Kona, Gamze, “Türkiye’nin Güvenlik Politikaları ve Stratejik Öngörü Düzeyi”, Uluslar arası Güvenlik Sorunları, Dr. Kamer Kasım-Zerrin A. Bakan (Der.), 59-81, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, ISBN 975-6362-02-2, Ankara, 2004.
Dr.Gamze Güngörmüş Kona
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin güvenlik politikaları ve Türk dış politikası kapsamında “strateji geliştirme” kavramının ne denli önemli olduğunu vurgulamaktır. Makalede, “strateji algılama” ve “strateji geliştirme kavramları açıklandıktan sonra Türk karar alıcılarının ulusal güvenlik politikaları ve Türk dış politikası nezdinde bu iki kavrama ilişkin olarak nasıl bir duruş aldıkları tartışılmaktadır. Bu türden bir analitik yaklaşım, bir taraftan Ulusal Kurtuluş Savaşı’ından günümüze dek Türkiye’nin güvenlik güncesini açıklamakta bir diğer taraftan ise Türkiye’nin coğrafi, jeopolitik, etnik ve kültürel özellikleri göz önünde bulundurularak Türk dış ve güvenlik politikalarında belirtilen kavramları dikkate alma gerekliliğinin önemini ifade etmektedir.
Anahtar Sözcükler: Stratejik öngörü, stratejik planlama, strateji geliştirme, güvenlik politikası, Türk dış politikası
ABSTRACT
This essay concentrates on the importance of the development of strategy perception in Turkish security policy and Turkish foreign policy. The author explains the content of the notions strategy perception and strategy development then analyses the stand of Turkish decision-makers in regard to these notions in national security policies and Turkish foreign policy. This analytical approach includes on the one hand, Turkey’s security agenda from the begining of the National War of Independence until today, and on the other the necessity of the application of the indicated notions in Turkish foreign and security policies depending on Turkey’s geographic, geopolitical, ethnic and cultural peculiarities.
Key Words: Strategic perception, strategic planning, strategy development, security policy, Turkish foreign policy
GİRİŞ
II. Dünya Savaşı’nı takiben oluşan iki kutuplu uluslararası sistem kapsamında tehlike, tehdit ve duyarlılık alanları net bir biçimde tespit edilebilecek basit özelliklere sahipti. ABD’nin öncülüğünde yapılandırılan Batı Bloku’nun algıladığı belli başlı tehditler; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin komünist ideolojiyi yayma çabası ve olası nükleer gücünü geliştirme girişimleri idi. Sovyetlerin ise karşı koymaya çalıştığı; Amerika’nın öncülüğündeki Batı’nın emperyalist genişlemesini engellemekti. Tehdidin ne zaman, kimden, nasıl, hangi nedenlerle ve hangi boyutlarda gelebileceğini kestirmek her iki taraf için de zor değildi. ABD ve SSCB için yapılması gereken, tehdidin algılandığı ideolojik genişleme ve nükleer güç artırımı gibi belli alanlara ilişkin gerekli stratejiler geliştirmek ve tehdide duyarlı alanlara yönelik güvenlik politikaları tesis etmekti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tercihini Batı’dan yana yapan Türkiye Cumhuriyeti için de yerine getirilmesi gereken tek görev Batı’nın yani ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikaların, Türkiye’yi ilgilendiren yönüyle ilişkili olarak, sevk ve idaresinden sorumlu olmaktı. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin Sovyetler karşısında kendi ulusal güvenliğini sağlayabilmek için özel güvenlik politikaları geliştirmesine gerek yoktu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına dek düzen bu şekilde devam etti.
Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından şekillenen yeni uluslararası ortam tehdidi çeşitlendirerek, duyarlılık alanlarını genişletti. İki kutupluluktan (ABD – SSCB) tek büyük gücün (ABD) hakim olduğu sisteme geçiş aşamasının ilk dönemlerinde, ABD, Avrupa ve bağımsızlıklarını yeni kazanan cumhuriyetler, Sovyetler Birliği gibi önemli bir tehdit unsurunun ortadan kalkmasıyla kısa süreli bir rahatlama yaşadılar ancak yeni sistemin yeni unsurlarının şekillenmesiyle birlikte bu rahatlama yerini güvenliğe ilişkin ciddi bir tedirginliğe bıraktı. Artık tehdit tek değil çok boyutluydu; etnik, dini ve kültürel çatışmalar, demokrasiye ve serbest piyasa ekonomisine geçişte yaşanan krizler, kaynağı belli olmayan terör, uyuşturucu ticareti, karapara aklama girişimleri gibi yeni unsurlar tehdidin kaynaklarını çeşitlendirerek, devletlerin duyarlılık alanlarının genişlemesine neden oldu.
Bu gelişmelerin odağında yer alan Türkiye, bir anda kendisini belirsizliklerle çevrili buldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin Sovyetler Birliği karşısında geliştirmiş olduğu stratejiler vasıtasıyla Türkiye’yi bölgede güvenceye almayı başaran Türk karar alıcılar, yeni ortamda oluşan çok boyutlu tehdit algılamalarını azaltan ve duyarlılık alanlarını daraltan stratejiler geliştirmekten, stratejik öngörü planlamaktan ve gerekli güvenlik politikaları yapılandırmaktan uzak kaldılar.
Çalışma kapsamında; Soğuk Savaş sonrasında çeşitlenen tehdit algılamalarına ve genişleyen duyarlılık alanlarına paralel olarak ve Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik, kültürel ve etnik özellikler dikkate alınarak strateji geliştirme, stratejik öngörü planlama ve güvenlik politikaları yapılandırma gibi kavramların Türkiye özelinde ne ölçüde önemli olduğu irdelenecektir.
“STRATEJİ”VE “STRATEJİ GELİŞTİRME”
Uluslararası ilişkiler ve dış politika alanlarını ilgilendiren anlamıyla strateji, bir devletin belirlenen hedefe ulaşmak için mevcut askeri, ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal güçleri birbiriyle uyumlu biçimde düzenleyip, biraraya getirerek koşulların gerektirdiği şekilde işlevsel biçimde hedefe uygun olarak yönlendirmesidir. Strateji oluşturma sürecinde; ulaşılmak istenen hedefin iyi tanımlanması, belirlenen hedefin gerçekleşmesi için gerekli güç ve imkanların oluşturulması ya da mevcut güç ve olanaklar arasında eşgüdüm-akışkanlık sağlanması, bu güç ve imkanların hedefe yönelik olarak uygun biçimde sevkedilmesi gerekmektedir (Akad, 1992:21). Bu üç aşamada ortaya çıkacak bir tıkanıklık ya da önemsememe durumu ilgili stratejinin etkinliğinin azalmasına ya da bu stratejinin geçersizliğine yol açacaktır.
Strateji kavramı Türkiye’de yeni bir kavram olarak bilinse de, bu kavramın Uzak Doğu ve Avrupa’da çok daha eski tarihlere dayandığını görürüz. Strateji kavramının ortaya çıkış tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanmaktadır. Sun Tzu, dünyada en önemli stratejistlerden biri olarak kabul edilirken, M.Ö. 51’de Jül Sezar tarafından yazılan “Galya Savaşı”, strateji konusundaki en eski kitap olarak bilinmektedir. Ayrıca, stratejiyle ilgili olarak 1700’den beri yazılmış çok sayıda kitap bulunmaktadır. Ancak, strateji kavramını askeri alanda bir sanat olarak Napoleon Bonaparte’ın uyguladığı ve 19.yüzyılda Batı’da Carl von Clausewitz’in bu kavramın teorik yapısını belirlediği kabul edilmektedir. Machiavelli’nin yazdığı “Savaş Sanatı” ve “Prens”, strateji üzerine Batı’da yayımlanmış en meşhur özgün kitaplar olarak bilinmektedir. Bundan başka, Clausewitz tarafından yazılmış olan “Savaş Üzerine” 19. yüzyılda stratejiyle ilgili en önemli kitap kabul edilmektedir (Mütercimler, 1997:5-7).
Bu noktada, şunu açıklığa kavuşturmamız gerekir ki, strateji kavramının içeriği 18. yüzyıldan bu yana aynı kaldıysa da, referans noktası 19. yüzyılın ikinci yarısında değişikliğe uğramıştır. Strateji, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında daha çok askeri alanda ve askeri operasyonların planlanması ve yönetimiyle ilgili olarak kullanılmışken, aynı kavram, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, askeri alanın dışında siyasal, ekonomik, toplumsal alanları da içine almaya başlamıştır. Stratejinin içeriğinin genişletilmesiyle birlikte, bu terimin anlamı da değişiklik göstermeye başlamıştır.
20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, strateji kavramının, öncelikle dış politika ve güvenlik politikaları olmak üzere çeşitli alanlara uygulanması, uluslararası politikadaki kutuplaşma nedeniyle bir zorunluluk haline gelmiştir. Amerika’nın öncülüğündeki Batı ile Rusya’nın öncülüğündeki Doğu dünyası arasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Doğu-Batı bloklaşması, her iki kutubun da bir diğerine karşı güvenlik ve strateji politikaları oluşturmalarını ve gelecekleriyle ilgili belirli planlar yapmalarını gerektirmiştir. Bu düşünce, ayrıca her iki tarafı siyasal (Varşova Paktına karşı Nato gibi) ve ekonomik (Comecon’a karşı EEC gibi) stratejiler geliştirmeye de sevk etmiştir. Bu nedenle, Soğuk Savaş döneminden bu yana yalnızca stratejinin içeriği zenginleşmemiş aynı zamanda strateji geliştirmenin önemi de artmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Soğuk Savaş yılları boyunca uluslararası politikaya egemen olan mevcut siyasal düzen, yerini dünya siyasetindeki yeni oluşumlara bırakmıştır. Eski Sovyetlerin jeopolitik alanındaki beklenmedik değişiklikler, Avrupa devletlerini ve özellikle de ABD’yi, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı Devletleri’ne karşı benimsedikleri stratejileri yeniden düzenlemeye zorlamıştır. Bir anlamda, uluslararası sistemdeki olağandışı değişiklikler, bu devletleri eski stratejilerini yeniden değerlendirmeye ve eski dünya düzeninin mevcut kalıntıları arasında yeni kaynaklar aramaya zorlamış oldu (Chilcoat, 1995:6). Böylece, strateji kavramının politikaya uygulanması hususu, ABD ve Avrupa devletlerinin dış ve güvenlik politikalarının önemli bir bölümünü oluşturmaya başlamışken; strateji uzmanlarının da belirli hedeflere ulaşmak üzere kendi ülkelerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal potansiyellerini koordine etme çalışmaları dış politika arenasında önemli faktörlerden biri olarak görülmeye başlanmıştır.
STRATEJİ GELİŞTİRMENİN TEMEL UNSURLARI
Yanlış, eksik, temelsiz, potansiyel gücü aşan ve uyumsuz stratejilerin uluslararası ilişkiler alanında bir devleti değer kaybına uğratabileceği, dış politikada faydadan çok zarar verebileceği ve ulusal güvenlik konusunda ise o devleti daha fazla tehdide maruz bırakabileceği olasılığı gözönünde bulundurulduğunda, ilgili stratejilerin bazı temel unsurlara dayandırılarak geliştirilmesi kaçınılmaz hale gelmekte ve ancak bu yöntemle geliştirilecek stratejilerden verim alınabilmesi söz konusu olmaktadır.
Strateji geliştirme aşamasında gerekli olan temel unsurlar şunlardır:
“Hedefin büyüklüğünü potansiyel güç ve kabiliyete uygun biçimde tespit etmek” strateji geliştirmede olmazsa olmaz taktik olarak kabul edilmelidir çünkü amacın mevcut araçlara göre ayarlanmadığı bir başka deyişle amacın büyüklüğü eldeki araçların büyüklüğü ve gücünü aştığı takdirde belirlenen amaca ulaşmak imkansızlaşır.
“Amaç ve hedef arasındaki bağlantıyı muhafaza etmek”, strateji planını mevcut şartlara dahi adapte ederken daima amacın gözönünde bulundurulmasını sağlayacaktır. Tespit edilen herbir hedefin amaçla ya da amacın hedefle ilgili olmasını sağlamak strateji geliştirme sürecinde amaç ya da hedeften sapma olasılığını azaltır.
“Siyasal, ekonomik ya da askeri yarışta yer alan diğer aktörlerin (devletlerin) tahmin edemeyecekleri, sezinleyemeyecekleri, en az umulan bir strateji belirlemek”, bu güçlerin olası etkinliğini ve olası müdahalesini en baştan ortadan kaldıracaktır. Bu durum, tespit edilen hedefe ulaşmada daha az maliyet, daha az zaman unsurlarını olumlarken daha kısa zamanda, daha az bir maliyetle, daha yüksek bir kar maksimizasyonuna ulaşmayı kolaylaştıracaktır.
“En az direnç gösterilecek stratejik planı uygulamak”, hedefe ulaşma aşamasında daha az sayıda engelle karşılaşmayı beraberinde getirecektir.
“Benzer içeriğe sahip alternatif hedefler kapsayan strateji geliştirmek”, tespit edilen hedeflerden birine ulaşma aşamasında üstesinden gelinemeyecek engeller zinciriyle karşılaşıldığında yakın içeriğe sahip bir diğer hedefe ya da hedeflere yönelmeyi kolaylaştıracaktır. Böylece hedefe ulaşamama durumu ile karşılaşılmayacaktır.
“Stratejik planın esnek ve değişen koşullara uygun olmasını sağlamak”, hedefe ulaşma aşamasında bir engelle karşılaşıldığında mevcut planın revize edilmesini kolaylaştıracağı gibi hedefe ulaşıldıktan sonra da o anın ortamına göre bu planın yeniden şekillendirilebilmesini temin edecektir.
“Gerçekleştirilememiş bir hedefi benzer ya da aynı siyasal, ekonomik ve askeri güçleri kullanarak ve benzer ya da aynı stratejik planla (benzer ya da aynı hareket tarzıyla) yeniden uygulamaya koymamak” gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen temel unsurlar; askerlik bilimi, savaş tarihi ve strateji konularında yaptığı çalışmalarla strateji ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı B.H. Lidell Hart’ın harbin prensiplerini açıklamak için “olumlu özlü sözler” ve “olumsuz özlü sözler” başlığı altında sıraladığı unsurların, strateji kavramını her alanda kullanabilmek için içeriğe sadık kalınarak tarafımdan genelleştirilmiş şeklidir (Hart, 2002:260-261). Kanımca, ancak yukarıda belirtilen temel unsurlar dikkate alındığında sağlıklı ve fayda sağlayan stratejiler geliştirmek mümkün olabilmektedir.
“STRATEJİK ÖNGÖRÜ” ve “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA”
Uluslararası ilişkiler alanında etkin olabilmek, dış politikada ulusal çıkarları maksimize edebilmek ve ulusal güvenliği mevcut ve olası tehdit unsurlarından koruyabilmek için ileriye dönük hedeflerin tespit edilmesi ve bu hedeflere ulaşmak için de uygun stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Günü kurtarır nitelikteki planlar günümüzün teknoloji çağında ihtiyaçlara cevap verir nitelikten oldukça uzaktır. Gelecekte ortaya çıkması olası durumları gözönünde bulundurarak hazırlıklı olmak esastır. Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları da işte tam bu noktada gerekmektedir.
Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Stratejik öngörü, yakın veya uzak dönemlerdeki önceden seçilmiş gelecek ortamlarını tasvir eden birer anlatı veya taslaktır. Geleceğe yansıtıldığında değişim hakkında yeni kavram ve fikirleri aklımıza getiren tanınabilir unsurlardan, yeni koşullardan ve yeni ilişkilerdeki durumlardan ibarettir. Gelecekteki ortamları tanımlar ve bu konuda bir anlayış kazandırır, bu sayede günümüzün planlayıcıları, politika yapıcıları veya karar vericilerine geleceği etkileyebilme olanağı sağlar. Alternatif stratejik eylem yollarının planlanabileceği ve savunma ve güvenlik politikalarının değerlendirilebileceği bir zemin hazırlarlar (Taylor, 1993:1-3). Stratejik öngörü olası yakın geleceği veya uzak yarınları tahmin ederken, geçmişi ve bugünü incelemek zorundadırlar. Stratejik öngörünün temel amacı; askeri, siyasal ve ekonomik alanlarda geçmişte yaşanan olumsuzlukların yinelenmesini engellemek için geleceği bugünden görmek ve öngörü kabiliyetini geliştirmektir.
Stratejik öngörü planlaması ise stratejik öngörü yaratmak için kullanılan bir tekniktir. Stratejik öngörü planlaması, geleceğe ilişkin yapısal, disiplinli bir düşünme yöntemidir (Yergin ve Gustafson, 1991:8). Yergin ve Gustafson’a göre, stratejik öngörü planlaması, gelecekle ilgili sorulara cevap bulmaya çalışan ve karmaşıklığı azaltan etkin bir tekniktir. Bu teknik, değişimi önceden fark edebilmeyi kolaylaştırabilir, bu yolla esnekliği artırmış olur. Stratejik öngörü planlaması, elbette geleceği bildirmez, daha çok, karar vericilerin yargıda bulunmalarını teşvik eder. Düşünülmeyeni düşünebilme ve spekülasyon bu türden bir planlamada esastır. Geleceğe ilişkin olarak akla yakın hikayeler üretir (Yergin ve Gustafson, 1991: 8-12), ‘geleceğin olasılıklar çerçevesinde görünüşü’nü verir” (Taylor, 1993:3). Bu nedenle, stratejik öngörü planlamada, kesinlik değil tahmin esastır.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ OLUŞTURMANIN TEMEL UNSURLARI
Stratejik öngörü; askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal konularda uzmanlaşmış kişilerden oluşan profesyonel bir ekip tarafından geliştirilmelidir,
Dar açılı, sınırlı ve tek yönlü düşünme ve değerlendirme yöntemine stratejik öngörü aşamasında yer yoktur. Bunun yerine sınırsız düşünme özelliğinin sağlayacağı çok yönlü değerlendirmeler ve alternatifler sunmak esastır. Diğer bir deyişle tüm varsayımlar dikkate alınmalıdır,
Stratejik öngörüler, geçmişte ortaya çıkmış ve bugünü etkileyebilmiş olaylar incelenerek, yaşanılan dönemde hüküm süren kritik olayların geleceği ne şekilde etkileyebileceğine ilişkin olmalıdır,
Geçmiş incelenirken dikkatlerin tarihin sürekliliği üzerinde değil kırılma noktaları üzerinde toplanması gerekmektedir. Bu kırılmaların ne zaman, nasıl, hangi etkilerle oluştuğunu gözönünde bulundurarak; gelecekte hangi koşullar altında ve hangi etkilerle ne türden sonuçların doğabileceği analiz edilmelidir. “...geleceği araştırmanın en iyi -belki de tek- yolu, geçmişi incelemek ve bugünü biçimlendirecek trendleri araştırmaktır” (Maynes, 1993:3),
Stratejik öngörülerin beklenmeyen gelişmeler karşısında birbirine alternatif olması sağlanmalıdır,
Birbiriyle bağlantısı olmadığı izlenimi veren olaylar arasında bazı bağlantıların olabileceğini görmek, bu bağlantıları ortaya koymak, olayların gelecekte alabileceği şekli yansıtabilmektedir. Stratejik öngörü geliştirilirken bu sezinlenmeyen bağlantıları tespit etmek ve açıklamak gerekmektedir,
Stratejk öngörülerin öngörüde bulunulacak alana ilişkin bilgiyle donatılması öngörünün olasılığını yükseltir. Bu aşamada, mümkün olduğu ölçüde fazla sayıda ulusal ve uluslararası kaynak kullanmak kaçınılmazdır,
Tüm stratejik öngörü planlarının gizli tutulması esastır. Aksi takdirde hazırlanan stratejik öngörülerin ve bu öngörülere ilişkin çözüm yollarının bir karşıt güç tarafından ele geçirilmesi ve planın zaafiyete uğraması kuvvetle muhtemeldir.
Stratejik öngörü geliştirme aşamasında yukarıda sıralanan unsurları dikkate almak ve mümkün olduğunca bu unsurları planlama aşamasında eksiksiz uygulamak geliştirilecek olan stratejik öngörünün ‘güvenilirliğini’ ve ‘gerçekleşebilirliğini’ yükseltecektir. Yüksek oranda bir stratejik öngörü güvenilirliği ve gerçekleşebilirliği ise ulusal çıkarları garanti altına almak ve hatta geliştirmek için önemli araçlardan biridir.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ GELİŞTİRMENİN FAYDALARI
Yakın ya da uzak yarınların stratejik öngörü geliştirme vasıtasıyla tahmin edilmesinin güvenlik politikaları, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından bir devlete ne türden katkıda bulunacağına ilişkin tespitte büyük önemi bulunmaktadır.
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin şiddetini, etki alanlarını ve yıkım gücünü bugünden görebilme avantajına ve gerekli önlemleri almak için yeterli imkan ve zamana sahip olabilir,
Kendi stratejik öngörülerini geliştiren devlet başka devletlerin kendi amaçları doğrultusunda geliştirdikleri stratejik öngörülerde bir ‘yönlendirilen unsur’ olmak yerine kendisi ‘yönlendirici unsur’ durumuna gelebilir. Böylece, yakın ya da uzak çevrede diğer güçlerin etkisiyle meydana gelen gelişmelerin olumsuz sonuçlarına katlanmak yerine bu gelişmeleri etkileyip kendi dış politik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir,
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet bilinmez, sürprizlerle dolu, karmaşık ve tehditkar bir geleceğe sürüklenmek yerine; gelecekte karşılaşabileceği sürprizleri, karmaşayı ve olası tehditleri dengeleyebilecek planlı, programlı ve mantıklı bir tavır alır,
Uluslararası siyasal ortamda beklenmedik olumsuz gelişmelerle yüzleşen devletler, geleceğe ilişkin sistemli, uzun ömürlü ve kalıcı stratejik öngörüleri olmaksızın, sadece o anda ortaya çıkan beklenmedik olumsuz gelişmenin üstesinden gelebilecek anlık, kısa süreli ve plansız önlemler alabilirler. Güç, kaynak ve zaman israfından başkaca bir anlam taşımayan bu tür önlemler ise sağlıklı ve fayda sağlayan bir devlet politikası olarak nitelendirilemezler,
Yakın ya da uzak yarınları bugünden öngörebilmek anlamı taşıyan stratejik öngörü, geçmişte yaşanmış olayların etkinlik alanlarını ve etkilerini analiz ederek gelecekte geçmiştekine benzer olaylarla karşılaşıldığında bu olayların tahrip gücünü minimize edebilme imkanına sahip olunmasını sağlar,
Bir devlette stratejik öngörü pratiğinin gelişmesi, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri geçmişteki ilişkileri araştırmaktan ibaret kabul eden karar alıcıların geleceğe dönük olarak yaşamaya başlamalarını gerektirecektir. Bu radikal dönüşüm ise bir devletin dış politik ve uluslararası ilişkiler kültürünü geçmişe yapışık olmaktan kurtarıp geleceğe odaklı yeni bir kültüre dönüştürecektir. Bu yeni kültür; eskisine oranla daha işlevsel, mevcut potansiyeli kullanmaya ve geliştirmeye daha yatkın, geleceğe yönelik düşünmeye daha fazla önem veren dinamik bir tarz alacaktır.
Yukarıda açıklanmış olan tüm bu faydaları dikkate aldığımızda stratejik öngörü geliştirmeksizin bir devletin dış politika alanında sıklıkla karşılaşması olası belirsizlikler karşısında hazırlıksız, telaşlı, plansız bir duruş alacağı ve bu duruşun ilgili devleti büyük kayıplara uğratacağı kuvvetle muhtemeldir.
“STRATEJİ GELİŞTİRME” VE “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA” KAVRAMLARINA YOĞUNLUKLA İHTİYAÇ DUYAN TÜRKİYE
Türkiye’nin Strateji Güncesi
“Türkler bugüne kadar strateji üreten, yeni stratejik düşünceler ortaya atan bir güç ve kapasite olmayı başaramamışlardır. İthal malı düşünceler benimsenmiş ve kullanılmıştır. Stratejinin önceliklerine ve derinliklerine inmenin zorluklarını öteden beri görmekteyiz...” (Türsen, 1986:6).
Anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama konularında 1986 yılından günümüze büyük değişimler yaşanmamıştır. Batı’da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi ile kıyaslandığında Türkiye’de oldukça sönük bir manzarayla karşılaşmaktayız. Her iki kavram da Türkiye’de dış politika alanına yeni girmiş olan kavramlardır. Siyasi, askeri ve hukuki alanlarda olgunluğun zirveye ulaştığı Kanuni Süleyman devrinden sonra Osmanlı devletini yönetenler zaafiyete uğramaya başlayan devleti, toplumu ve askeri kurumları batılılaştırmak için bazı politikalar geliştirmeye çalışmışlarsa da, bu girişimler devlet, toplum ve ordu için düşünülen dönüşümleri asla gerçekleştiremeyecek birer taklit olarak kalmıştır. Aslında bu girişimler, o zamanki koşullar analiz edilmediği ve sistemli, planlı bir düşünce yöntemine dayandırılmadığı için birer strateji olarak uygulanabilmenin çok uzağındaydılar. I. Dünya Savaşı’na Almanya- Avusturya grubuyla katılan Osmanlı Devleti savaş sonunda yenik düşen devletlerin yanında yer aldı. 1918’de İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı devlet adamlarının büyük bir kısmı başta Padişah Vahdettin olmak üzere İtilaf Devletleri’nin işgaline direnmenin imkansız olduğunu ve İngiltere’nin himayesini kabul etmekten başka bir çare bulunmadığını vurgulamaya başladılar. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu görüşü paylaşmayan bir grup Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilen strateji, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrinin ardından uzun bir zaman aralığından sonra geliştirilmiş olan en kapsamlı ve başarılı sonuç veren ilk strateji olmuştur. İtilaf Devletleri’ne karşı başlatılan bu mücadelenin stratejik açıdan üç unsuru bulunmaktaydı: İtilaf Devletleri’nin Sovyetler Birliği ile dengelenmesi, bu devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılması ve Yunanistan’ın mümkün olduğunca yalnız bırakılmasının sağlanması (Sönmezoğlu, 1994:33-40). Bu stratejinin güvenilirliğini yükselten unsur ise, Kurtuluş Savaşı’nın başında Türkiye’nin gelecekteki coğrafi ve siyasi varlığının temelini belirten ve bunu hem içeride hem de dışarıda ulusal bir program ve hedef olarak açıkça vurgulayan Misakı Milli belgesi olmuştur. Diğer bir deyişle, Türk ulusal amaçları Misakı Milli belgesiyle net bir biçimde belirlenmiştir (Sonyel, 1991:358-362). Geliştirilen bu akılcı strateji, belirlenen hedeflerin gerçekleşebilirliğine ilişkin olarak gelişen yüksek güven ve en önemlisi Mustafa Kemal’in mevcudiyeti sayesinde bir devlet var edilebilmiştir.
Cumhuriyet döneminin ilk başarılı strateji örneği ise II. Dünya Savaşı’nda gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı’nda Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilmiş olan stratejiye benzer derecede mantıklı ve fayda getiren bir strateji İsmet İnönü tarafından geliştirilmiştir. Savaş dışı kalmak isteyen Türkiye bu dönemde ittifak oluşturma stratejisini tarafsızlık stratejisini destekleyen bir biçimde zaman kazanma ve savaş dışı kalma amaçlarına ulaşmak için kullanmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). Bu strateji sayesinde Türkiye çok yönlü bir kar maksimizasyonuna ulaşabilmiştir.
Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu uluslararası sistemin ortaya çıkışıyla komşusu Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasal girişimlerinden rahatsız olmaya başlayan Türkiye, Amerika’nın öncülüğündeki Batı dünyasının davranış kalıplarını benimsemekten başka çözüm yolu bulamadı ve kendisini Batı’nın siyasal, ekonomik ve askeri kurumlarına entegre edebilmek için azami çaba harcamaya başladı. Nato üyeliği Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkili olarak Batı’yla entegrasyon aşamasında ilk somut girişim oldu. Güvenliğimizle ilgili olarak Nato’nun dışında bir şey düşünmenin adeta ‘komünistlik’ yapmak şeklinde kabul edildiği süreç; (Şehsuvaroğlu, 1999:154) bir taraftan Türk yetkililerine Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almalarına yardım ederken, diğer bir taraftan da Türk bürokrasisini kendi inisiyatiflerini geliştirmekten alıkoydu. Bu durum, Türk yetkililerinin, dış politika sorunlarıyla ilgili risk veya sorumluluk alma konusunda ürkek davranmalarına da neden oldu. Böylece, Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, sadece ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar.
Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde strateji ve strateji geliştirme hususlarını değerlendirdiğimizde, Türk yetkililerin, 1991 yılından sonra ortaya çıkan değişikliklere kendilerini uydurma hususunda karmaşa içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler esas olarak Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye’ye gayet yakın üç bölgeyi etkilediği için, Türkiye bu bölgelerdeki değişiklikleri derin bir şekilde hissetti. Türkiye, bölgeye ilişkin belirli stratejiler geliştirerek kendi dış politikasını çeşitlendirebilme şansına sahip olsa da, Türk yetkililer bu dış politika hedefini gerçekleştirme hususunda etkisiz kaldılar. Profesör Dr. Hasan Köni, Milliyet gazetesinde yayınlanmış olan “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle açıklamaktadır; “Türkiye 1991’de birdenbire Sovyetler Birliği’nin dağılması durumuyla karşı karşıya kaldı ve iyi bilmediği Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’la yüzleşti. Türk yetkililerin bu üç bölgeyle ilgili hedefleri politik olmayıp ekonomik ve kültürel nitelikteydi. Ancak Türkiye, kendi mevcut potansiyeli ile bu bölgelere tek başına girebilecek yeterlilikte değildi. Türkiye’yi bölgelere tek başına girmekten alıkoyan nedenlerden biri, Türk bürokrasisinin 1991 yılından sonra meydana gelen değişiklikler karşısında oldukça ürkek davranmasıydı, çünkü Türk bürokrasisi bu değişiklikler ortaya çıkmadan önce bunlara ilişkin hiçbir bir projeksiyon geliştirmiş değildi” (Köni, Milliyet 15 Mayıs 1998). Türkiye, böyle davranmakla öyle pasif bir duruma düştü ki ekonomik kalkınma için potansiyel yeni alternatifler olarak görülen bu yeni oluşumlar, bu bölgelere ilişkin belirli bir stratejinin olmaması nedeniyle zaman içinde birer dezavantaja dönüştüler.
Çok benzer bir durum Amerika’nın Irak’a düzenlediği operasyon aşamasında da ortaya çıkmıştır. Amerika’nın Irak’a operasyon düzenlemeyi sıklıkla telaffuz etmeye başladığı 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren bu operasyon neticesinde Irak özelinde ve Orta Doğu bölgesi genelinde ne türden gelişmelerle karşılaşabileceğine ilişkin siyasal ve ekonomik stratejik öngörüler geliştiremeyen Türkiye bir dizi ciddi tereddüt yaşamıştır.
Yukarıda açıklandığı gibi, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemleri hariç olmak üzere Türkiye yarım asırdan bu yana; gelişen olaylar karşısında ulusal güvenliğini tam garanti altına alacak ve dış politik amaçlarının garçekleşmesini sağlayacak ya hiçbir strateji geliştirmemiş ya da başka büyük güçlerin kendi ulusal güvenliklerini Türkiye üzerinden sağlama almak ve kendi dış politik amaçlarını yine Türkiye üzerinden gerçekleştirebilmek için geliştirdikleri stratejilerin kimi zaman gönüllü kimi zaman da gönülsüz bir biçimde sevk, idare ve uygulamasından sorumlu olmuş ya da tutulmuştur.
Türkiye Hangi Nedenlerle Strateji Geliştirme ve Stratejik Öngörü Kavramlarına Yoğunlukla İhtiyaç Duymaktadır
Türkiye bulunduğu coğrafi mevki, sahip olduğu kültürel ve etnik çeşitlilik gibi nedenlerle strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına diğer ülkelerden daha fazla gereksinim duymaktadır. Bu alt başlığın konusunu ilgilendirecek şekilde Türkiye’nin bazı temel jeopolitik, etnik ve kültürel özelliklerinden kısaca bahsederek, strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına Türk karar alıcılarının neden daha fazla önem vermeleri gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
Türkiye’nin Jeopolitik Konumu ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Bir ülkenin bulunduğu coğrafi yeri ve bulunduğu durumu açıklayan coğrafi konuma kıyasla daha geniş bir kapsama sahip olan jeopolitik konum bir ülkenin dünya ve bölge güç merkezlerine, dünya politik yapısına ve siyasi bölünmeye göre bulunduğu yeri ve bulunduğu durumu açıklar. Diğer bir deyişle coğrafi konum güç değerlendirmesi ile desteklendiğinde jeopolitik konuma ulaşılır. Türkiye’nin coğrafi konumu, üç kıtanın birleşme noktası üzerinde bulunması; doğuyu batıya, batıyı doğuya, güneyi kuzeye, kuzeyi güneye karşı kapatması; Balkanlar-Orta Doğu arasında bulunması; Karadenizi Akdenize bağlaması, Boğazlara sahip olması gibi coğrafi özelliklerini anlatır. Türkiye’nin jeopolitik konumu dendiği zaman ise, coğrafi konumda sayılan bütün özelliklere ek olarak ABD, eski Sovyet coğrafyası, AB, Orta Doğu dörtlü güç merkezinin birleşme noktasında bulunuşu; Nato’nun güney kanadı üzerinde oluşu; AB ile İslam dünyası etkileşim noktası üzerinde bulunuşu gibi özellikleri açıklanmış olur. Türkiye iki kıtada birden toprağı olan sayılı ülkelerden biridir. Balkanlar üzerinden Avrupa, Karadeniz ve Kafkasya üzerinden Rusya, İran ve Orta Doğu üzerinden Asya ile Hint Okyanusu, Akdeniz üzerinden Afrika ile bağlantılıdır. Anadolu toprakları, Asya’nın Avrupa sınırını; Trakya bölgesi ise Avrupa kıtasının Asya sınırını oluşturur. Avrasya kıtasını merkez ve Türkiye, İran, Afganistan, Çin ve Kore’yi de ilk kenar ay olarak değerlendirmiş olan İngiliz jeopolitikçi H. Mackinder’in kara hakimiyet teorisine ve kenar kuşakta yer alan ülkeleri merkez, Avrasya’yı ise ikinci derecede önemli olarak değerlendirmiş olan Spykman’ın kenar kuşak teorisine göre Türkiye her iki teori kapsamında da büyük bir jeopolitik önem arz etmektedir (İlhan, 1989:60-62).
Açıklanan bu yoğun coğrafi ve jeopolitik özelliklerin dünya üzerindeki bir ülkeye sunduğu fırsatların yanında bazı güçlükleri de beraberinde getirdiği gerçeğini Türkiye özelinde açıklıkla gözlemleyebilmekteyiz. Türkiye sahip olduğu bu jeopolitik özelliklerden dolayı farklı bölgelerde yer alan çeşitli devletlerden çok yönlü talep ya da tehditlerle karşılaşmıştır. Aşağıdaki örneklerde Türkiye’nin sahip bulunduğu jeopolitik konum ve özelliklerin güvenlik politikalarını ne şekilde tehdit etmekte olduğunu açıklamaya çalışacağız.
Rusya
Tarih boyunca Rusya’nın Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inme arzusu ve tehdidi güvenlik politikalarımızı Moskova merkezli duruma getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Rusya ile pek çok sıcak mücadeleye ya da diplomatik soğukluğa neden olan bu durum Soğuk Savaş döneminde Rusya karşısında güvenliğimizi garanti altına alabilmek için tüm politikaları Batı merkezli oluşturmamıza neden olmuştur. Bu Batı merkezli politika ise Türk dış politikasının potansiyel ve kabiliyetini sınırlamakla kalmamış aynı zamanda her yönüyle Batı’ya endekslenen bir Türk dış politikasının doğmasına da neden olmuştur.
Amerika
Amerikan yönetimleri sahip olduğu jeopolitik özellikler dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini direkt olarak tehdit eden bir siyasi tavır almamış olsa da başka bölgelerde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçları Türkiye üzerinden gerçekleştirmek istediği durumlarda Türkiye, kimi kez ilgili devletin direkt tehdidine maruz kalmış, ilgili devlet nezdinde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçlarını gerçekleştirememiş kimi kez de ilgili devletin Türkiye’ye karşı aldığı olumsuz tavır neticesinde bazı siyasal ve ekonomik kayıplara uğramıştır. Amerika’nın bazı politikalarını Türkiye üzerinden uygulama çabası neticesinde Türkiye’nin yaşadığı olumsuzlukları şu örneklerde kolaylıkla tespit etmek mümkündür.
Amerika Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin ideolojik yayılma ve siyasal nüfuz genişletme hedeflerinden Orta Doğu bölgesini koruyabilmek amacıyla Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak Rusya karşısında Türkiye üzerinden etkin askeri ve siyasal politikalar geliştirebilmiştir. Amerika tarafından geliştirilen Orta Doğu politikalarına, Rusya karşısında duyduğu güvenlik kaygıları ve Amerika ile birlikte hareket etmenin kendisine getireceği avanjlar gibi nedenlerle sıkı sıkıya bağlı kalan Türkiye, Orta Doğu bölgesine ilişkin siyasal ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirebilecek nitelikte kendine özgü bir Orta Doğu politikası geliştirememiştir. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın Orta Doğu politikalarının sevk ve idaresinden sorumlu olan ya da tutulan Türkiye bazı dönemlerde Arap ülkeleriyle ciddi siyasal ve ekonomik anlaşmazlıklarla yüzleşmiştir.
Yine Soğuk Savaş döneminde komünist ideolojinin Sovyetler Birliği tarafından daha geniş alanlara yayılmasını engelleyebilmek için Sovyetleri çevreleyen hemen tüm müslüman ülkeler genelinde İslami motif ve yönetimlerin vurgulandığı müslüman ülkelerden oluşan bir Yeşil Kuşak projesi Amerika tarafından geliştirilmişti. Bu proje kapsamında ise kilit ülke jeopolitik açıdan büyük önem arzeden Türkiye olmuştur. Ancak, 1950’lilerin sonlarından başlayan bu Amerikan politikası Türkiye’de yavaşça siyasal İslamın kendisine uygun ortam bulup gelişmesine, toplumsal ve siyasal dokunun kesif İslami uygulamaları desteklemesine ve kimi zaman da İslamın militanlaşmasına neden olmuştur.
Orta Asya’da yer alan devletler Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Amerika, Orta Asya bölgesine en yakın güvenilir müttefik olarak kabul ettiği Türkiye üzerinden adı geçen bölgede etkin olmaya çabalamıştır. Amerika’nın bu girişimi, Türkiye’nin Orta Asya bölgesine ilişkin kendi dış politik hedeflerini geliştirme ve uygulamasını geciktirmiş ya da ertelemiştir.
Son Irak operasyonu esnasında Amerika ekonomik yönden daha az maliyetli, askeri ve siyasal açıdan ise daha yüksek avantaj sağlayacak Kuzey cephesini Türkiye üzerinden açmak için büyük çabalar sarf etmiş hatta dayatmacı bir tavır almıştır. Operasyon esnasında ve sonrasında Türkiye’nin ABD’den yana aldığı tavır başta Irak olmak üzere diğer bazı Orta Doğu ülkelerinin tepkisiyle karşılaşmış, Türkiye dış kaynaklı bazı terörist saldırılara maruz kalmıştır.
Suriye
Güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunan ve Orta Doğu bölgesi için büyük bir önem arzeden su kaynakları, özellikle GAP projesinin gündeme geldiği ve projeye hız verildikten sonra gündemin yoğunlaştığı dönemi takip eden süreçte Suriye ile aramızda sadece suyun paylaşımı açısından değil, su konu edilerek siyasi açıdan da problemlerin doğmasına neden olmuştur (Durmazuçar, 2002:100-106). Suriye ile mevcut sorunların sadece küçük bir kısmını kapsayan su sorunu, su üzerinden Türkiye karşıtı politikalar ve politik kozlar geliştirmek için Suriye hükümetine imkan tanımaktadır.
Ermenistan
Türkler Anadolu’ya ulaşmadan önce bu bölgede yaşadıklarını sıklıkla dile getiren Ermeniler, bügün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan Doğu Anadolu Bölgesi üzerinde hak iddia etmektedirler. Ruslar Karadeniz’de kıyısı olan, Fransızlar ise Adana ve Mersin şehirlerini de içine alan, Doğu Akdeniz’de yeni bir devlet olarak kurulması düşünülen Ermenistan projelerini özellikle kritik dönemlerde gündeme getirip destekleyerek Ermeni devletine siyasal açıdan büyük bir destek vermektedirler.
Yunanistan
Hava sahası, kıta sahanlığı, Ege Adaları, Kıbrıs ve Fener Rum Patrikhanesi gibi kısa vedede çözülmesi imkansız gibi görünen sorunlarla tanımlana gelen Türk-Yunan ilişkileri karşılıklı duyulan kuşkunun şekillendirdiği bunalım üzerine tesis edilmiştir. Yunan halkının, özellikle de Yunanlı politikacıların Türkiye’yi coğrafi büyüklüğü ve Kıbrıs ve Ege Adaları meselelerinde benimsediği tutumdan dolayı ciddi bir tehdit olarak algılamalarından dolayı Yunanistan, hem Batılı devletlerden aldığı güçle hem de Nato ve AB üyeliğinin getirdiği avantajları kullanarak Türkiye’ye karşı olumsuz tavır almakta tereddüt etmemiştir. Ortamın gerektirdiği şekilde, ya büyük devletler üzerinden ya da belirli dönemlerde genelde Türkiye karşıtı belirli devletlerle geliştirdiği ortaklıklar vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğini Batı Trakya, Ege Adaları ve Kıbrıs gibi unsurları kullanarak tehdit etmektedir. Bizans-Yunan İmparatorluğunun merkezini oluşturan Konstantinopolis’in günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yer alması, Bizans-Yunan İmparatorluğunun canlandırılmasına ilişkin romantik hayali hiç terk etmeyen Yunanistan’ın Türkiye politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri olduğu unutulmamalıdır.
Bu somut örneklerden yola çıkarak, bulunduğu coğrafyanın ve sahip olduğu jeopolitik özelliklerin belli dönemlerde Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdide maruz bıraktığını, geliştirilmiş olan güvenlik politikalarını etkisiz kıldığını ifade edebiliriz. Coğrafi ve jeopolitik duyarlılıktan kaynaklanan tehdit algılamalarının ulusal güvenliğe ve geliştirilen güvenlik politikalarına zarar vermesini engellemek için Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına ivedilikle yönelmeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Etnik ve Kültürel Özellikleri ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, Türkiye sahip olduğu özel coğrafi konum ve nadir rastlanan jeopolitik özelliklerinden dolayı çeşitli ülkelerin doğrudan ya da dolaylı girişimlerine sıklıkla maruz kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. Ancak mevcut coğrafya ve jeopolitik özellikler; Türkiye’nin siyasal duyarlılığını yükselten ve kırılgan hale getiren ve buna paralel olarak da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarını gerekli kılan yegane unsur değildir. Jeopolitik özelliklerin yanında Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına sıkıca bağlanmalarını gerektiren ve Türkiye’nin güvenlik politikalarını, dış politik hedeflerini ve iç siyasetini tehditlere maruz bırakan ve en az jeopolitik özellikler kadar önem taşıyan etnik ve kültürel özellikler de bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal dokusu içinde yer alan bu etnik ve kültürel özellikleri açıklayarak Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve güvenlik politikalarının bu etnik ve kütürel çeşitlilikten ne ölçüde etkilendiğini belirtmek yerinde olacaktır.
Azınlık kavramı kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları için kullanılan genel bir kavramdır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’nda azınlık kavramı sadece Müslüman olmayan yani Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Süryaniler gibi gayrimüslimler için kullanılmış, gayrimüslimler dışında herhangi bir kültürel ya da etnik bir kesim için kullanılmamıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti sınırları kapsamında etnik kökenleri farklı olan grup ya da gruplar azınlık haklarına ve statüsüne sahip değildir, sadece Müslüman olmayanlar hukuken azınlık hakları ve statüsüne sahiptir. Yine Lozan Anlaşması’nın ikinci kısmında uyrukluk meselesi ele alınmış ve Türkiye’de yaşayan herkes Türk uyruğu olarak kabul edilmiştir (Kili, 2001:209). Bu Anlaşmayı takiben Türk milleti kavramı resmi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın resmi olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Devleti’ne bağlı olan herkes eşit olarak kabul edilmiş ve ortak etnik köken ve kanbağı aranmaksızın müslüman olmayanların dışında tüm insanlar Türk olarak kabul edilerek, kendilerine vatandaşlık hakkı tanınmıştır. Lozan Anlaşması’yla varılan bu hukuki düzenlemeyi tüm dünya onaylamıştır.
Ancak, 1990 yılında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleştirilen AGIT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) zirve toplantısını takiben yayınlanan Kopenhag Bildirisi, insan hakları alanına Kopenhag Kriterleri şeklinde adlandırılan ölçütleri getirmiştir. Bildiri’nin 30. ve 35. maddeleri arasında yer alan altı maddelik bölümü ulusal azınlıklarla ilgilidir. Bu altı maddeye göre; kişiler kendi özgür iradeleriyle ulusal azınliklar içinde yer alabilecek ve tercihleri nedeniyle zarara uğramayacak, ana dillerini özel yaşamda özgürce kullanabilecek, hukuk kuralları çerçevesinde kendi eğitim, kültürel ve dini kuruluşlarını oluşturabilecek ve kendi ana dillerinde eğitim hakkına sahip olabileceklerdir. Kopenhag Kriterleri, ulusal azınlıkların kimliklerinin korunması, diğer vatandaşlarla eşit olarak tüm haklardan yararlanmalarının sağlanması, azınlıkların kendi dillerini gerekli olduğu yerlerde kullanmalarının temin edilmesi, azınlık mensuplarının kamuya ait yerlerde görev almalarına kısıtlama getirilmemesi gibi konularda taraf devletlere bazı görevler vermektedir. 1994 yılında Strasburg’da toplanan Avrupa Konseyi’nde de ulusal azınlıkların korunmasıyla ilgili bir sözleşme imzalanmıştır. Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme adı ile bilinen bu sözleşme kapsamında taraf devletler kendi ulusal sınırları dahilinde yaşamakta olan ulusal azınlıkların ayrı varlığını korumakla yükümlü kılınmışlardır (Çeçen, 2001:40-47).
Kopenhag Bildirisi ve Strasburg Sözleşmesi’yle birlikte bir ulus devletin içinde yaşayan etnik azınlıklar ulusal azınlık statüsünde kabul edilmiş, bu ulusal azınlıklara kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için bir dizi hukuki, siyasal, dini ve kültürel haklar tanınmış ve bu hakların korunması görevi taraf devletlere verilmiştir. Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınmanın ön şartı olarak kabul edilen Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye’yi direkt olarak ilgilendirmesinden dolayı 1990 yılından itibaren azınlık meselesi Türkiye’de yoğunluk kazanan bir sorun haline gelmiştir. Hem Lozan Anlaşmasının kurduğu siyasal ve hukuki modelin değişmesi hem de tek bir ulus devlet içinde farklı ulusal grupların oluşması anlamı taşıyan bu yeni ulusal azınlık kavramı Avrupa devletleri tarafından; özellikle 1990 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve etnik açıdan farklı diğer gruplar arasında sayıca en büyük orana sahip, yoğunlukla Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde bulunan Kürtlerle özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ilk dönemlerde çeşitli ayaklanma ve isyanlar 1980 yılının ikinci yarısından itibaren ise fiili silahlı eylemler şeklinde gelişen ayrılıkçı Kürt hareketleri Türk Devleti sınırları dahilinde yaşayan, fakat kendi dillerini, kültürlerini ve faaliyetlerini istedikleri şekilde kullanamayan ve gerçekleştiremeyen, baskı altında tutulan bir grubun haklarını elde etme mücadelesi olarak nitelendirilmiştir. Kopenhag Kriteleri’nin tanımladığı şekildeki bir ulusal azınlık statüsüne sahip olabilecek özelliklere sahip başka gruplar üzerinde değil de özellikle Kürtler üzerinde odaklanılması doğal olarak Türkiye topraklarında yaşayan Kürtlerin kültürel, sosyal ve siyasal taleplerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Konjonktür gereğince, bazı devletler tarafından belli nedenlerle, gerektiği zamanlarda, gerektiği biçimlerde ve gerektiği boyutlarda gündeme getirilen kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları yani azınlıklar meselesi Türkiye için ciddi bir siyasal soruna dönüşmüştür. Türk karar alıcıların Kopenhag Kriterlerinin zorlama uygulamaları karşısında Mustafa Kemal Atatürk’ün haklı deyişiyle “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtı...” (Atatürk, 1997:258) olan Lozan Anlaşması’nı savunamayışı, sınırlarımız dahilinde yaşayan farklı etnik, kültürel ve dinsel özellikler taşıyan gruplara ilişkin kalıcı bir politikalarının olmaması, bu grupların dış güçlerin isteklerine paralel biçimde dile getirdikleri talepler karşısında gerekli stratejileri geliştirememesi, bu grupların gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasal, kültürel ve dinsel açılardan hangi boyutlarda tehdit edebileceğini öngörememesi ve bu nedenle de herhangi bir stratejik öngörü geliştirememesi gibi nedenlerden dolayı Türkiye Cumhuriyeti mevcut etnik ve kültürel çeşitlilikten ötürü güvenlik politikaları açısından son derece duyarlı bir durumdadır.
SONUÇ
Kritik coğrafi-jeopolitik özelliklere sahip ve toplumsal dokusu oldukça heterojen ülkelerde siyasal, sosyal ve ekonomik dalgalanma eşiğinin diğer ülkelere oranla daha yüksek olması bu ülkelerde strateji, stratejik öngörü ve güvenlik politikaları geliştirilmesini adeta zorunlu kılmaktadır. Sıralanan özelliklere ilave bazı özellikler taşıyan Türkiye için bu türden strateji ve politikaların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin coğrafi konumu, jeopolitik özellikleri, toplumsal dokusu ve bazı devletlerin olumsuz politikaları gözönünde bulundurularak, karar alıcı konumdaki yetkililerin işin uzmanı çevrelerle ortak çalışmalar yaparak Türkiye’nin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunmaları gelecek ortamında Türkiye’nin avantajlar elde edebilmesini sağlamak için gerekli stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Dünya artık eski dünya değil, tehlike ve tehdit alanları genişleyip çoğaldı, bilinmezlerin sayısı arttı. Özellikle 1990 sonrasında ABD ve bazı Avrupa devletleri, dünya siyasetinde en yüksek düzeyde avantajlar elde etmek amacıyla ekonomiden politikaya çeşitli alanlarda stratejiler geliştirmeyi tercih ederken ve strateji uzmanları ile akademisyenlerin geliştirdikleri gelecek projeksiyonlarından yararlanma yolunu seçerken; tehdit, tehlike ve bilinmezlerin merkezinde yer alan Türkiye, strateji ve stratejik öngörü kavramlarından uzak bir ülke haline gelmiştir. Fayda getiren bir dış politika elde etmek ve ulusal güvenliği koruyacak bir güvenlik politikası oluşturmak için olmazsa olmaz kabul edilen strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramları özellikle 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin sıkı sıkıya bağlanması gereken kavramlardır.
KAYNAKÇA
AKAD, M. Tanju (1992) 20. Yüzyıl Savaşları, Kastaş Yy. İstanbul.
ATATÜRK, Mustafa Kemal (1997) Söylev “Nutuk”, Dil Derneği Yy., Ankara .
CHILCOAT, Richard A. (1995) Strategic Art: The New Discipline For 21st Century Leaders, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
ÇEÇEN, Anıl (2001) Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
DURMAZUÇAR, Vedat (2002) Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür-Sanat Yy., İstanbul.
HART, B.H. Liddell (2002) Strateji Dolaylı Tutum, (E) Korgenaral Cemal Enginsoy (ter.), 4. baskı, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
İLHAN, Suat (1989) Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
KİLİ, Suna (2001) Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yy., Ankara.
KÖNİ, Hasan (1998) “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor”, Milliyet (15 Mayıs 1998).
MAYNES, Charles William (1993) The World In The Year 2000: Prospects For Order Or Disorder, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
MÜTERCİMLER, Erol (1997) 21.Yüzyıl ve Türkiye “Yüksek Strateji”, Erciyaş Yy., İstanbul.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “Kurtuluş Savaşı Dönemi Diplomasisi”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
SONYEL, Salahi R. (1991) Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. baskı, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “II. Dünya Savaşı Doneminde Türkiye’nin Dış Politikası: Tarafsızlık’tan Nato’ya”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
ŞEHSUVAROĞLU, Lütfü (1999) Milli Sivil Stratejik Konsept, Seba Yy., Ankara.
TAYLOR, Charles W. (1993) Alternative World Scenarios For A New Order of Nations, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
TÜRSEN, M. Cemal (1986) “Strateji ve Teknolojisi”, Deniz Kuvvetleri Dergisi, Ankara, 6.
YERGIN, Daniel ve Thane Gustafson (1991) Russia 2010 and What It Means For the World Random House, New York.
Dr.Gamze Güngörmüş Kona
ÖZET
Bu çalışmanın amacı, Türkiye’nin güvenlik politikaları ve Türk dış politikası kapsamında “strateji geliştirme” kavramının ne denli önemli olduğunu vurgulamaktır. Makalede, “strateji algılama” ve “strateji geliştirme kavramları açıklandıktan sonra Türk karar alıcılarının ulusal güvenlik politikaları ve Türk dış politikası nezdinde bu iki kavrama ilişkin olarak nasıl bir duruş aldıkları tartışılmaktadır. Bu türden bir analitik yaklaşım, bir taraftan Ulusal Kurtuluş Savaşı’ından günümüze dek Türkiye’nin güvenlik güncesini açıklamakta bir diğer taraftan ise Türkiye’nin coğrafi, jeopolitik, etnik ve kültürel özellikleri göz önünde bulundurularak Türk dış ve güvenlik politikalarında belirtilen kavramları dikkate alma gerekliliğinin önemini ifade etmektedir.
Anahtar Sözcükler: Stratejik öngörü, stratejik planlama, strateji geliştirme, güvenlik politikası, Türk dış politikası
ABSTRACT
This essay concentrates on the importance of the development of strategy perception in Turkish security policy and Turkish foreign policy. The author explains the content of the notions strategy perception and strategy development then analyses the stand of Turkish decision-makers in regard to these notions in national security policies and Turkish foreign policy. This analytical approach includes on the one hand, Turkey’s security agenda from the begining of the National War of Independence until today, and on the other the necessity of the application of the indicated notions in Turkish foreign and security policies depending on Turkey’s geographic, geopolitical, ethnic and cultural peculiarities.
Key Words: Strategic perception, strategic planning, strategy development, security policy, Turkish foreign policy
GİRİŞ
II. Dünya Savaşı’nı takiben oluşan iki kutuplu uluslararası sistem kapsamında tehlike, tehdit ve duyarlılık alanları net bir biçimde tespit edilebilecek basit özelliklere sahipti. ABD’nin öncülüğünde yapılandırılan Batı Bloku’nun algıladığı belli başlı tehditler; Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin komünist ideolojiyi yayma çabası ve olası nükleer gücünü geliştirme girişimleri idi. Sovyetlerin ise karşı koymaya çalıştığı; Amerika’nın öncülüğündeki Batı’nın emperyalist genişlemesini engellemekti. Tehdidin ne zaman, kimden, nasıl, hangi nedenlerle ve hangi boyutlarda gelebileceğini kestirmek her iki taraf için de zor değildi. ABD ve SSCB için yapılması gereken, tehdidin algılandığı ideolojik genişleme ve nükleer güç artırımı gibi belli alanlara ilişkin gerekli stratejiler geliştirmek ve tehdide duyarlı alanlara yönelik güvenlik politikaları tesis etmekti. II. Dünya Savaşı’ndan sonra tercihini Batı’dan yana yapan Türkiye Cumhuriyeti için de yerine getirilmesi gereken tek görev Batı’nın yani ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği politikaların, Türkiye’yi ilgilendiren yönüyle ilişkili olarak, sevk ve idaresinden sorumlu olmaktı. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin Sovyetler karşısında kendi ulusal güvenliğini sağlayabilmek için özel güvenlik politikaları geliştirmesine gerek yoktu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasına dek düzen bu şekilde devam etti.
Ancak, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından şekillenen yeni uluslararası ortam tehdidi çeşitlendirerek, duyarlılık alanlarını genişletti. İki kutupluluktan (ABD – SSCB) tek büyük gücün (ABD) hakim olduğu sisteme geçiş aşamasının ilk dönemlerinde, ABD, Avrupa ve bağımsızlıklarını yeni kazanan cumhuriyetler, Sovyetler Birliği gibi önemli bir tehdit unsurunun ortadan kalkmasıyla kısa süreli bir rahatlama yaşadılar ancak yeni sistemin yeni unsurlarının şekillenmesiyle birlikte bu rahatlama yerini güvenliğe ilişkin ciddi bir tedirginliğe bıraktı. Artık tehdit tek değil çok boyutluydu; etnik, dini ve kültürel çatışmalar, demokrasiye ve serbest piyasa ekonomisine geçişte yaşanan krizler, kaynağı belli olmayan terör, uyuşturucu ticareti, karapara aklama girişimleri gibi yeni unsurlar tehdidin kaynaklarını çeşitlendirerek, devletlerin duyarlılık alanlarının genişlemesine neden oldu.
Bu gelişmelerin odağında yer alan Türkiye, bir anda kendisini belirsizliklerle çevrili buldu. Soğuk Savaş dönemi boyunca ABD’nin Sovyetler Birliği karşısında geliştirmiş olduğu stratejiler vasıtasıyla Türkiye’yi bölgede güvenceye almayı başaran Türk karar alıcılar, yeni ortamda oluşan çok boyutlu tehdit algılamalarını azaltan ve duyarlılık alanlarını daraltan stratejiler geliştirmekten, stratejik öngörü planlamaktan ve gerekli güvenlik politikaları yapılandırmaktan uzak kaldılar.
Çalışma kapsamında; Soğuk Savaş sonrasında çeşitlenen tehdit algılamalarına ve genişleyen duyarlılık alanlarına paralel olarak ve Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik, kültürel ve etnik özellikler dikkate alınarak strateji geliştirme, stratejik öngörü planlama ve güvenlik politikaları yapılandırma gibi kavramların Türkiye özelinde ne ölçüde önemli olduğu irdelenecektir.
“STRATEJİ”VE “STRATEJİ GELİŞTİRME”
Uluslararası ilişkiler ve dış politika alanlarını ilgilendiren anlamıyla strateji, bir devletin belirlenen hedefe ulaşmak için mevcut askeri, ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal güçleri birbiriyle uyumlu biçimde düzenleyip, biraraya getirerek koşulların gerektirdiği şekilde işlevsel biçimde hedefe uygun olarak yönlendirmesidir. Strateji oluşturma sürecinde; ulaşılmak istenen hedefin iyi tanımlanması, belirlenen hedefin gerçekleşmesi için gerekli güç ve imkanların oluşturulması ya da mevcut güç ve olanaklar arasında eşgüdüm-akışkanlık sağlanması, bu güç ve imkanların hedefe yönelik olarak uygun biçimde sevkedilmesi gerekmektedir (Akad, 1992:21). Bu üç aşamada ortaya çıkacak bir tıkanıklık ya da önemsememe durumu ilgili stratejinin etkinliğinin azalmasına ya da bu stratejinin geçersizliğine yol açacaktır.
Strateji kavramı Türkiye’de yeni bir kavram olarak bilinse de, bu kavramın Uzak Doğu ve Avrupa’da çok daha eski tarihlere dayandığını görürüz. Strateji kavramının ortaya çıkış tarihi M.Ö. 2500 yıllarına kadar uzanmaktadır. Sun Tzu, dünyada en önemli stratejistlerden biri olarak kabul edilirken, M.Ö. 51’de Jül Sezar tarafından yazılan “Galya Savaşı”, strateji konusundaki en eski kitap olarak bilinmektedir. Ayrıca, stratejiyle ilgili olarak 1700’den beri yazılmış çok sayıda kitap bulunmaktadır. Ancak, strateji kavramını askeri alanda bir sanat olarak Napoleon Bonaparte’ın uyguladığı ve 19.yüzyılda Batı’da Carl von Clausewitz’in bu kavramın teorik yapısını belirlediği kabul edilmektedir. Machiavelli’nin yazdığı “Savaş Sanatı” ve “Prens”, strateji üzerine Batı’da yayımlanmış en meşhur özgün kitaplar olarak bilinmektedir. Bundan başka, Clausewitz tarafından yazılmış olan “Savaş Üzerine” 19. yüzyılda stratejiyle ilgili en önemli kitap kabul edilmektedir (Mütercimler, 1997:5-7).
Bu noktada, şunu açıklığa kavuşturmamız gerekir ki, strateji kavramının içeriği 18. yüzyıldan bu yana aynı kaldıysa da, referans noktası 19. yüzyılın ikinci yarısında değişikliğe uğramıştır. Strateji, 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın başlarında daha çok askeri alanda ve askeri operasyonların planlanması ve yönetimiyle ilgili olarak kullanılmışken, aynı kavram, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, askeri alanın dışında siyasal, ekonomik, toplumsal alanları da içine almaya başlamıştır. Stratejinin içeriğinin genişletilmesiyle birlikte, bu terimin anlamı da değişiklik göstermeye başlamıştır.
20. yüzyılın ilk yarısında, özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, strateji kavramının, öncelikle dış politika ve güvenlik politikaları olmak üzere çeşitli alanlara uygulanması, uluslararası politikadaki kutuplaşma nedeniyle bir zorunluluk haline gelmiştir. Amerika’nın öncülüğündeki Batı ile Rusya’nın öncülüğündeki Doğu dünyası arasında II. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Doğu-Batı bloklaşması, her iki kutubun da bir diğerine karşı güvenlik ve strateji politikaları oluşturmalarını ve gelecekleriyle ilgili belirli planlar yapmalarını gerektirmiştir. Bu düşünce, ayrıca her iki tarafı siyasal (Varşova Paktına karşı Nato gibi) ve ekonomik (Comecon’a karşı EEC gibi) stratejiler geliştirmeye de sevk etmiştir. Bu nedenle, Soğuk Savaş döneminden bu yana yalnızca stratejinin içeriği zenginleşmemiş aynı zamanda strateji geliştirmenin önemi de artmıştır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından, Soğuk Savaş yılları boyunca uluslararası politikaya egemen olan mevcut siyasal düzen, yerini dünya siyasetindeki yeni oluşumlara bırakmıştır. Eski Sovyetlerin jeopolitik alanındaki beklenmedik değişiklikler, Avrupa devletlerini ve özellikle de ABD’yi, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı Devletleri’ne karşı benimsedikleri stratejileri yeniden düzenlemeye zorlamıştır. Bir anlamda, uluslararası sistemdeki olağandışı değişiklikler, bu devletleri eski stratejilerini yeniden değerlendirmeye ve eski dünya düzeninin mevcut kalıntıları arasında yeni kaynaklar aramaya zorlamış oldu (Chilcoat, 1995:6). Böylece, strateji kavramının politikaya uygulanması hususu, ABD ve Avrupa devletlerinin dış ve güvenlik politikalarının önemli bir bölümünü oluşturmaya başlamışken; strateji uzmanlarının da belirli hedeflere ulaşmak üzere kendi ülkelerinin siyasal, ekonomik ve toplumsal potansiyellerini koordine etme çalışmaları dış politika arenasında önemli faktörlerden biri olarak görülmeye başlanmıştır.
STRATEJİ GELİŞTİRMENİN TEMEL UNSURLARI
Yanlış, eksik, temelsiz, potansiyel gücü aşan ve uyumsuz stratejilerin uluslararası ilişkiler alanında bir devleti değer kaybına uğratabileceği, dış politikada faydadan çok zarar verebileceği ve ulusal güvenlik konusunda ise o devleti daha fazla tehdide maruz bırakabileceği olasılığı gözönünde bulundurulduğunda, ilgili stratejilerin bazı temel unsurlara dayandırılarak geliştirilmesi kaçınılmaz hale gelmekte ve ancak bu yöntemle geliştirilecek stratejilerden verim alınabilmesi söz konusu olmaktadır.
Strateji geliştirme aşamasında gerekli olan temel unsurlar şunlardır:
“Hedefin büyüklüğünü potansiyel güç ve kabiliyete uygun biçimde tespit etmek” strateji geliştirmede olmazsa olmaz taktik olarak kabul edilmelidir çünkü amacın mevcut araçlara göre ayarlanmadığı bir başka deyişle amacın büyüklüğü eldeki araçların büyüklüğü ve gücünü aştığı takdirde belirlenen amaca ulaşmak imkansızlaşır.
“Amaç ve hedef arasındaki bağlantıyı muhafaza etmek”, strateji planını mevcut şartlara dahi adapte ederken daima amacın gözönünde bulundurulmasını sağlayacaktır. Tespit edilen herbir hedefin amaçla ya da amacın hedefle ilgili olmasını sağlamak strateji geliştirme sürecinde amaç ya da hedeften sapma olasılığını azaltır.
“Siyasal, ekonomik ya da askeri yarışta yer alan diğer aktörlerin (devletlerin) tahmin edemeyecekleri, sezinleyemeyecekleri, en az umulan bir strateji belirlemek”, bu güçlerin olası etkinliğini ve olası müdahalesini en baştan ortadan kaldıracaktır. Bu durum, tespit edilen hedefe ulaşmada daha az maliyet, daha az zaman unsurlarını olumlarken daha kısa zamanda, daha az bir maliyetle, daha yüksek bir kar maksimizasyonuna ulaşmayı kolaylaştıracaktır.
“En az direnç gösterilecek stratejik planı uygulamak”, hedefe ulaşma aşamasında daha az sayıda engelle karşılaşmayı beraberinde getirecektir.
“Benzer içeriğe sahip alternatif hedefler kapsayan strateji geliştirmek”, tespit edilen hedeflerden birine ulaşma aşamasında üstesinden gelinemeyecek engeller zinciriyle karşılaşıldığında yakın içeriğe sahip bir diğer hedefe ya da hedeflere yönelmeyi kolaylaştıracaktır. Böylece hedefe ulaşamama durumu ile karşılaşılmayacaktır.
“Stratejik planın esnek ve değişen koşullara uygun olmasını sağlamak”, hedefe ulaşma aşamasında bir engelle karşılaşıldığında mevcut planın revize edilmesini kolaylaştıracağı gibi hedefe ulaşıldıktan sonra da o anın ortamına göre bu planın yeniden şekillendirilebilmesini temin edecektir.
“Gerçekleştirilememiş bir hedefi benzer ya da aynı siyasal, ekonomik ve askeri güçleri kullanarak ve benzer ya da aynı stratejik planla (benzer ya da aynı hareket tarzıyla) yeniden uygulamaya koymamak” gerekmektedir.
Yukarıda belirtilen temel unsurlar; askerlik bilimi, savaş tarihi ve strateji konularında yaptığı çalışmalarla strateji ile ilgilenenlerin yakından tanıdığı B.H. Lidell Hart’ın harbin prensiplerini açıklamak için “olumlu özlü sözler” ve “olumsuz özlü sözler” başlığı altında sıraladığı unsurların, strateji kavramını her alanda kullanabilmek için içeriğe sadık kalınarak tarafımdan genelleştirilmiş şeklidir (Hart, 2002:260-261). Kanımca, ancak yukarıda belirtilen temel unsurlar dikkate alındığında sağlıklı ve fayda sağlayan stratejiler geliştirmek mümkün olabilmektedir.
“STRATEJİK ÖNGÖRÜ” ve “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA”
Uluslararası ilişkiler alanında etkin olabilmek, dış politikada ulusal çıkarları maksimize edebilmek ve ulusal güvenliği mevcut ve olası tehdit unsurlarından koruyabilmek için ileriye dönük hedeflerin tespit edilmesi ve bu hedeflere ulaşmak için de uygun stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Günü kurtarır nitelikteki planlar günümüzün teknoloji çağında ihtiyaçlara cevap verir nitelikten oldukça uzaktır. Gelecekte ortaya çıkması olası durumları gözönünde bulundurarak hazırlıklı olmak esastır. Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları da işte tam bu noktada gerekmektedir.
Stratejik öngörü ve stratejik öngörü planlama kavramları birbiriyle yakın ilişkili kavramlardır. Stratejik öngörü, yakın veya uzak dönemlerdeki önceden seçilmiş gelecek ortamlarını tasvir eden birer anlatı veya taslaktır. Geleceğe yansıtıldığında değişim hakkında yeni kavram ve fikirleri aklımıza getiren tanınabilir unsurlardan, yeni koşullardan ve yeni ilişkilerdeki durumlardan ibarettir. Gelecekteki ortamları tanımlar ve bu konuda bir anlayış kazandırır, bu sayede günümüzün planlayıcıları, politika yapıcıları veya karar vericilerine geleceği etkileyebilme olanağı sağlar. Alternatif stratejik eylem yollarının planlanabileceği ve savunma ve güvenlik politikalarının değerlendirilebileceği bir zemin hazırlarlar (Taylor, 1993:1-3). Stratejik öngörü olası yakın geleceği veya uzak yarınları tahmin ederken, geçmişi ve bugünü incelemek zorundadırlar. Stratejik öngörünün temel amacı; askeri, siyasal ve ekonomik alanlarda geçmişte yaşanan olumsuzlukların yinelenmesini engellemek için geleceği bugünden görmek ve öngörü kabiliyetini geliştirmektir.
Stratejik öngörü planlaması ise stratejik öngörü yaratmak için kullanılan bir tekniktir. Stratejik öngörü planlaması, geleceğe ilişkin yapısal, disiplinli bir düşünme yöntemidir (Yergin ve Gustafson, 1991:8). Yergin ve Gustafson’a göre, stratejik öngörü planlaması, gelecekle ilgili sorulara cevap bulmaya çalışan ve karmaşıklığı azaltan etkin bir tekniktir. Bu teknik, değişimi önceden fark edebilmeyi kolaylaştırabilir, bu yolla esnekliği artırmış olur. Stratejik öngörü planlaması, elbette geleceği bildirmez, daha çok, karar vericilerin yargıda bulunmalarını teşvik eder. Düşünülmeyeni düşünebilme ve spekülasyon bu türden bir planlamada esastır. Geleceğe ilişkin olarak akla yakın hikayeler üretir (Yergin ve Gustafson, 1991: 8-12), ‘geleceğin olasılıklar çerçevesinde görünüşü’nü verir” (Taylor, 1993:3). Bu nedenle, stratejik öngörü planlamada, kesinlik değil tahmin esastır.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ OLUŞTURMANIN TEMEL UNSURLARI
Stratejik öngörü; askeri, siyasi, ekonomik ve sosyal konularda uzmanlaşmış kişilerden oluşan profesyonel bir ekip tarafından geliştirilmelidir,
Dar açılı, sınırlı ve tek yönlü düşünme ve değerlendirme yöntemine stratejik öngörü aşamasında yer yoktur. Bunun yerine sınırsız düşünme özelliğinin sağlayacağı çok yönlü değerlendirmeler ve alternatifler sunmak esastır. Diğer bir deyişle tüm varsayımlar dikkate alınmalıdır,
Stratejik öngörüler, geçmişte ortaya çıkmış ve bugünü etkileyebilmiş olaylar incelenerek, yaşanılan dönemde hüküm süren kritik olayların geleceği ne şekilde etkileyebileceğine ilişkin olmalıdır,
Geçmiş incelenirken dikkatlerin tarihin sürekliliği üzerinde değil kırılma noktaları üzerinde toplanması gerekmektedir. Bu kırılmaların ne zaman, nasıl, hangi etkilerle oluştuğunu gözönünde bulundurarak; gelecekte hangi koşullar altında ve hangi etkilerle ne türden sonuçların doğabileceği analiz edilmelidir. “...geleceği araştırmanın en iyi -belki de tek- yolu, geçmişi incelemek ve bugünü biçimlendirecek trendleri araştırmaktır” (Maynes, 1993:3),
Stratejik öngörülerin beklenmeyen gelişmeler karşısında birbirine alternatif olması sağlanmalıdır,
Birbiriyle bağlantısı olmadığı izlenimi veren olaylar arasında bazı bağlantıların olabileceğini görmek, bu bağlantıları ortaya koymak, olayların gelecekte alabileceği şekli yansıtabilmektedir. Stratejik öngörü geliştirilirken bu sezinlenmeyen bağlantıları tespit etmek ve açıklamak gerekmektedir,
Stratejk öngörülerin öngörüde bulunulacak alana ilişkin bilgiyle donatılması öngörünün olasılığını yükseltir. Bu aşamada, mümkün olduğu ölçüde fazla sayıda ulusal ve uluslararası kaynak kullanmak kaçınılmazdır,
Tüm stratejik öngörü planlarının gizli tutulması esastır. Aksi takdirde hazırlanan stratejik öngörülerin ve bu öngörülere ilişkin çözüm yollarının bir karşıt güç tarafından ele geçirilmesi ve planın zaafiyete uğraması kuvvetle muhtemeldir.
Stratejik öngörü geliştirme aşamasında yukarıda sıralanan unsurları dikkate almak ve mümkün olduğunca bu unsurları planlama aşamasında eksiksiz uygulamak geliştirilecek olan stratejik öngörünün ‘güvenilirliğini’ ve ‘gerçekleşebilirliğini’ yükseltecektir. Yüksek oranda bir stratejik öngörü güvenilirliği ve gerçekleşebilirliği ise ulusal çıkarları garanti altına almak ve hatta geliştirmek için önemli araçlardan biridir.
STRATEJİK ÖNGÖRÜ GELİŞTİRMENİN FAYDALARI
Yakın ya da uzak yarınların stratejik öngörü geliştirme vasıtasıyla tahmin edilmesinin güvenlik politikaları, dış politika ve ulusal çıkarlar açısından bir devlete ne türden katkıda bulunacağına ilişkin tespitte büyük önemi bulunmaktadır.
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet gelecekte karşılaşabileceği olası tehlikelerin şiddetini, etki alanlarını ve yıkım gücünü bugünden görebilme avantajına ve gerekli önlemleri almak için yeterli imkan ve zamana sahip olabilir,
Kendi stratejik öngörülerini geliştiren devlet başka devletlerin kendi amaçları doğrultusunda geliştirdikleri stratejik öngörülerde bir ‘yönlendirilen unsur’ olmak yerine kendisi ‘yönlendirici unsur’ durumuna gelebilir. Böylece, yakın ya da uzak çevrede diğer güçlerin etkisiyle meydana gelen gelişmelerin olumsuz sonuçlarına katlanmak yerine bu gelişmeleri etkileyip kendi dış politik ve güvenlik çıkarları doğrultusunda şekillendirecektir,
Stratejik öngörü geliştirerek bir devlet bilinmez, sürprizlerle dolu, karmaşık ve tehditkar bir geleceğe sürüklenmek yerine; gelecekte karşılaşabileceği sürprizleri, karmaşayı ve olası tehditleri dengeleyebilecek planlı, programlı ve mantıklı bir tavır alır,
Uluslararası siyasal ortamda beklenmedik olumsuz gelişmelerle yüzleşen devletler, geleceğe ilişkin sistemli, uzun ömürlü ve kalıcı stratejik öngörüleri olmaksızın, sadece o anda ortaya çıkan beklenmedik olumsuz gelişmenin üstesinden gelebilecek anlık, kısa süreli ve plansız önlemler alabilirler. Güç, kaynak ve zaman israfından başkaca bir anlam taşımayan bu tür önlemler ise sağlıklı ve fayda sağlayan bir devlet politikası olarak nitelendirilemezler,
Yakın ya da uzak yarınları bugünden öngörebilmek anlamı taşıyan stratejik öngörü, geçmişte yaşanmış olayların etkinlik alanlarını ve etkilerini analiz ederek gelecekte geçmiştekine benzer olaylarla karşılaşıldığında bu olayların tahrip gücünü minimize edebilme imkanına sahip olunmasını sağlar,
Bir devlette stratejik öngörü pratiğinin gelişmesi, dış politikayı ve uluslararası ilişkileri geçmişteki ilişkileri araştırmaktan ibaret kabul eden karar alıcıların geleceğe dönük olarak yaşamaya başlamalarını gerektirecektir. Bu radikal dönüşüm ise bir devletin dış politik ve uluslararası ilişkiler kültürünü geçmişe yapışık olmaktan kurtarıp geleceğe odaklı yeni bir kültüre dönüştürecektir. Bu yeni kültür; eskisine oranla daha işlevsel, mevcut potansiyeli kullanmaya ve geliştirmeye daha yatkın, geleceğe yönelik düşünmeye daha fazla önem veren dinamik bir tarz alacaktır.
Yukarıda açıklanmış olan tüm bu faydaları dikkate aldığımızda stratejik öngörü geliştirmeksizin bir devletin dış politika alanında sıklıkla karşılaşması olası belirsizlikler karşısında hazırlıksız, telaşlı, plansız bir duruş alacağı ve bu duruşun ilgili devleti büyük kayıplara uğratacağı kuvvetle muhtemeldir.
“STRATEJİ GELİŞTİRME” VE “STRATEJİK ÖNGÖRÜ PLANLAMA” KAVRAMLARINA YOĞUNLUKLA İHTİYAÇ DUYAN TÜRKİYE
Türkiye’nin Strateji Güncesi
“Türkler bugüne kadar strateji üreten, yeni stratejik düşünceler ortaya atan bir güç ve kapasite olmayı başaramamışlardır. İthal malı düşünceler benimsenmiş ve kullanılmıştır. Stratejinin önceliklerine ve derinliklerine inmenin zorluklarını öteden beri görmekteyiz...” (Türsen, 1986:6).
Anlaşılabileceği üzere, Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama konularında 1986 yılından günümüze büyük değişimler yaşanmamıştır. Batı’da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi Türkiye’de strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama düzeyi ile kıyaslandığında Türkiye’de oldukça sönük bir manzarayla karşılaşmaktayız. Her iki kavram da Türkiye’de dış politika alanına yeni girmiş olan kavramlardır. Siyasi, askeri ve hukuki alanlarda olgunluğun zirveye ulaştığı Kanuni Süleyman devrinden sonra Osmanlı devletini yönetenler zaafiyete uğramaya başlayan devleti, toplumu ve askeri kurumları batılılaştırmak için bazı politikalar geliştirmeye çalışmışlarsa da, bu girişimler devlet, toplum ve ordu için düşünülen dönüşümleri asla gerçekleştiremeyecek birer taklit olarak kalmıştır. Aslında bu girişimler, o zamanki koşullar analiz edilmediği ve sistemli, planlı bir düşünce yöntemine dayandırılmadığı için birer strateji olarak uygulanabilmenin çok uzağındaydılar. I. Dünya Savaşı’na Almanya- Avusturya grubuyla katılan Osmanlı Devleti savaş sonunda yenik düşen devletlerin yanında yer aldı. 1918’de İtilaf Devletleri ile Mondros Mütarekesi’ni imzalayan Osmanlı devlet adamlarının büyük bir kısmı başta Padişah Vahdettin olmak üzere İtilaf Devletleri’nin işgaline direnmenin imkansız olduğunu ve İngiltere’nin himayesini kabul etmekten başka bir çare bulunmadığını vurgulamaya başladılar. Başta Mustafa Kemal olmak üzere bu görüşü paylaşmayan bir grup Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlattı.
Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilen strateji, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kanuni Süleyman devrinin ardından uzun bir zaman aralığından sonra geliştirilmiş olan en kapsamlı ve başarılı sonuç veren ilk strateji olmuştur. İtilaf Devletleri’ne karşı başlatılan bu mücadelenin stratejik açıdan üç unsuru bulunmaktaydı: İtilaf Devletleri’nin Sovyetler Birliği ile dengelenmesi, bu devletlerin kendi aralarındaki çelişkilerden yararlanılması ve Yunanistan’ın mümkün olduğunca yalnız bırakılmasının sağlanması (Sönmezoğlu, 1994:33-40). Bu stratejinin güvenilirliğini yükselten unsur ise, Kurtuluş Savaşı’nın başında Türkiye’nin gelecekteki coğrafi ve siyasi varlığının temelini belirten ve bunu hem içeride hem de dışarıda ulusal bir program ve hedef olarak açıkça vurgulayan Misakı Milli belgesi olmuştur. Diğer bir deyişle, Türk ulusal amaçları Misakı Milli belgesiyle net bir biçimde belirlenmiştir (Sonyel, 1991:358-362). Geliştirilen bu akılcı strateji, belirlenen hedeflerin gerçekleşebilirliğine ilişkin olarak gelişen yüksek güven ve en önemlisi Mustafa Kemal’in mevcudiyeti sayesinde bir devlet var edilebilmiştir.
Cumhuriyet döneminin ilk başarılı strateji örneği ise II. Dünya Savaşı’nda gözlemlenmektedir. II. Dünya Savaşı’nda Kurtuluş Savaşı döneminde geliştirilmiş olan stratejiye benzer derecede mantıklı ve fayda getiren bir strateji İsmet İnönü tarafından geliştirilmiştir. Savaş dışı kalmak isteyen Türkiye bu dönemde ittifak oluşturma stratejisini tarafsızlık stratejisini destekleyen bir biçimde zaman kazanma ve savaş dışı kalma amaçlarına ulaşmak için kullanmıştır (Sönmezoğlu, 1994: 83). Bu strateji sayesinde Türkiye çok yönlü bir kar maksimizasyonuna ulaşabilmiştir.
Ancak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki kutuplu uluslararası sistemin ortaya çıkışıyla komşusu Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve siyasal girişimlerinden rahatsız olmaya başlayan Türkiye, Amerika’nın öncülüğündeki Batı dünyasının davranış kalıplarını benimsemekten başka çözüm yolu bulamadı ve kendisini Batı’nın siyasal, ekonomik ve askeri kurumlarına entegre edebilmek için azami çaba harcamaya başladı. Nato üyeliği Türkiye’nin güvenliğiyle ilişkili olarak Batı’yla entegrasyon aşamasında ilk somut girişim oldu. Güvenliğimizle ilgili olarak Nato’nun dışında bir şey düşünmenin adeta ‘komünistlik’ yapmak şeklinde kabul edildiği süreç; (Şehsuvaroğlu, 1999:154) bir taraftan Türk yetkililerine Türkiye’nin güvenliğini garanti altına almalarına yardım ederken, diğer bir taraftan da Türk bürokrasisini kendi inisiyatiflerini geliştirmekten alıkoydu. Bu durum, Türk yetkililerinin, dış politika sorunlarıyla ilgili risk veya sorumluluk alma konusunda ürkek davranmalarına da neden oldu. Böylece, Soğuk Savaş dönemi boyunca Türk yetkililer, Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için gerekli özgün stratejileri geliştirmek yerine, sadece ABD ve Avrupalı devletlerin Türkiye için belirlediği stratejilerin sevk ve idaresiyle uğraştılar.
Soğuk Savaş sonrasındaki dönemde strateji ve strateji geliştirme hususlarını değerlendirdiğimizde, Türk yetkililerin, 1991 yılından sonra ortaya çıkan değişikliklere kendilerini uydurma hususunda karmaşa içinde bulunduklarını söyleyebiliriz. Bu değişiklikler esas olarak Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar gibi Türkiye’ye gayet yakın üç bölgeyi etkilediği için, Türkiye bu bölgelerdeki değişiklikleri derin bir şekilde hissetti. Türkiye, bölgeye ilişkin belirli stratejiler geliştirerek kendi dış politikasını çeşitlendirebilme şansına sahip olsa da, Türk yetkililer bu dış politika hedefini gerçekleştirme hususunda etkisiz kaldılar. Profesör Dr. Hasan Köni, Milliyet gazetesinde yayınlanmış olan “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle açıklamaktadır; “Türkiye 1991’de birdenbire Sovyetler Birliği’nin dağılması durumuyla karşı karşıya kaldı ve iyi bilmediği Kafkaslar, Orta Asya ve Balkanlar’la yüzleşti. Türk yetkililerin bu üç bölgeyle ilgili hedefleri politik olmayıp ekonomik ve kültürel nitelikteydi. Ancak Türkiye, kendi mevcut potansiyeli ile bu bölgelere tek başına girebilecek yeterlilikte değildi. Türkiye’yi bölgelere tek başına girmekten alıkoyan nedenlerden biri, Türk bürokrasisinin 1991 yılından sonra meydana gelen değişiklikler karşısında oldukça ürkek davranmasıydı, çünkü Türk bürokrasisi bu değişiklikler ortaya çıkmadan önce bunlara ilişkin hiçbir bir projeksiyon geliştirmiş değildi” (Köni, Milliyet 15 Mayıs 1998). Türkiye, böyle davranmakla öyle pasif bir duruma düştü ki ekonomik kalkınma için potansiyel yeni alternatifler olarak görülen bu yeni oluşumlar, bu bölgelere ilişkin belirli bir stratejinin olmaması nedeniyle zaman içinde birer dezavantaja dönüştüler.
Çok benzer bir durum Amerika’nın Irak’a düzenlediği operasyon aşamasında da ortaya çıkmıştır. Amerika’nın Irak’a operasyon düzenlemeyi sıklıkla telaffuz etmeye başladığı 11 Eylül 2001 tarihinden itibaren bu operasyon neticesinde Irak özelinde ve Orta Doğu bölgesi genelinde ne türden gelişmelerle karşılaşabileceğine ilişkin siyasal ve ekonomik stratejik öngörüler geliştiremeyen Türkiye bir dizi ciddi tereddüt yaşamıştır.
Yukarıda açıklandığı gibi, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı dönemleri hariç olmak üzere Türkiye yarım asırdan bu yana; gelişen olaylar karşısında ulusal güvenliğini tam garanti altına alacak ve dış politik amaçlarının garçekleşmesini sağlayacak ya hiçbir strateji geliştirmemiş ya da başka büyük güçlerin kendi ulusal güvenliklerini Türkiye üzerinden sağlama almak ve kendi dış politik amaçlarını yine Türkiye üzerinden gerçekleştirebilmek için geliştirdikleri stratejilerin kimi zaman gönüllü kimi zaman da gönülsüz bir biçimde sevk, idare ve uygulamasından sorumlu olmuş ya da tutulmuştur.
Türkiye Hangi Nedenlerle Strateji Geliştirme ve Stratejik Öngörü Kavramlarına Yoğunlukla İhtiyaç Duymaktadır
Türkiye bulunduğu coğrafi mevki, sahip olduğu kültürel ve etnik çeşitlilik gibi nedenlerle strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına diğer ülkelerden daha fazla gereksinim duymaktadır. Bu alt başlığın konusunu ilgilendirecek şekilde Türkiye’nin bazı temel jeopolitik, etnik ve kültürel özelliklerinden kısaca bahsederek, strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına Türk karar alıcılarının neden daha fazla önem vermeleri gerektiğini açıklamaya çalışacağız.
Türkiye’nin Jeopolitik Konumu ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Bir ülkenin bulunduğu coğrafi yeri ve bulunduğu durumu açıklayan coğrafi konuma kıyasla daha geniş bir kapsama sahip olan jeopolitik konum bir ülkenin dünya ve bölge güç merkezlerine, dünya politik yapısına ve siyasi bölünmeye göre bulunduğu yeri ve bulunduğu durumu açıklar. Diğer bir deyişle coğrafi konum güç değerlendirmesi ile desteklendiğinde jeopolitik konuma ulaşılır. Türkiye’nin coğrafi konumu, üç kıtanın birleşme noktası üzerinde bulunması; doğuyu batıya, batıyı doğuya, güneyi kuzeye, kuzeyi güneye karşı kapatması; Balkanlar-Orta Doğu arasında bulunması; Karadenizi Akdenize bağlaması, Boğazlara sahip olması gibi coğrafi özelliklerini anlatır. Türkiye’nin jeopolitik konumu dendiği zaman ise, coğrafi konumda sayılan bütün özelliklere ek olarak ABD, eski Sovyet coğrafyası, AB, Orta Doğu dörtlü güç merkezinin birleşme noktasında bulunuşu; Nato’nun güney kanadı üzerinde oluşu; AB ile İslam dünyası etkileşim noktası üzerinde bulunuşu gibi özellikleri açıklanmış olur. Türkiye iki kıtada birden toprağı olan sayılı ülkelerden biridir. Balkanlar üzerinden Avrupa, Karadeniz ve Kafkasya üzerinden Rusya, İran ve Orta Doğu üzerinden Asya ile Hint Okyanusu, Akdeniz üzerinden Afrika ile bağlantılıdır. Anadolu toprakları, Asya’nın Avrupa sınırını; Trakya bölgesi ise Avrupa kıtasının Asya sınırını oluşturur. Avrasya kıtasını merkez ve Türkiye, İran, Afganistan, Çin ve Kore’yi de ilk kenar ay olarak değerlendirmiş olan İngiliz jeopolitikçi H. Mackinder’in kara hakimiyet teorisine ve kenar kuşakta yer alan ülkeleri merkez, Avrasya’yı ise ikinci derecede önemli olarak değerlendirmiş olan Spykman’ın kenar kuşak teorisine göre Türkiye her iki teori kapsamında da büyük bir jeopolitik önem arz etmektedir (İlhan, 1989:60-62).
Açıklanan bu yoğun coğrafi ve jeopolitik özelliklerin dünya üzerindeki bir ülkeye sunduğu fırsatların yanında bazı güçlükleri de beraberinde getirdiği gerçeğini Türkiye özelinde açıklıkla gözlemleyebilmekteyiz. Türkiye sahip olduğu bu jeopolitik özelliklerden dolayı farklı bölgelerde yer alan çeşitli devletlerden çok yönlü talep ya da tehditlerle karşılaşmıştır. Aşağıdaki örneklerde Türkiye’nin sahip bulunduğu jeopolitik konum ve özelliklerin güvenlik politikalarını ne şekilde tehdit etmekte olduğunu açıklamaya çalışacağız.
Rusya
Tarih boyunca Rusya’nın Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inme arzusu ve tehdidi güvenlik politikalarımızı Moskova merkezli duruma getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde Rusya ile pek çok sıcak mücadeleye ya da diplomatik soğukluğa neden olan bu durum Soğuk Savaş döneminde Rusya karşısında güvenliğimizi garanti altına alabilmek için tüm politikaları Batı merkezli oluşturmamıza neden olmuştur. Bu Batı merkezli politika ise Türk dış politikasının potansiyel ve kabiliyetini sınırlamakla kalmamış aynı zamanda her yönüyle Batı’ya endekslenen bir Türk dış politikasının doğmasına da neden olmuştur.
Amerika
Amerikan yönetimleri sahip olduğu jeopolitik özellikler dolayısıyla Türkiye’nin güvenliğini direkt olarak tehdit eden bir siyasi tavır almamış olsa da başka bölgelerde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçları Türkiye üzerinden gerçekleştirmek istediği durumlarda Türkiye, kimi kez ilgili devletin direkt tehdidine maruz kalmış, ilgili devlet nezdinde gerçekleştirmek istediği dış politik amaçlarını gerçekleştirememiş kimi kez de ilgili devletin Türkiye’ye karşı aldığı olumsuz tavır neticesinde bazı siyasal ve ekonomik kayıplara uğramıştır. Amerika’nın bazı politikalarını Türkiye üzerinden uygulama çabası neticesinde Türkiye’nin yaşadığı olumsuzlukları şu örneklerde kolaylıkla tespit etmek mümkündür.
Amerika Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin ideolojik yayılma ve siyasal nüfuz genişletme hedeflerinden Orta Doğu bölgesini koruyabilmek amacıyla Türkiye’nin jeopolitik konumundan yararlanarak Rusya karşısında Türkiye üzerinden etkin askeri ve siyasal politikalar geliştirebilmiştir. Amerika tarafından geliştirilen Orta Doğu politikalarına, Rusya karşısında duyduğu güvenlik kaygıları ve Amerika ile birlikte hareket etmenin kendisine getireceği avanjlar gibi nedenlerle sıkı sıkıya bağlı kalan Türkiye, Orta Doğu bölgesine ilişkin siyasal ve ekonomik hedeflerini gerçekleştirebilecek nitelikte kendine özgü bir Orta Doğu politikası geliştirememiştir. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminde Amerika’nın Orta Doğu politikalarının sevk ve idaresinden sorumlu olan ya da tutulan Türkiye bazı dönemlerde Arap ülkeleriyle ciddi siyasal ve ekonomik anlaşmazlıklarla yüzleşmiştir.
Yine Soğuk Savaş döneminde komünist ideolojinin Sovyetler Birliği tarafından daha geniş alanlara yayılmasını engelleyebilmek için Sovyetleri çevreleyen hemen tüm müslüman ülkeler genelinde İslami motif ve yönetimlerin vurgulandığı müslüman ülkelerden oluşan bir Yeşil Kuşak projesi Amerika tarafından geliştirilmişti. Bu proje kapsamında ise kilit ülke jeopolitik açıdan büyük önem arzeden Türkiye olmuştur. Ancak, 1950’lilerin sonlarından başlayan bu Amerikan politikası Türkiye’de yavaşça siyasal İslamın kendisine uygun ortam bulup gelişmesine, toplumsal ve siyasal dokunun kesif İslami uygulamaları desteklemesine ve kimi zaman da İslamın militanlaşmasına neden olmuştur.
Orta Asya’da yer alan devletler Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra Amerika, Orta Asya bölgesine en yakın güvenilir müttefik olarak kabul ettiği Türkiye üzerinden adı geçen bölgede etkin olmaya çabalamıştır. Amerika’nın bu girişimi, Türkiye’nin Orta Asya bölgesine ilişkin kendi dış politik hedeflerini geliştirme ve uygulamasını geciktirmiş ya da ertelemiştir.
Son Irak operasyonu esnasında Amerika ekonomik yönden daha az maliyetli, askeri ve siyasal açıdan ise daha yüksek avantaj sağlayacak Kuzey cephesini Türkiye üzerinden açmak için büyük çabalar sarf etmiş hatta dayatmacı bir tavır almıştır. Operasyon esnasında ve sonrasında Türkiye’nin ABD’den yana aldığı tavır başta Irak olmak üzere diğer bazı Orta Doğu ülkelerinin tepkisiyle karşılaşmış, Türkiye dış kaynaklı bazı terörist saldırılara maruz kalmıştır.
Suriye
Güneydoğu Anadolu bölgesinde bulunan ve Orta Doğu bölgesi için büyük bir önem arzeden su kaynakları, özellikle GAP projesinin gündeme geldiği ve projeye hız verildikten sonra gündemin yoğunlaştığı dönemi takip eden süreçte Suriye ile aramızda sadece suyun paylaşımı açısından değil, su konu edilerek siyasi açıdan da problemlerin doğmasına neden olmuştur (Durmazuçar, 2002:100-106). Suriye ile mevcut sorunların sadece küçük bir kısmını kapsayan su sorunu, su üzerinden Türkiye karşıtı politikalar ve politik kozlar geliştirmek için Suriye hükümetine imkan tanımaktadır.
Ermenistan
Türkler Anadolu’ya ulaşmadan önce bu bölgede yaşadıklarını sıklıkla dile getiren Ermeniler, bügün Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde yer alan Doğu Anadolu Bölgesi üzerinde hak iddia etmektedirler. Ruslar Karadeniz’de kıyısı olan, Fransızlar ise Adana ve Mersin şehirlerini de içine alan, Doğu Akdeniz’de yeni bir devlet olarak kurulması düşünülen Ermenistan projelerini özellikle kritik dönemlerde gündeme getirip destekleyerek Ermeni devletine siyasal açıdan büyük bir destek vermektedirler.
Yunanistan
Hava sahası, kıta sahanlığı, Ege Adaları, Kıbrıs ve Fener Rum Patrikhanesi gibi kısa vedede çözülmesi imkansız gibi görünen sorunlarla tanımlana gelen Türk-Yunan ilişkileri karşılıklı duyulan kuşkunun şekillendirdiği bunalım üzerine tesis edilmiştir. Yunan halkının, özellikle de Yunanlı politikacıların Türkiye’yi coğrafi büyüklüğü ve Kıbrıs ve Ege Adaları meselelerinde benimsediği tutumdan dolayı ciddi bir tehdit olarak algılamalarından dolayı Yunanistan, hem Batılı devletlerden aldığı güçle hem de Nato ve AB üyeliğinin getirdiği avantajları kullanarak Türkiye’ye karşı olumsuz tavır almakta tereddüt etmemiştir. Ortamın gerektirdiği şekilde, ya büyük devletler üzerinden ya da belirli dönemlerde genelde Türkiye karşıtı belirli devletlerle geliştirdiği ortaklıklar vasıtasıyla Türkiye’nin ulusal güvenliğini Batı Trakya, Ege Adaları ve Kıbrıs gibi unsurları kullanarak tehdit etmektedir. Bizans-Yunan İmparatorluğunun merkezini oluşturan Konstantinopolis’in günümüzde Türkiye Cumhuriyeti sınırları dahilinde yer alması, Bizans-Yunan İmparatorluğunun canlandırılmasına ilişkin romantik hayali hiç terk etmeyen Yunanistan’ın Türkiye politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri olduğu unutulmamalıdır.
Bu somut örneklerden yola çıkarak, bulunduğu coğrafyanın ve sahip olduğu jeopolitik özelliklerin belli dönemlerde Türkiye’nin ulusal güvenliğini tehdide maruz bıraktığını, geliştirilmiş olan güvenlik politikalarını etkisiz kıldığını ifade edebiliriz. Coğrafi ve jeopolitik duyarlılıktan kaynaklanan tehdit algılamalarının ulusal güvenliğe ve geliştirilen güvenlik politikalarına zarar vermesini engellemek için Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına ivedilikle yönelmeleri gerektiğini söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Etnik ve Kültürel Özellikleri ve Güvenlik Politikaları Açısından Karşılaşılan Sorunlar
Yukarıda verilen örneklerde görüldüğü üzere, Türkiye sahip olduğu özel coğrafi konum ve nadir rastlanan jeopolitik özelliklerinden dolayı çeşitli ülkelerin doğrudan ya da dolaylı girişimlerine sıklıkla maruz kalmıştır ve kalmaya da devam etmektedir. Ancak mevcut coğrafya ve jeopolitik özellikler; Türkiye’nin siyasal duyarlılığını yükselten ve kırılgan hale getiren ve buna paralel olarak da strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarını gerekli kılan yegane unsur değildir. Jeopolitik özelliklerin yanında Türk yetkililerin strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramlarına sıkıca bağlanmalarını gerektiren ve Türkiye’nin güvenlik politikalarını, dış politik hedeflerini ve iç siyasetini tehditlere maruz bırakan ve en az jeopolitik özellikler kadar önem taşıyan etnik ve kültürel özellikler de bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal dokusu içinde yer alan bu etnik ve kültürel özellikleri açıklayarak Türkiye’nin ulusal güvenliğinin ve güvenlik politikalarının bu etnik ve kütürel çeşitlilikten ne ölçüde etkilendiğini belirtmek yerinde olacaktır.
Azınlık kavramı kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları için kullanılan genel bir kavramdır. Ancak, 1923 yılında imzalanan Lozan Anlaşması’nda azınlık kavramı sadece Müslüman olmayan yani Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Süryaniler gibi gayrimüslimler için kullanılmış, gayrimüslimler dışında herhangi bir kültürel ya da etnik bir kesim için kullanılmamıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti sınırları kapsamında etnik kökenleri farklı olan grup ya da gruplar azınlık haklarına ve statüsüne sahip değildir, sadece Müslüman olmayanlar hukuken azınlık hakları ve statüsüne sahiptir. Yine Lozan Anlaşması’nın ikinci kısmında uyrukluk meselesi ele alınmış ve Türkiye’de yaşayan herkes Türk uyruğu olarak kabul edilmiştir (Kili, 2001:209). Bu Anlaşmayı takiben Türk milleti kavramı resmi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bu kavramın resmi olarak kullanılmaya başlanmasıyla birlikte Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Devleti’ne bağlı olan herkes eşit olarak kabul edilmiş ve ortak etnik köken ve kanbağı aranmaksızın müslüman olmayanların dışında tüm insanlar Türk olarak kabul edilerek, kendilerine vatandaşlık hakkı tanınmıştır. Lozan Anlaşması’yla varılan bu hukuki düzenlemeyi tüm dünya onaylamıştır.
Ancak, 1990 yılında Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da gerçekleştirilen AGIT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) zirve toplantısını takiben yayınlanan Kopenhag Bildirisi, insan hakları alanına Kopenhag Kriterleri şeklinde adlandırılan ölçütleri getirmiştir. Bildiri’nin 30. ve 35. maddeleri arasında yer alan altı maddelik bölümü ulusal azınlıklarla ilgilidir. Bu altı maddeye göre; kişiler kendi özgür iradeleriyle ulusal azınliklar içinde yer alabilecek ve tercihleri nedeniyle zarara uğramayacak, ana dillerini özel yaşamda özgürce kullanabilecek, hukuk kuralları çerçevesinde kendi eğitim, kültürel ve dini kuruluşlarını oluşturabilecek ve kendi ana dillerinde eğitim hakkına sahip olabileceklerdir. Kopenhag Kriterleri, ulusal azınlıkların kimliklerinin korunması, diğer vatandaşlarla eşit olarak tüm haklardan yararlanmalarının sağlanması, azınlıkların kendi dillerini gerekli olduğu yerlerde kullanmalarının temin edilmesi, azınlık mensuplarının kamuya ait yerlerde görev almalarına kısıtlama getirilmemesi gibi konularda taraf devletlere bazı görevler vermektedir. 1994 yılında Strasburg’da toplanan Avrupa Konseyi’nde de ulusal azınlıkların korunmasıyla ilgili bir sözleşme imzalanmıştır. Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme adı ile bilinen bu sözleşme kapsamında taraf devletler kendi ulusal sınırları dahilinde yaşamakta olan ulusal azınlıkların ayrı varlığını korumakla yükümlü kılınmışlardır (Çeçen, 2001:40-47).
Kopenhag Bildirisi ve Strasburg Sözleşmesi’yle birlikte bir ulus devletin içinde yaşayan etnik azınlıklar ulusal azınlık statüsünde kabul edilmiş, bu ulusal azınlıklara kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için bir dizi hukuki, siyasal, dini ve kültürel haklar tanınmış ve bu hakların korunması görevi taraf devletlere verilmiştir. Avrupa Birliği’ne tam üye olarak alınmanın ön şartı olarak kabul edilen Kopenhag Kriterleri’nin Türkiye’yi direkt olarak ilgilendirmesinden dolayı 1990 yılından itibaren azınlık meselesi Türkiye’de yoğunluk kazanan bir sorun haline gelmiştir. Hem Lozan Anlaşmasının kurduğu siyasal ve hukuki modelin değişmesi hem de tek bir ulus devlet içinde farklı ulusal grupların oluşması anlamı taşıyan bu yeni ulusal azınlık kavramı Avrupa devletleri tarafından; özellikle 1990 yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve etnik açıdan farklı diğer gruplar arasında sayıca en büyük orana sahip, yoğunlukla Güneydoğu Anadolu bölgesi’nde bulunan Kürtlerle özdeşleştirilmeye başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren ilk dönemlerde çeşitli ayaklanma ve isyanlar 1980 yılının ikinci yarısından itibaren ise fiili silahlı eylemler şeklinde gelişen ayrılıkçı Kürt hareketleri Türk Devleti sınırları dahilinde yaşayan, fakat kendi dillerini, kültürlerini ve faaliyetlerini istedikleri şekilde kullanamayan ve gerçekleştiremeyen, baskı altında tutulan bir grubun haklarını elde etme mücadelesi olarak nitelendirilmiştir. Kopenhag Kriteleri’nin tanımladığı şekildeki bir ulusal azınlık statüsüne sahip olabilecek özelliklere sahip başka gruplar üzerinde değil de özellikle Kürtler üzerinde odaklanılması doğal olarak Türkiye topraklarında yaşayan Kürtlerin kültürel, sosyal ve siyasal taleplerinin yoğunlaşmasına neden olmuştur.
Konjonktür gereğince, bazı devletler tarafından belli nedenlerle, gerektiği zamanlarda, gerektiği biçimlerde ve gerektiği boyutlarda gündeme getirilen kültürel, dinsel ya da etnik köken grupları yani azınlıklar meselesi Türkiye için ciddi bir siyasal soruna dönüşmüştür. Türk karar alıcıların Kopenhag Kriterlerinin zorlama uygulamaları karşısında Mustafa Kemal Atatürk’ün haklı deyişiyle “Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir siyasal zafer yapıtı...” (Atatürk, 1997:258) olan Lozan Anlaşması’nı savunamayışı, sınırlarımız dahilinde yaşayan farklı etnik, kültürel ve dinsel özellikler taşıyan gruplara ilişkin kalıcı bir politikalarının olmaması, bu grupların dış güçlerin isteklerine paralel biçimde dile getirdikleri talepler karşısında gerekli stratejileri geliştirememesi, bu grupların gelecekte Türkiye Cumhuriyeti’ni siyasal, kültürel ve dinsel açılardan hangi boyutlarda tehdit edebileceğini öngörememesi ve bu nedenle de herhangi bir stratejik öngörü geliştirememesi gibi nedenlerden dolayı Türkiye Cumhuriyeti mevcut etnik ve kültürel çeşitlilikten ötürü güvenlik politikaları açısından son derece duyarlı bir durumdadır.
SONUÇ
Kritik coğrafi-jeopolitik özelliklere sahip ve toplumsal dokusu oldukça heterojen ülkelerde siyasal, sosyal ve ekonomik dalgalanma eşiğinin diğer ülkelere oranla daha yüksek olması bu ülkelerde strateji, stratejik öngörü ve güvenlik politikaları geliştirilmesini adeta zorunlu kılmaktadır. Sıralanan özelliklere ilave bazı özellikler taşıyan Türkiye için bu türden strateji ve politikaların geliştirilmesi kaçınılmazdır. Türkiye’nin coğrafi konumu, jeopolitik özellikleri, toplumsal dokusu ve bazı devletlerin olumsuz politikaları gözönünde bulundurularak, karar alıcı konumdaki yetkililerin işin uzmanı çevrelerle ortak çalışmalar yaparak Türkiye’nin geleceği ile ilgili öngörülerde bulunmaları gelecek ortamında Türkiye’nin avantajlar elde edebilmesini sağlamak için gerekli stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Dünya artık eski dünya değil, tehlike ve tehdit alanları genişleyip çoğaldı, bilinmezlerin sayısı arttı. Özellikle 1990 sonrasında ABD ve bazı Avrupa devletleri, dünya siyasetinde en yüksek düzeyde avantajlar elde etmek amacıyla ekonomiden politikaya çeşitli alanlarda stratejiler geliştirmeyi tercih ederken ve strateji uzmanları ile akademisyenlerin geliştirdikleri gelecek projeksiyonlarından yararlanma yolunu seçerken; tehdit, tehlike ve bilinmezlerin merkezinde yer alan Türkiye, strateji ve stratejik öngörü kavramlarından uzak bir ülke haline gelmiştir. Fayda getiren bir dış politika elde etmek ve ulusal güvenliği koruyacak bir güvenlik politikası oluşturmak için olmazsa olmaz kabul edilen strateji geliştirme ve stratejik öngörü planlama kavramları özellikle 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin sıkı sıkıya bağlanması gereken kavramlardır.
KAYNAKÇA
AKAD, M. Tanju (1992) 20. Yüzyıl Savaşları, Kastaş Yy. İstanbul.
ATATÜRK, Mustafa Kemal (1997) Söylev “Nutuk”, Dil Derneği Yy., Ankara .
CHILCOAT, Richard A. (1995) Strategic Art: The New Discipline For 21st Century Leaders, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
ÇEÇEN, Anıl (2001) Türkiye Cumhuriyeti Ulus Devleti, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
DURMAZUÇAR, Vedat (2002) Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür-Sanat Yy., İstanbul.
HART, B.H. Liddell (2002) Strateji Dolaylı Tutum, (E) Korgenaral Cemal Enginsoy (ter.), 4. baskı, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi Yy., Ankara.
İLHAN, Suat (1989) Jeopolitik Duyarlılık, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
KİLİ, Suna (2001) Türk Devrim Tarihi, Türkiye İş Bankası Kültür Yy., Ankara.
KÖNİ, Hasan (1998) “Türkiye Tutunmaya Çalışıyor”, Milliyet (15 Mayıs 1998).
MAYNES, Charles William (1993) The World In The Year 2000: Prospects For Order Or Disorder, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
MÜTERCİMLER, Erol (1997) 21.Yüzyıl ve Türkiye “Yüksek Strateji”, Erciyaş Yy., İstanbul.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “Kurtuluş Savaşı Dönemi Diplomasisi”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
SONYEL, Salahi R. (1991) Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, 2. baskı, Cilt II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.
SÖNMEZOĞLU, Faruk Der. (1994) “II. Dünya Savaşı Doneminde Türkiye’nin Dış Politikası: Tarafsızlık’tan Nato’ya”, Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikasının Analizi içinde, Der Yy., İstanbul.
ŞEHSUVAROĞLU, Lütfü (1999) Milli Sivil Stratejik Konsept, Seba Yy., Ankara.
TAYLOR, Charles W. (1993) Alternative World Scenarios For A New Order of Nations, U.S. Army War College Strategic Studies Institute, Pennsylvania.
TÜRSEN, M. Cemal (1986) “Strateji ve Teknolojisi”, Deniz Kuvvetleri Dergisi, Ankara, 6.
YERGIN, Daniel ve Thane Gustafson (1991) Russia 2010 and What It Means For the World Random House, New York.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder