no. 2.
Kubicek, Paul (1996). “Managing Inter-Ethnic Relations in Central Asia: Theory and Practice”. Eurasian Studies (Ankara), no.3.
Landau, Jacob M. (1995). Pan Turkism: From Irredentism to Cooperation. Second Ed., Bloomington: Indiana University Press.
Mardin, Şerif (1993). Din ve Ideoloji. Altıncı Basım, Istanbul: Iletişim Yy.
Menon, Rajan ve Henri J. Barkey (1993). “The transformation of Central Asia: implications for regional and international security”. Survival Winter 1992-93.
Mirsky, George I. (1992). “Central Asia’s Emergence”. Current History, no.567.
Mütercimler, Erol (1993). Türkiye-Türk Cumhuriyetleri Ilişkiler Modeli. Istanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
Nissman, David (1994). “Turkmenistan (Un)transformed”. Current History, no.582.
Öğütçü, Mehmet (1994). “Religious ‘Bias’ in the West against Islam Turkey As a Bridge Between?”. Foreign Policy (Ankara), vol.18.
Olcott, Martha Brill (1992). “Central Asia’s Catapult to Independence”. Foreign Affairs (London), no.3.
Olcott, Martha Brill (1994). “Central Asia’s Islamic Awakening”. Current History, no.582.
Olcott, Martha Brill (1996). Central Asia’s New States - Independence, Foreign Policy, and Regional Security. Washington D.C.: United States Institute For Peace.
Peker, Günden (1996). “ISLAM: myth or reality in Central Asia”. Eurasian Studies (Ankara), no.3.
Rashid, Ahmed (1994). The Resurgence of Central Asia Islam or Nationalism? London-New Jersey: Zed Books.
Razov, S. (1997). “New Developments in Central Asia”. International Affairs (Moscow), no.3.
Şen, Şamil ve Şener Üşümezsoy (2002). “Küresel Dünyanın En Büyük Sorunu: Enerji Sağlama Güvenliği”. M5 Savunma ve Strateji, no.109.
Solodovnik, Sergei (1993). “Central Asia: A New Geopolitical Profile”. International Affairs (Moscow), no.10.
Taşhan, Seyfi (1993). “Turkey’s Foreign Policy Objectives”. Foreign Policy (Ankara), nos.1-2.
The Economist, 25-31 October 1997. “The Five Young Orphans”.
The Economist, 7-13 February 1998. “A Caspian Gamble A Survey of Central Asia”.
Vaner, Semih (1997). “Türk Dilli Dünyada Demokrasi Sorunu”. Semih Vaner (Ed.), Unutkan Tarih Sovyet Sonrası Türk Dilli Alan. (Çev. Ercan Eyüboğlu). İstanbul: Metis Yy.
Wimbush, Enders (1996). “Pressures For and Against Regional Integration in Central Asia”. SAM (Center For Strategic Research) Papers (Ankara), no.1.
Winrow, Gareth M. (1995). “Regional Security and National Identity: The Role of Turkey in Former Soviet Central Asia”. Çiğdem Balım et al. (Eds), Turkey: Political, Social and Economic Challenges in the 1990s. Leiden: E.J. Brill.
Yılmaz, Bahri (1994). “Turkey’s New Role in International Politics”. Aussen Politik, no.1.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder