28 Ağustos 2007 Salı

Kerkük ve Rusya Federasyonu

GÜNGÖRMÜŞ KONA, Gamze (2007). “Kerkük ve Rusya Federasyonu”, Global Strateji Hakemli Dergisi, Yıl 3, Sayı 8, ss.187-201.

Kerkük ve Rusya Federasyonu

Giriş
2000’li yıllara Putin ile giren Rusya'nın iç ve dış politikasında hızlı bir değişim süreci başlamıştır. Rusya dışarıda bölgesel bir süper güç ve bir enerji süper gücü olma yönünde adımlar atmaya başlarken, içeride federal yapı güçlendirilmiş ve Kremlin'e yeni bir yönetim anlayışı getirmiştir. Putin’in ardından Rusya'nın resmi politikasında çok kutuplu dünya, yakın çevre öncelikli dış politika ve ABD karşıtı çabaların önemli ölçüde varlığını koruduğunu görüyoruz. Putin önceliğini Rusya devletini güçlendirmek ve bunu da güçlü devlet, güçlü ekonomi ve güçlü ordu ile gerçekleştirmek olarak belirlemiştir. İç politikada güçlü bir devlet oluşturulması amaçlanırken, dış politika öncelikli olarak iç sorunların çözümüne yönelik esaslar ve çok kutuplu ilişkiler çerçevesinde yürütülmektedir. Putin Rusya'nın Bağımsız Devletler Topluluğu’ndaki (BDT) lider pozisyonunu koruması için bir yandan BDT'nin ekonomik yönünü geliştirmek, Avrasya Ekonomik Birliği’ni oluşturmak, enerji faktörünü bu coğrafyadaki ülkeler üzerinde etkin baskı unsuru olarak kullanmak (Cafersoy, 2002, ss.84, 98-99) diğer yandan da ABD hakimiyetine son vermek istemektedir. Putin’in 10 Şubat 2007 tarihinde 43. Münih Güvenlik Politikaları Konferansı’nda yapmış olduğu konuşma bu isteğin en somut ifadesi olarak kabul edilmelidir. Tek hakim devletin meşru kılınmaya çalışıldığı bir düzenin sadece mevcut sistem içindeki diğer devletlere değil aynı zamanda bu tek hakim devlete de zarar vereceğini ifade eden Putin aslında ABD’ye karşı mücadele vermeye kararlı olduğunun da mesajını vermiştir. Ardından gerçekleştirdiği Suudi Arabistan, Riyad, Katar ve Ürdün devletlerini kapsayan Orta Doğu ziyareti ise bu uğurda göstereceği kararlılığı somutlaştırmıştır.
Tüm bu somut gelişmeler, Putin’in kararlı tavrı ve Orta Doğu politikalarına yeniden eğilmesi göz önünde bulundurulduğunda Rusya Federasyonu ile Türkiye arasında Orta Doğu politikaları genelinde ve Kerkük özelinde ortak pek çok kaygının bulunduğunu ve bu doğrultuda ortak bir Orta Doğu politikası geliştirilebileceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Mevcut şartlar altında Türkiye’nin Orta Doğu bölgesine ilişkin önceliğinin Kerkük’te yapılacak referandum ve Kerkük’ün statüsü oluşturduğuna ve Putin’in son girişimlerinin ise dünya politikalarında tek hakim gücün etkinliğini kırmak olduğuna göre Türk karar alıcılarının yapması gereken Rusya Federasyonu’nun öncelikle Türkiye Cumhuriyeti ile ortak bir Kerkük daha sonra ise ortak bir Orta Doğu politikası geliştirmesini sağlamak olmalıdır. Bu makale kapsamında Rusya Federasyonu’nun Türkiye’nin çıkarları ile örtüşen ve Türkiye’nin Kerkük ve Orta Doğu politikalarını destekleyici nitelikteki Kerkük ve Orta Doğu politikaları geliştirmesini mümkün kılabilecek somut unsurlar tartışılacak ve böylesi bir politikanın gerçekleştirilmesinin kuvvetle muhtemel olduğu ifade edilecektir.

Rusya Federasyonu’nun Bir Kerkük Politikası Geliştirmesini Kolaylaştırıcı Unsurlar:

a. Avrasyacılık
1991 yılının sonlarına doğru Boris Yeltsin’in Rusya Devlet Başkanı ve Andre Kozirev’in de Dışişleri Bakanı olarak başa geçmeleriyle birlikte, 1992 yılında Rus dış politikasında iki farklı yaklaşım ortaya çıktı. Bu yaklaşımların ilki Kozirev tarafından benimsenen dış politika stratejisiyle ilgiliydi. Kozirev’in amacı, Yeltsin’in ekonomik kalkınmaya dayalı görüşünü destekleyebilecek bir dış politika kavramı oluşturmaktı. Bundan başka, demokrasinin önündeki engelleri kaldırarak Rusya’yı normal bir büyük güç haline dönüştürmeyi hedefliyordu. Bu ideal, dış politikada bazı köklü değişikliklere sebep oldu. Kozirev’e göre Rusya Batı’ya uzak durmaktan vazgeçebilmeli ve Batılı devletlerle, özellikle de ABD ile iki yönlü veya çok yönlü ilişkiler geliştirmenin yollarını aramalıydı. Bunun yanında Rusya, eski Sovyet cumhuriyetlerine eşit ve bağımsız ortaklar gözüyle bakmayı öğrenmeliydi. Kozirev’in politikası, aynı zamanda Rusya’nın, tek yanlı güç kullanmak yerine Avrupa’daki uluslararası örgütlerin arabuluculuk rolüne güvenmesini gerektiriyordu. Böylece, Kozirev tarafından benimsenen Rus dış politikasının özelliklerine bakarak, dağılmadan sonraki ilk yılda Rusya Federasyonu’nun, Batı yanlısı, Avrupa merkezli bir dış politika izlemiş olduğunu ve bu durumun Rusya’nın Orta Asya’daki Müslüman cumhuriyetlerden uzak durmasına yol açmış olduğunu söyleyebiliriz.
Ne var ki, bu türden bir dış politika kalıbı dış politika çevrelerinden hiçbir zaman destek görmedi ve 1992 yılı boyunca sert eleştirilere maruz kaldı. Bu eleştirilerin bazısı Sovyetler Birliği’nin dağılmasına tamamen karşı olan ve eski Sovyetlerin jeopolitik sahasında bağımsız cumhuriyetlerin kurulmasından yana oldukları için Gorbaçov ve Yeltsin’e muhalefet eden anti-reformist grubun taraftarlarından geliyordu. Bu grubun taraftarlarına göre, Gorbaçov ve Yeltsin’in faaliyetleri, tarihte tüm Doğu Avrupa devletleri, Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetleri üzerinde hakimiyet kurmuş bulunan Sovyetler’in gücünü kaybetmesine yol açacaktı. Bu keskin eleştirilere rağmen yeni Rus yönetimi, bunları görmezden geldi ve kendi dış politika ilkelerini uygulamayı sürdürdü. Ancak, demokratik grup içindeki nüfuzlu kişilerden gelen eleştiriler Rus dış politikasını etkiledi. Eleştirilerin merkezinde, Andre Kozirev’in uluslararası ilişkiler alanında aşırı idealist ve kurumsalcı bir yaklaşımı benimsemiş olması ve Rusya’nın ulusal güvenliğiyle ilgili çıkarlarını tespit etme ve değerlendirme aşamasında başarısız olması gibi unsurlar yer alıyordu. Bundan başka, Kozirev’in, Batı’ya aşırı ilgi göstermesini ve uluslararası organizasyonların arabuluculuk rolüne çok fazla güvenmesini de eleştiriyorlardı.
Bu eleştirilerin sonucunda Aralık 1992’de Rusya Dışişleri Bakanı, dış politikanın esasları ile ilgili olarak, eleştirenlerin isteklerini kısmen karşılayan bir taslak yayımladı ve 1993 yılının ortalarında Rus dış politikasının ana hatlarına ilişkin ulusal bir uzlaşmaya varıldı. Böylece, söz konusu Rus dış politikasındaki idealist ve kurumsalcı yaklaşımın yerini, eski Sovyet cumhuriyetlerindeki çekişmelerde Rusya’nın askeri ve diplomatik müdahalesine taraftar olan daha eylemci dış politika yaklaşımı aldı. Bu yeni dış politika yaklaşımı gereğince, Rusya’nın politikasına yön verenler Orta Asya bölgesi ve Orta Asya cumhuriyetleriyle ilgili işlere daha fazla müdahale eder duruma geldiler. Alexander Rahr, “Rus Dış Politikasında ‘Atlantikçilere’ Karşı ‘Avrasyacılar’” başlıklı makalesinde bu iki grup arasındaki farklılıkları, bu grupların farklı dış politika tutumlarını anlatarak açıklamaktadır. (bkz. Rahr, 1998, ss.41-50) Rahr’a göre, Atlantikçiler Batı’ya düşman gözüyle değil yeni dünya düzeninin kurulmasında işbirliği yapacakları bir ortak gözüyle bakıyorlardı. Bu grup, Rusya’nın yeni kuzeyin bir parçası olmasını istiyordu ve bu yeni kuzeyin günümüzdeki batı ile aynı değer ve düşüncelere sahip olabileceğine inanıyordu. Rus dış politikasının esaslarının; “Rusya normal demokratik bir devlete dönüşmelidir, tüm dünyaya açık olmalıdır ve her türlü emperyalist ideolojiyi ve yine her tür kurtarıcı olma düşüncesini reddederek kendini ekonomik ve siyasal olarak yenilemelidir” şeklindeki bir anlayışa dayanması gerektiğini savunuyordu. Bunun yanında, batı ile ters düşmeye yol açabilecek yeni roller aramak yerine, Rus dış politikasının Gorbaçov’un “Yeni Düşünce” politikasını benimsemesi ve eski Sovyetler Birliği’nin Avrupa’yla entegrasyonunda iyi bir başlangıç yapmış bulunan eski Rusya Dışişleri Bakanı Eduard Şevardnadze’nin izinden gitmesi gerektiği düşüncesini de destekliyordu. Bu görüşleri taşıyan ve destekleyen Atlantikçiler, Avrasyacılar’ın hemen tüm görüşlerini reddediyorlardı.
Avrasyacılar’a gelince, Avrasyacılar Atlantikçiler’e göre daha az batı yanlısı olan aydınlardan oluşuyordu. Rusya’nın, hızlı batılılaşma girişimleri yerine, Avrupa ve Asya arasında bir köprü oluşturmaya dayalı belirli jeopolitik bir rolü korumasını istiyorlardı. Rusya’nın Orta Asya’daki müslüman cumhuriyetlerle ilişkilerini geliştirmeye yoğunlaşması gerektiğini vurguluyorlardı. Avrasyacılar, Atlantikçiler’in tersine, bir Rusya-Müslüman ülkeler federasyonunun Rusya’ya Avrasya kıtasında süper güç olma olanağı sağlayabileceği görüşünü gün geçtikçe daha çekici bulmaya başladılar. Rusya’nın geleneksel müttefiklerinin batıda değil güneyde bulunduğu düşüncesini savunuyorlardı. Sonuç olarak, Rusya’nın ekonomik ve siyasal avantajlarının Pasifik ve Orta Doğu bölgesinde olduğuna inanıyorlar ve Boris Yeltsin ile Andre Kozirev’in dış politika ilkelerinin takipçisi olan Atlantikçiler tarafından benimsenen politikalara karşı çıkıyorlardı.
Putin’in ardından Rusya'nın resmi politikasında Avrasyacı unsurların, yani çok kutuplu dünya, yakın çevre öncelikli dış politika ve ABD karşıtı çabaların önemli ölçüde varlığını koruduğunu görüyoruz. Ancak bu politikada; daha pragmatik bir çizgi takip edildiği ve ABD ile açık bir çatışmanın istenmediği, bu ülkeyle işbirliğine hazır olunduğu gibi mesajlar da açıkça vurgulanmaktadır. Putin ilke önceliğini Rusya devletini güçlendirmek ve bunu da güçlü devlet, güçlü ekonomi ve güçlü ordu ile gerçekleştirmek olarak belirlemiştir. Putin güçlü, etkin, demokratik, yurttaşlarının haklarını, ekonomik özgürlüklerini savunabilen, onlara uygun yaşam koşulları sağlayabilen devlet kurma amacında olduklarını beyan ederken, devletin güçlenememesi durumunda dış meydan okumalara da cevap verilemeyeceğini vurgulamıştır. Böylece iç politikada güçlü bir devlet oluşturulması amaçlanırken, dış politika da öncelikli olarak iç sorunların çözümüne yönelik esaslar çerçevesinde yürütülmektedir. Putin Rusya'nın BDT'deki lider pozisyonunu koruması için bir yandan BDT'nin ekonomik yönünü geliştirmek, Avrasya Ekonomik Birliği’ni oluşturmak, enerji faktörünü bu coğrafyadaki ülkeler üzerinde etkin baskı unsuru olarak kullanılmak istemektedir.

b. 11 Eylül 2001
Dünya Soğuk Savaşın bitişine sevinememişti. Eski Sovyet Bölgelerinde ardı ardına patlayan krizler yeni çözümler beklemekteydi. Herkes tek bir süper gücün yeni krizler karşısında neler yapacağını bekliyordu. Zira, Sovyetlere karşı gücünü korumayı başaran ABD sistemi yeniden yapılandıracaktı. Fakat dönem, konvansiyonel savaş sonrası bir süreç değildi. Yeni düzenlemelerin yapılmasını ve sistemin gözden geçirilmesini gerektirecek global bir tehdit yoktu. Samuel Huntington ise aynı fikirde değildi, ona göre, medeniyetler arasındaki bir çatışma tüm dünyayı global bir krize sürükleyebilirdi. Batılı ve Batılı olmayan arasındaki bu mücadele tüm dünyayı içinden çıkılmaz bir sürece sokabilirdi.
Zihinler tam bu sorudan kurtulmuştu ki 11 Eylül terör eylemi gerçekleşti. İddialara göre bazı El-Kaide militanları, liderleri Usame Bin Ladin’in emriyle kaçırdıkları uçaklarla ABD’nin egemenlik sembollerini vurmuştu. Dünya büyük bir şoktaydı. Başkan Bush, Afganistan’ı, El-Kaide’yi ve liderini barındıran Taliban yönetimini direkt hedef olarak gösteriyordu. Bush, ABD’nin terörle olan savaşında safları şöyle belirliyordu: ‘Bizimle olanlar ve teröristler.’ Bu saflaşmaya kimse karşı çıkamıyor ve dünya her geçen gün Bush’un yeni bir açıklaması ile sarsılıyordu. Şer ekseni benzetmesi ile zihinlere yeni hedefler kazınıyordu; İran, Irak ve Kuzey Kore gibi. Ayrıca Bush’un ‘Haçlı seferi’ benzetmesi amacını aşan bir açıklamadan ya da bir gaftan çok adrese teslim bir mektup gibiydi.
ABD’nin yeni hedefi, otoriter yönetimler tarafından İslam ülkelerine demokrasi getirmekti, bir başka deyişle, ABD’nin asıl amacı, Orta Asya ve Ortadoğu’daki uyumsuz devletleri kendisiyle ılımlı hale getirmekti. Bu operasyonlar yapılırken bir yandan da Çin ve İran’ın çevrelenmesi tamamlanacaktı. Bu amaçla 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan operasyonu başlatıldı. Sovyetlere karşı, ABD ile aynı saflarda savaşan Afganistan şimdi yeni tehdidin merkezi idi. SSCB'ye karşı yürütülen mücadelenin sona ermesiyle birlikte, Afgan savaşı sırasında mücahitlerin eğitimi ve barınması için oluşturulan kampların bir çoğunun kapandığı, geriye kalanların ise ülkelerine dönemeyen eski ve yeni nesil mücahitler tarafından kullanılmaya başlandığı, böylelikle Afganistan'ın, radikal İslamcı terörün dünya'ya yayıldığı, sığınma ve eğitim merkezlerinden birisi haline geldiği bilinmekteydi. Yeni ittifak Kuzey Cephesi idi. İki ay gibi kısa sayılacak bir sürede operasyon tamamlanmış ve Hamid Karzai başa getirilmişti.
Bundan sonraki ilk hedef Irak idi. Irak’la ilgili çeşitli iddialar gündemi işgal etmeye başlamıştı. Irak - El-Kaide ilişkisi ispatlanmaya çalışılmış, fakat bu ispatlanamayınca Irak’ın nükleer silahlara sahip olduğu gündeme getirilmişti. ABD sert bir üslupla Saddam’dan tüm nükleer silahları imha etmesini istiyordu. Silah denetçilerini dışlayan Saddam, savaş tehdidi nedeniyle, kapısını tekrar silah denetçilerine açmak zorunda kalıyordu. Bu arada ABD yetkilileri bölgede bulundukları temaslarla, ülkelerden operasyon için destek istiyordu. ABD operasyonu yapmaya karalıydı ancak yine de operasyona meşruluk kazandırmak amacıyla BM güvenlik konseyinden bir karar çıkartıyordu. (Silah denetçilerinin nükleer silah bulması meşru savaş sebebi sayılacaktı) Bununla birlikte, ABD ve İngiltere bölgeye asker yığmaya devam ediyordu. Barzani ve Talabani, Irak Operasyon’unun iki kilit ittifakı olarak görülüyordu. Operasyon tartışmaları BM’in, NATO’nun ve AB’nin tüm yapısını alt üst ediyordu. Soğuk Savaş sonrası, ABD çabaları ile birleşen Almanya, ABD karşısında yeniden bir güç ittifakı ile karşı tavır sergiliyordu. Denetçiler ülkede hiçbir nükleer silah belirtisine rastlayamadıklarını vurguladıkları dönemde, gündem Saddam’ın ne kadar meşru olduğu sorusuyla ilgilenmeye başlamıştı. Uluslararası kamuoyu silah denetçilerinin raporu, barış girişimleri ile meşgulken 16 Mart tarihinde ABD, Saddam ve ailesine Irak’tan ayrılmaları için 48 saat tanıyordu. Sürenin dolmasına saatler kala II. Körfez Savaşı başlıyordu. Operasyon sonrasında politik açıdan değişim gösteren sadece Irak değildi. ABD tehditleri karşısında İran daha da hırçınlaşmış, Suudi Arabistan ve Suriye her an müdahale bekler duruma gelmiş, İsrail daha da güçlenmişti. Bazı Kafkasya ve Orta Asya devletlerinde de renkli devrimler ya da devrim teşebbüsleri neticesinde politik panorama değişmişti. ABD sadece Orta Doğu’ya girmemiş, Kafkasya ve Orta Asya üzerinden Rusya Federasyonu’na da iyiden iyiye yakınlaşmıştı.

c. Petrol
Bölge devletlerinin ekonomik gücü, temel olarak petrol üretimine dayanmaktadır. Orta Doğu petrolleri, dünya petrol rezervlerinin yüzde 65’ini; Orta Doğu’nun diğer bir ekonomik kaynağı olan doğal gaz ise dünya doğal gaz rezervlerinin yüzde 26’sını oluşturmaktadır. İran, Irak, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkelerin ekonomileri neredeyse tamamen petrol üretimine dayanmaktadır. Bölge üzerinde özellikle Birinci Dünya Savaşı öncesinde Büyük Britanya, Rus Çarlığı ve Almanya’nın önemli ölçüde bir güç mücadelesi daha 20. yüzyılın başında etkisini göstermiştir. Bu güç mücadelesinin en önemli unsurlarından biri olarak petrolün göz önünde bulundurulması gerekir. (Yerasimos, 2000, s.123) Birinci Dünya Savaşı devam ederken Büyük Britanya, Fransa ve Rus Çarlığı arasında Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ilişkin birtakım gizli anlaşmalar yapılmasına rağmen İngilizler’in en önemli kaygılarının başında Basra Körfezi’ni kontrol etme isteği yatmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcına kadar olan dönemde Orta Doğu bölgesi genelinde siyasi olarak ve petrol egemenliği bağlamında başat güç konumuna gelmeye çalışan iki büyük devlet ön plana çıkmıştır; İngiltere ve Fransa. Orta Doğu’ya özellikle iki dünya savaşı arasındaki dönemde İngiltere ve Fransa’nın önem vermesinin başlıca sebepleri arasında petrol kaynakları ile birlikte stratejik unsurlar da yer almaktaydı. (Lewis, 1995, s.276) Ancak, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Orta Doğu bölgesi genelinde ABD’nin giderek yükselecek olan etkisi ve etkinliği ile karşılaşılmıştır. Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu bölgesindeki petrol rezervlerinin egemenliğine ilişkin isteğini Sovyetler Birliği gibi bir büyük karşı güç nedeniyle engellemek durumunda kalan ABD, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasını takiben oluşan güç boşluğundan da faydalanarak Orta Doğu bölgesine I. ve II. Körfez harekatlarının ardından daha belirgin bir biçimde yerleşmeye ve petrol kaynaklarını daha yüksek bir oranda kendi inisiyatifi dahilinde yönlendirmeye başlamıştır.
Tüm bu güç mücadeleri bağlamında ön plana çıkan Basra Körfezi ülkeleri ve Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık %60’ına varan petrol kaynakları ile Basra Körfezi, ekonomik açıdan büyük öneme sahiptir. Başta sanayileşmiş Batı ülkeleri olmak üzere, genel olarak Dünya ekonomisinin petrole bağımlılığı dikkate alındığında uluslararası ekonomik çıkarlar açısından bölgenin önemi artmaktadır. Bu nedenle, bu bölgenin ekonomik özellikleri ve sahip olduğu kaynakların incelenmesi gerekmektedir. İran, doğal gaz rezervleri ile dünyada ilk sırada, %8 dolayındaki petrol rezervi ile de dünyada altıncı sırada yer almaktadır. (The Middle East, 1995, s.23) Dünya petrol rezervlerinin yaklaşık % 12’sine sahip olmakla beraber dünyada ikinci sırada yer alan Irak’ta, petrol rezervlerinin büyük bir bölümü ülkenin kuzeyinde toplanmıştır. Petrol üretiminin ilk başladığı yer olan Kerkük dışında ikinci büyük petrol yatağı merkezi ise Basra yakınlarındaki Zubeyr-Rumeyle’dir. (Arı, 1996, s.24) Petrol üretimi bakımından dünyada birinci sırada yer alan Suudi Arabistan, dünya petrol rezervlerinin %23’üne sahiptir. Ülkenin günlük petrol üretimi 1.3 milyon tondur. Dünya petrol rezervinin %10’una sahip olan Kuveyt’in ekonomisi büyük ölçüde petrole dayalıdır. Abu Dabi, Dubai, Sharjaj, Asman, Umm al-Qiwain, Ras al-Haimah ve Fujairah gibi yedi farklı Emirliğin oluşturduğu Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer almaktadır. Petrol bakımından dünya petrol rezervinin yüzde 10’unu elinde bulunduran BAE’nin günlük üretimi 2.1 milyon varildir. BAE aynı zamanda doğal gaz rezervine sahip ilk 20 ülke arasında yer almaktadır. Emirlikler arasında en yüksek gelir, petrol zengini Abu Dabi ve Dubai’de bulunmaktadır. 1980’lerin ortalarından itibaren Dubai’de ham petrol ve doğal gaz ihracatında artış gözlemlenmektedir. Bahreyn, Umman, Katar ise petrol rezervleri açısından diğer Basra Körfezi ülkelerinden daha az özellikli bir konumdadır.
Sonuç olarak, sahip oldukları petrol kaynakları nedeniyle bazı siyasal ve ekonomik avantaj ve dezavantajlarla yüzleşen ve bu unsurları bizzat yaşayan Orta Doğu devletleri tarihsel süreç içinde pek çok büyük gücün müdahalesine maruz kalmışlardır. Ekonomik amaçlı bu siyasal müdahaleler Orta Doğu devletlerinin siyasi açıdan gelişmelerini engellerken ellerinde bulundurdukları petrol kaynaklarını da kendi inisiyatifleri doğrultusunda değerlendirememelerine neden olmuştur. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Rusya, Fransa ve İngiltere merkezli bir dizi müdahale İkinci Dünya Savaşı’nı takiben yerini Rusya-Amerika eksenli müdahaleler zincirine bırakmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben sona eren iki kutuplu sistemin ardından tek başat güç olarak beliren ABD, Orta Doğu bölgesine yönelik dış politika ilgisinin devam ettiğini vurgulayan bir tarzda 1990’ların başında bölgede ilk fiili müdahalesini gerçekleştirmiş ancak petrol arzını tam anlamıyla kendi isteği doğrultusunda şekillendirememiştir. Son dönem gelişmeleri Orta Doğu devletlerinin daha uzunca bir süre büyük devletlerin dış politik manevra alanları dahilinde kalacaklarını göstermektedir. Gelecek dönemlerde, Orta Doğu petrol rezervlerinin tespiti, petrolünün çıkarılması ve ihracı gibi meselelerin bölge devletlerinin kontrolünden tümüyle çıkarak, büyük güçlerin hakimiyet alanına girmesi kuvvetle muhtemel görünmektedir.

d. Türkiye ile Ortak Algılamalar

1. Güvenlik Sorununa Ortak Bakış :
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki etnik hassasiyet kanırtılarak başlatılan çatışmalar zaman zaman Türkiye Cumhuriyeti'nin başını ağrıtmıştır. Ancak en büyük tehdit 1980'lerde yoğunlaşarak artan PKK terör örgütünün kadın, çocuk, yaşlı demeden tüm sivil halkı hedef alan faaliyetleri olmuştur. Türkiye'de sayıları hala ihtilaflı bir konu olsa da yerli yabancı araştırma kuruluşlarının genelde ortaya koydukları oran nüfusun yüzde 8'i kadardır. Ancak bu oran Kürt kökenli nüfusu 15-20 milyon olduğunu savunan bazı çevrelerin tepkisine neden olmaktadır. (Önder, 1998, ss.4-16) Kürt nüfusunun bir kısmı PKK'yı desteklemiş ya da PKK tarafından desteklemeye mecbur edilmiştir. Abdullah Öcalan 1978 yılında Kürdistan Ulusal Kurtuluş Ordusu adında gizli bir örgüt kurdu. Örgüt bir süre sonra Kürdistan İşçi Partisi adını aldı. Örgüt özellikle Kürt nüfusun yaşadığı doğu bölgelerinde faaliyetlerine başladı. Öcalan 1980 Darbesi sonrası yoğunlaşan askeri kontrolden dolayı yurt dışına kaçtı. Bu tarihlerde örgütün özellikle İran, Suriye gibi Türkiye'yi Batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda politikalar izlemekle suçlayan Orta Doğu devletlerince desteklendiği bilinmektedir. Suriye'nin desteği ile Öcalan PKK'nın kamplarını Bekaa Vadisi'ne taşımış ve 1984 yılından sonra da Türkiye'de yoğunlaşan terör olaylarını buradan yönlendirmiştir. (Özcan, 1999, ss.330-331) Özellikle 1990'lı yıllarda güvenlik güçlerinin başarılı operasyonları ve bölge ülkelerine teröre verdikleri desteği kesmeleri yolundaki Türk hükümetinin istekleri ile PKK zayıflamış ve 1999 yılında Öcalan’ın Kenya'da Türk istihbarat mensuplarınca ele geçirilişi de örgüte ciddi darbe vurmuştur. PKK bugün nadir olarak güvenlik güçleriyle çatışmaya girmektedir. Görüldüğü gibi aynen Orta Doğu ülkelerinde olduğu gibi etnik farklılıklar dış devletlerce körüklenmek suretiyle Türkiye'ye yönelik tehdit oluşturmaktadır. Günümüzde bu terör örgütü eski gücünü kaybetmiş olmasına rağmen Türk hükümeti A.B.D.'nin yeni Irak yapılanmasında Kuzey Irak Kürtleri’ne verdiği askeri, ekonomik ve siyasi desteği tedirginlikle izlemektedir.
Rus siyasi karar alıcıları ise Rusya Federasyonu’nun taşıdığı ulusal güvenlik endişelerini Devlet Başkanı Vladimir Putin tarafından 21 Nisan 2000 tarihinde imzalanmış olan 706 sayılı Başkanlık Bildirisi’yle gayet net biçimde ifade etmişlerdir. Bu bildiri, bölge içinde ve bölge dışında uzun yıllardır tartışılan ulusal güvenlik belgesi ve askeri doktrinin son şeklini açıklamaktadır. Rusya Federasyonu’nun güvenlik kaygılarının başlıca dört bileşeni bulunmaktadır: Moldova, Belarus, Ukrayna ve Baltık devletlerinde olduğu gibi Orta Asya ve Transkafkasya sınırlarında Sovyetler döneminde kurulan askeri üsleri ele geçirmek veya korumak, Orta Asya cumhuriyetlerindeki iç etnik çatışmaların yayılmasını önlemek, Orta Asya cumhuriyetlerinde aşırı İslamcılığın yayılmasını ve sızmasını engellemek ve ABD, Türkiye ve İran gibi dış ülkelerin Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki etkisini kontrol etmek. Ayrıca, Rus yetkililer, bölgedeki siyasal ve ekonomik istikrarın devamlılığıyla ilgilenmektedirler. Çünkü Rusya’nın güney sınırlarında ortaya çıkabilecek devletlerarası veya ülke içi herhangi bir çatışmanın veya herhangi büyük bir ekonomik krizin Rusya Federasyonu’nun statükosunu etkileyebileceğine inanmaktadırlar. 1993 yılında geleneksel politikalarına yeniden sahip çıkan, Azerbaycan ve Gürcistan'ın BDT'ye üye olmasını sağlayan, müttefik Ermenistan ile sıkı işbirliği içinde olan Rusya, Federasyon Antlaşması'nı imzalamayan Çeçenistan'ı da kontrol altına almaya kararlı görünmüştür. Rusya Federasyonu'nun yeni Ulusal Güvenlik Konsepti içinde, Rusya'nın uluslararası topluluk içindeki yeri, Rusya'nın ulusal çıkarlarının tanımı ve Rusya'nın ulusal çıkarlarına tehditler gibi konularda görüşler ortaya konulmaktadır. 'Rusya Federasyonu'nun Ulusal Güvenlik Doktrini' belgesi, Rusya'nın kararlı ve kesin bir şekilde ulusal güvenliğini sağlamaya niyetli olduğunu ortaya koymuştur. Söz konusu belgede belirtilen hukuki demokratik yapılar ve devlet yapısı, ulusal güvenliğin gerçekleşmesinde siyasi parti ve sivil toplum kuruluşlarının geniş katılımı Rusya Federasyonu'nu 21. yüzyıla hazırlamaya yöneliktir. Ayrıca söz konusu belgede, Batı ile ilişkilerini korumak ve geliştirmek isteyen Rusya Federasyonu'nun, BDT içindeki nüfuz alanını korumak, sınırlarını garanti altına alarak parçalanmak tehlikesinden uzaklaşmak ve kendini emniyete almak istediği sonucu ortaya çıkmaktadır. Yeni Askeri Doktrin ise, yine büyük ölçekli savaşlardan çok etnik/dinsel radikalizmin neden olduğu iç savaşların yarattığı tehditler üzerinde durmaktadır. Ancak bu düzeyde başlayan çatışmaların daha büyük çatışmalara dönüşme ihtimali de dikkate alınmaktadır. Yeni doktrin 1993 tarihli eski metinden çok farklı değildir. Belki de tek önemli fark, yeni doktrinle, nükleer silahların ve diğer kitle imha silahlarının sadece Rusya'ya karşı kullanılması durumunda değil, Rusya'ya ve müttefiklerine yönelik konvansiyonel saldırılara karşı da Rusya'nın nükleer silahlarla karşılık verebileceğinin ilan edilmesidir. Öte yandan yeni doktrin RF'ye yönelik dış tehditlerin azaldığı gözleminde de bulunmaktadır. (Dağı, 2002, s.190) Yeni Rus askeri doktrini Stratejik Nükleer Caydırıcılık ve “ilk kullanan” (first use) üzerine bina edilmiştir. Rusya, BDT içinde tek nükleer güç olma siyasetini uygulamaktadır. Bu çerçevede, Ukrayna, Belarus ve Kazakistan'daki nükleer silahlar Rusya'ya devredilmiş bulunmaktadır. NATO nükleer kuvvetlerinde büyük çapta azaltmalara rağmen Rusya, çok sayıdaki taktik nükleer silahlarını muhafaza etmektedir.
Bağımsız toprakların bir bölümü ya da tamamı üzerinde silahlı direniş yaparak, tedhiş eylemleri gerçekleştirerek kontrol sağlamayı ve bağımsız bir devlet kurma girişimlerini bölücülük olarak nitelendiren ve bu türden olaylar karşısında yıllardır mücadele vermekte olan Türkiye’nin PKK terörüne ve Putin’in Rusya Federasyonu’na özgü ulusal güvenlik sorunlarına/terör eylemlerine yaklaşımı nüanslara rağmen ortak algılamalar taşımaktadır.

2. 43. Münih Güvenlik Politikaları Konferansı ve Orta Doğu Ziyareti :
10 Şubat 2007 tarihinde, 43. Münih Güvenlik Zirvesi`ndeki konuşmasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD’nin dünyada tek süper güç yaratma çabasını eleştirmiş ve bunun sadece mevcut sistem içindeki herkes için değil, aynı zamanda hakim güç için de zararlı etkiler doğurabileceğini savunmuştur. Mevcut sistem içinde devletlerin kontrolü aşmış bir askeri güç kullanımı ile karşı karşıya olduklarını ve bu gücün dünyayı büyük bir çıkmaza sürüklediğini ifade etmiştir. Tüm bu çıkmazdan ABD’yi sorumlu tutan Putin Birleşik Devletlerin haddini ve ulusal sınırlarını aştığını ve böylesi bir girişimin sonuçlarının kimsenin tahmin edemeyeceği denli tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini belirtmiştir. Putin konuşmasında, iki önemli noktaya özellikle vurgu yapmıştır. Güce dayanan Amerikan tek taraflılığının uzun vadede dünyaya büyük bir zarar vereceği ve çoklu diplomasinin uluslararası politikalardan dışlananlara pek çok açıdan seslerini yükseltme imkanı sağlayacağı. Putin`in bu sert ve kararlı ifadesi, ABD’nin dünyayı yönetme hakkı ve kapasitesi konusunda hem fikir olan bazı Amerikalı ve Avrupalı yetkilileri şaşırtmıştır. Diğer bazıları ise, bu konuşmayı büyük güçlerin dünya üzerindeki nüfuzuna karşı yeni bir Soğuk Savaş`ın başlangıcı olarak yorumlamıştır. Amerikan ve İngiliz medyası, Putin`in açıklamalarına ayrı bir kızgınlıkla tepki verdi ve onun münakaşacı, savaşmayı seven yapısına vurgu yaparak bu hırçınlığın sonuçları konusunda uyarılarda bulunmuştur. (“Soğuk Savaş’a Yeniden mi Dönülüyor”, 03.03.2007, www.zaman.com.tr)
Güvenlik Zirvesi’nin ilk gününde yapmışolduğu bu dikkat çekici konuşmanın ardından Putin; Suudi Arabistan, Riyad, Katar ve Ürdün’ü kapsayan Orta Doğu turuna çıktı. Suudi yetkililerle altı Suudi uydusunun uzaya konuşlandırılması, MI 17 helikopterleri satışı, nükleer enerji geliştirilmesi için işbirliği gibi hususları gündemine alan Putin Arap işadamlarını petrol ve doğal gaz alanlarında yatırımlar yapmak üzere Rusya Federsyonu’na davet etti. Putin temaslarında ayrıca yüzde yüz Arap sermayeli bankaların açılabileceğini söyledi. Buradan Katar’a geçen Putin Katar’da OPEC benzeri bir yapılanma kurulması önerisini görüştü. Ürdün’ü de ziyaret eden Putin, Orta Doğu ziyaretinin bitiminde Rusya Federasyonu’nun Orta Doğu dörtlüsünün üyesi olarak özellikle İsrail-Filistin sorununda aktif yer almak istediğini belirterek, Hamas’a uygulanmakta olan Batı boykotunu eleştirdi.
3. Orta Doğu – Orta Asya ve Kafkasya’ya Ortak Bakış :
ABD’nin özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra Orta Doğu, Kafkasya ve Orta Asya nezdinde bulunduğu askeri ve siyasal nüfuz genişletme girişimleri ve uygulamaları karşısında Rusya Federasyonu çeşitli söylemler geliştirmeye başlamıştır. ABD’nin hakimiyetçi politikalarına karşı benzer endişeleri bulunan Türkiye’den daha hızlı ve radikal bir başlangıçla ABD’ye karşı olan tavrını gösteren Rusya Federasyonu’nun özellikle son dönemlerde sergilediği somut ABD karşıtı tutumu en net ve tarafsız biçimde ifade eden, yorumsuz ve sadece haber niteliği taşıyan yazılı basında çıkan örneklerden bazıları aşağıdaki gibidir :

İsrail-Filistin Sorunu :
Hamas'ın sürgündeki lideri Halid Meşal'e ikinci kez kapılarını açan Rusya, Filistin'e ambargonun kalkması için lobi yapma sözü verdi. Meşal'i Moskova temaslarının ikinci gününde kabul eden Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Uluslararası toplumun barış sürecine desteğini almak ve Filistin'e ambargonun kaldırılması için çalışıyoruz” dedi. Lavrov, Mekke'de Hamas ile El Fetih arasında birlik hükümeti kurulmasını öngören anlaşmadan duyduğu memnuniyetin altını çizdi. İsrail'e füze saldırılarını durdurmayı vaat eden Meşal, Yahudi devletini tanıma noktasına da Filistin'e yapılan zulüm biterse gelebileceklerini söyledi. (“Rusya Filistin Lobicisi Olacak”, Radikal Gazetesi, 28.02.2007, www.radikal.com.tr)

ABD’nin İran Tutumu :
Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, ABD'yi İran'a karşı şiddet kullanmaması konusunda sert bir şekilde uyardı ve ABD'nin küresel sorunlara tek taraflı yaklaşımını eleştirdi.Lavrov, Rossiskaya Gazeta’ya yaptığı açıklamada, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in İran hakkında yaptığı “her olasılık masada” şeklindeki açıklamasını eleştirdi.İran'a olası bir askeri senaryoya karşı olduklarının altını çizen Lavrov, “ABD'nin Basra Körfezi'ndeki askeri yığınağını yakından gözlemliyoruz. Böylesine büyük askeri yığınaklar kazara bile olsa askeri çatışmalara neden olabilir” dedi. Lavrov, İran'ın nükleer programıyla ilgili görüşmelerin ABD ve İran'ın uzlaşmaz tavrı nedeniyle kilitlendiğini belirterek, “Prestij gibi yanlış yargılar yüzünden görüşmeler için bu fırsatları kaçırmak affedilemez bir şey” diye konuştu. Washington'ı küresel sorunlara tek yanlı yaklaşımı yüzünden de eleştiren Lavrov, “Bize tek taraflı bir strateji getirip buna karşı dayanışma göstermemizi istemeleri... bu bir partnerin davranışı değil” dedi. Lavrov, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in ABD'nin politikasına yönelik sert eleştirilerinin birçok ülkenin görüşlerini yansıttığını, ancak çoğunun bunu dile getirmekten çekindiğini kaydetti. (“Rusya ve ABD Arasında İran Yüzünden İpler Geriliyor”, Milliyet Gazetesi, 01.03.2007, www.milliyet.com.tr)

Parlamentonun üst kanadı Federasyon Konseyi'nin Dış İlişkiler Komitesi Başkanı olan Margelov, geçen hafta İran'a yaptıkları üç günlük gezi sırasında Dışişleri Bakanı Manuçehr Muttaki'nin de aralarında bulunduğu bazı yetkililerle görüştüklerini belirtti. Senatör Mihail Margelov, İran'ı ziyaretinin ardından bu ülkenin nükleer programının nükleer silah geliştirmeye elverişli olduğunu söyledi. (“İran Nükleer Silah Geliştirebilir”, Milliyet Gazetesi, 02.03.2007, www.milliyet.com.tr)

ABD – Orta Asya :
Sovyet sisteminin çökmesi ile birlikte Orta Asya’da ortaya çıkan otorite boşluğu dünya üzerinde global hedefler taşıyan ülkelerin gözlerinin, Orta Asya’ya çevrilmesine neden olmuştu. Bölgenin sahip olduğu enerji kaynakları ile büyük güçlerin paylaşım alanına dönüşmesi, aynı zamanda bölgenin istikrarı sorununu da dünya gündemine taşımıştır. Çünkü bölge ülkeleri tam deyimi ile dünyada ne kadar sorun varsa bünyesinde taşımaktadır: Radikal dini gruplardan etnik sorunlara; uyuşturucudan ekonomik yoksulluğa; otoriter yönetimlerden demokratikleşme sorunlarına, enerji paylaşımından emperyalist emellere. Trajik 11 Eylül sonrası Amerika’nın, bu olayla ilgili olarak sorumlu gördüğü Afganistan’daki El-Kaide örgütüne karşı mücadele başlatması ve Afganistan’a operasyon düzenlemesi, Amerika’nın Orta Asya’da askeri varlığının da miladı olmuştur. Amerika’nın düzenlemiş olduğu El-Kaide operasyonu, Orta Asya’daki jeostratejik dengeleri değiştirmiştir. Artık Amerika, Kırgızistan, Özbekistan gibi bölge ülkelerinde askeri üs kiralama yoluna giderek bu ülkelere/bölgeye konuşlanmış durumdadır. Kırgızistan, Afganistan operasyonundan sonra, uluslararası Manas Havaalanına Amerikan askeri varlığının yerleşmesine izin vermişti. Özbekistan ise topraklarında konuşlanan Amerikan askeri gücüne, güçlü bir ülke ile işbirliği yapma ve radikal dini gruplara karşı bir güvenlik şemsiyesine sahip olma amacıyla olumlu bakmaktadır. ABD, Kazakistan’dan gelen topraklarına üs kurulması teklifini ise Çin ve Rusya’nın muhtemel tepkisi nedeniyle kabul etmemiştir. Şüphesiz Rusya ve Çin’in, ABD’nin Kırgızistan ve Özbekistan’a yerleşmesine karşı çıkmamasının en büyük nedeni, Amerika’nın bölgede radikal dinci terör gruplarına karşı verdiği savaşta, kendilerinin de çıkarlarının olmasıdır. Amerika’nın bölgedeki askeri varlığı Çin, Rusya gibi bölgesel aktörler tarafından terörle mücadele yönünden ne kadar olumlu görülse de, uzun vadede aynı ülkeler için bir tedirginlik nedenidir. Amerika’nın bölgede uzun süre kalması, Rusya-ABD ilişkilerinin kötüye gitmesine yol açabilecektir. Nitekim ikinci Irak savaşında Rusya’nın ABD’ye olan tepkisi, ileride Amerika’nın Orta Asya’da girişebileceği uluslararası meşruiyeti tartışılabilir operasyonlarda da ortaya çıkabilir. Böyle bir durumda, Shangai İşbirliği ekseninin de tepki göstereceği açıktır. (Peimani, “American Military Presence in Central Asia Antagonizes Russia”, www.cacianalyst.org, 23.10.2002)

ABD-Kafkasya :
Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nde füze kalkanı yerleştirme planıyla Rusya'yı tedirgin eden Bush yönetiminin sistemi Kafkasya'ya genişleteceği ortaya çıktı. Pentagon'un Füze Savunma Ajansı Başkanı Korgeneral Henry A. Obering, Brüksel'deki NATO karargâhında yaptığı açıklamada, ABD'nin Kafkasya'da uzun menzilli radar üssü aradığını belirtip “Bu, füze kalkanı için elzem olacak” dedi. Obering, Kafkasya'da hangi ülkenin istekli olduğunu yanıtlamazken, “Bu, Çekya'daki daha büyük radar sistemi için hernangi bir düşman füzesiyle ilgili iz takibi yapacak, taşınabilir bir radar. Yerine karar vermek için zamanımız var” diye konuştu. ABD ordusunun halen Tiflis yakınında Vaziyani Üssü'nü kulanıyor olması nedeniyle gözler Gürcistan'a çevrildi. İkinci olası ülke Azerbaycan. Anlaşma sağlanırsa sistem 2008'de kurulmaya başlanacak, ilk füze 2011'de yerleştirilecek, program 2013'te tamamlanacak. Obering'e göre, futbol topu büyüklüğündeki bir cismi 3 bin km.'den algılayabilen sistem, uçak kalkanından farklı olarak 'dar ışınlar' kullandığı için Rus hava sahasını tarayamayacak. “Radar İran'a yöneltilecek. Sistemi Rusya’ya çeviremeyeceğiz. Çevirsek de Rus füzesini tespit edebilecek denli uzağı göremeyecek” diyen Obering, Rus yetkilileri iknaya çalışıyor. Kalkan anlaşmasını imzaladıkları an Çekya ve Polonya’yı vurmaktan bahseden Rusya arka bahçesi Trans-Kafkasya'ya el atılmasına sessiz kalmadı. Dün ilk tepkiyi Rus Hava Kuvvetleri Komutanı Vladimir Mikhailov, “Tüm bu konuşlanmalara gerekli yanıtı verecek her şeye sahibiz” diyerek verdi. “Çok paraları var, bırakın harcasınlar” diyen Mikhailov, ABD'ye yanıtlarının uzaydan olası saldırılara karşılık verebilen 400 km. menzilli yeni nesil S-400 savunma sistemleri olduğunu belirtti. Rusya, Avrupa'ya kalkan planı yüzünden Soğuk Savaş'tan kalma Orta ve Kısa Menzilli Nükleer Füze Anlaşması'nı çöpe atabileceği uyarısı yapmıştı. (“Kafkasya’da ABD Kalkanı”, Radikal Gazetesi, 03.03.2007, www.radikal.com.tr)
ABD’nin yeraltı zenginlik kaynaklarına sahip Orta Asya cumhuriyetleri üzerindeki üs kurma ve nüfuz genişletme telaşı, söz konusu topraklarda meşru çıkarları bulunan Rusya`yı karar verme mekanizmalarından ve de politikalarından dışlama çabası, Kafkasya ve Orta Asya bölgelerinde yaşanan ABD destekli renkli devrimler, ABD destekli iktidarların Rusya Federasyonu karşıtı tutumları direkt ve sadece Rusya Federasyonu’nu rahatsız eden faaliyetler olarak yorumlanmamalı tüm bu unsurların Türkiye’nin güvenlik endişelerini dolaylı yollardan etkileyen bir niteliğe sahip oldukları da gözden uzak tutulmamalıdır.
Sonuç
Yeni Rusya; ABD’yi, Orta Doğu devletlerini, Orta Asya ve Kafkaslardaki arka bahçesinde yer alan diğer devletleri şaşırtacak öncelikleriyle dünya politikalarında yerini konumlandırmak için büyük çaba harcamaktadır. Bu yeni konumlanma çerçevesinde Rusya Federasyonu için tek gücün uluslararası sisteme hakimiyeti, eski Sovyet topraklarında yeni çıkar alanlarında belli güçlerin siyasal, sosyal ve ekonomik nüfuzunu genişletme çabaları, uluslararası karar alma süreçlerinden dışlanması, uluslararası ekonomik ve güvenlik örgütlerinin Rusya’nın bölgesel çıkarlarını zedeleyici girişimlerde bulunmaları, eski gücüne kavuşmasını engelleyici nitelikteki tüm uygulamalar kabul edilemez olarak algılanmaktadır. Rusya Federasyonu’nun sistemde yeniden konumlanması kapsamında Rus karar alıcılar tarafından en fazla tedirginlik yaratan unsurlar; ABD’nin Kafkasya ve Orta Asya nezdinde bulunduğu girişimler, Nato’nun Rusya’nın yanı başına kadar genişlemeye kararlı tutumu ve Orta Doğu’da ABD’nin nüfuz genişletme çabalarıdır. Rusya Federasyonu devlet başkanı Vladimir Putin’in 43. Münih Güvenlik Zirvesi’nde yaptığı konuşma ve hemen akabinde Orta Doğu devletlerini ziyareti Rusya’nın Orta Doğu’da ABD hakimiyetine kesin bir dille “hayır” deyişi olarak yorumlanmalıdır. Makale kapsamında sıralanan ortak tereddüt ve çekinceler göz önünde bulundurulduğunda en azından kısa vadede Rusya Federasyonu ile ortak bir Kerkük politikası oluşturmanın iki tarafın da Irak genelindeki çıkarına hizmet edeceği düşünülmeli, uzun vadede ise ortak bir Orta Doğu politikası geliştirmenin ABD’nin nüfuz alanını Orta Doğu geneline yayma çabalarını engelleyeceğine inanılmalıdır.

Kaynakça
Arı, Tayyar (1996). Basra Körfezi ve Ortadoğu’da Güç Dengesi 1978-1996. İkinci Basım,
İstanbul: Alfa Yy.

Cafersoy, Nazim (2002). “Rus Jeopolitik Düşüncesinde Misyon Arayışları”, Avrasya Dosyası, cilt.8, sayı.4.

Dağı, Zeynep (2002). “Rusya’nın Güvenlik Politikası ve Türkiye”, Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Ankara : Seçin Yayınevi.

Lewis, Bernard (1995). Orta Doğu. (Çev. Mehmet Harmancı), Sabah Kitapları.

Önder, Ali Tayyar (1998). Türkiye'nin Etnik Yapısı. Ankara: Bilim ve Sanat Dağıtım.

Özcan, Ali Nihat (1999). “İran'ın Türkiye Politikası'nda Ucuz Ama Etkili Bir Manivela: PKK”. Avrasya Dosyası, cilt.5, sayı.3.

Peimani, Hooman “American Military Presence in Central Asia Antagonizes Russia”, October 23, 2002, www.cacianalyst.org/2002-10-23/20021023_US_CENTRA_ASIA.htm

Rahr,Alexander (1998). “Rus Dış Politikasında Atlantikçilere Karşı Avrasyacılar”.(Çev.Eralp
Yalçın). Erol Göka and Murat Yılmaz (Eds), Uygarlığın Yeni Yolu Avrasya. İstanbul: Kızıl
Elma Yy.

Tavkul, Ufuk (1999). “Kafkasya’nın Jeopolitik Konumu İçerisinde Rusya Açısından Çeçenistan’ın Stratejik Önemi”, Kök Araştırmalar, Güz 1999.

The Middle East, no. 241, January 1995.

Yerasimos, Stefanos (2000). Milliyetler ve Sınırlar; Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, (Çev. Şirin Tekeli), İstanbul:İletişim Yy.

“Soğuk Savaş’a Yeniden mi Dönülüyor”, 03.03.2007, www.zaman.com.tr

“Rusya Filistin Lobicisi Olacak”, Radikal Gazetesi, 28.02.2007, www.radikal.com.tr

“Rusya ve ABD Arasında İran Yüzünden İpler Geriliyor”, Milliyet Gazetesi, 01.03.2007, www.milliyet.com.tr

“İran Nükleer Silah Geliştirebilir”, Milliyet Gazetesi, 02.03.2007, www.milliyet.com.tr

“Kafkasya’da ABD Kalkanı”, Radikal Gazetesi, 03.03.2007, www.radikal.com.tr

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder