28 Ağustos 2007 Salı

ABD Müdahalelerinin Mantığını Anlamak

Güngörmüş Kona, Gamze ve Ömer Arvasi (2006). “ABD’nin Müdahale Mantığı ve Irak Özelinde Yarattığı Güvenlik Sorunsalı”, Stratejik Öngörü Hakemli Dergisi, sayı 7, ss.61-75.

ABD’nin Müdahale Mantığı Ve Sürdürülebilir Üstünlük Politikası

1917 yılı dünya tarihinin en önemli olaylarından birine tanıklık etmişti. İlk bakışta o kadar da önemli görülmeyen bir güç, tarih sahnesine adım atıyordu. I. Dünya Savaşı’ndan büyük bir kazançla çıkan ABD, ekonomik buhranın neden olduğu iktisadi krizler nedeniyle tecrit politikasına yöneliyordu. Japonya’nın yeniden uyandırdığı dev, II. Dünya Savaşı’nda da etkili oluyor ve Avrupa merkezli, küresel güç politikalarını kendi tekeline alıyordu. Soğuk Savaş boyunca Sovyetler Birliği’nin gösterdiği direnç dahi, bu gerçeği değiştiremiyordu. Kazanılan her zafer ABD’nin tekelini daha da sorgulanmaz hale getiriyordu. Almanya, Japonya, Sovyetler derken, bu tekelin karşısındaki yeni rakibin kim olduğu soruları yükselmeye başlamıştı. Sorunun cevabı 11 Eylül’e kadar bulunamadı. Yeni rakip daha önce hiçbir gücün cesaret edemediği bir eylemle ortaya çıkıyordu. ABD, savaş dışı bir ortamda büyük bir saldırıya uğruyordu, yeni rakip belli olmuştu, terör. Peki, ABD’nin bu yükselişi bir tesadüf mü yoksa çok detaylı planların sonucunda gerçekleşen bir durum muydu? Yaptığı müdahalelerin ve sonuçlarının birbirine bu kadar benzemesinin arkasında yatan sebepler neydi?
Tüm bu sorulara doğru cevaplar verebilmek için ABD’nin müdahale mantığını daha iyi anlamak gerekmektedir.

1. ABD’nin Müdahale Mantığının Temelleri

a. ABD’nin Dış Politikası

Ünlü İtalyan iktisatçı Vilferedo Pareto, Amerikan dış politikasını etkileyen önemli isimlerden biridir. Pareto’nun geliştirdiği ‘Elit Teorisi’ Amerikan müdahalelerini anlayabilmek için önemli bir kaynaktır. Pareto’nun 19. yüzyılın sonlarında kaleme aldığı eserinin merkez noktası, güçtür ve ona göre güç her şeyi belirler. Toplumda ve yönetimde gücü elinde bulunduran elit bir zümre vardır. Ona göre bu kesim mutlaka varolmalıdır. Çünkü toplumda sürekli bir güç mücadelesi bulunmaktadır. Bu mücadelenin amacı, toplumdaki ve yönetim kademesindeki elitlerin sahip olduğu gücü ele geçirmektir. Bu tehdide karşı istikrarın kaynağı elitlerdir. Elitlerin sahip olduğu güç kullanma yeterliliklerinde bir gevşeme olursa, gücü arzulayanlara karşı koyulamaz ve hakimiyet kaybedilir. Çünkü her an yeni bir güç mücadelesiyle karşı karşıya gelinebilir. Bu grupların ya yok edilmesi ya da sindirilmesi gerekir. Her güç mücadelesinin sonunda kazanan taraf tüm siyasal, sosyal ve ekonomik düzeni yeniden yapılandırma hakkına sahip olur. Pareto’ya göre insanlar özgür olmak zorundadır. Özgürlük bir gereklilik değil bir mecburiyettir. Özgür olmayanların da özgürleştirilmesi gerekir çünkü, özgür olmayan toplumlar hiçbir zaman barışçıl kalamaz ve özgür toplumların özgürlüğünü tehdit ederler.[1]

ABD’nin kıta ötesi stratejilerinin dayandığı temel ilkeler deniz jeopolitikçisi Mahan’ın bu asrın başında formüle ettiği ana esaslara dayanmaktadır. “Bu stratejik süreklilik ve oturmuş siyasi otorite ABD’yi, güç denkleminin sabit ve değişken unsurlarının verimli kullanımıyla bir hegemonik dünya gücü haline getiren temel unsurdur.”[2] Mahan’ın değindiği, stratejik süreklilik ve oturmuş bir siyasi otorite düşüncesi, Brezezinski tarafından, daha geniş bir şekilde dile getirilmiştir. Brezezinski’ye göre: ABD küresel egemenliğinin arkasında dört temel unsur yatmaktadır; Askeri güç, ekonomik güç, teknolojik üstünlük ve kültürel yayılma. Bu etki alanının korunması kuşkusuz, sürekli bir mücadele gerektirmektedir. Realistlere göre bu mücadele doğaldır, çünkü uluslararası arenada, tek kazananlı bir oyun oynanmaktadır. Bu oyuna göre, bir ülkenin kazancı diğer ülkelerin kaybı anlamına gelmektedir. Bu fikirden hareketle, bir egemen gücün başka bir gücün varolmasını kabul etmesi mümkün değildir. Egemen gücün kendi varlığını devam ettirebilmesi, yeni güçlerin ortaya çıkışının engellenmesine, ya da mevcut durumun korunmasına bağlıdır. Bu sistemi uygulayacak kadar güçlü olmayan bir ülke, bu kudrete ulaştıktan sonra da bu sistematiği gerçekleştirebilir. Tüm bu gereksinimler ise direkt ya da dolaylı müdahaleyi gerektirmektedir. ABD, yüzyıla yakın bir süredir bu mantığı etkin bir şekilde uygulamaktadır. ABD her dönemde kendini, uluslararası güç dengelerinin bekçisi, bir başka deyişle dünya jandarması olarak addetmiştir. Çünkü bu dengelerin sarsılması bir anlamda ABD’nin hassasiyetlerinin zedelenmesi anlamına gelecektir. “… güç dengesi, kuruluş maksadına uygun çalıştığı sürece, Amerika’nın güvenliğini sağlamış, tersi durumda ise Amerika’yı uluslararası politikaya çekmiştir.”[3]

İşte, bu güç dengelerini bozan, ya da bozmak isteyen tüm ülkeler, ABD’nin her dönemde doğal düşmanı olmuş ve Kissinger’ın da belirttiği gibi, bu durum ABD’yi uluslararası arenada daha etkin roller oynamaya itmiştir. Burada belirleyici etken ABD’nin algılamalarıdır. Bir başka deyişle, asıl önemli olan düzeni tehdit eden ülkelerin Birleşik devletlerle olan ilişkileridir. Kissinger bu durumu şöyle dile getirmektedir: “Hiçbir ülkeye yönelik Amerikan politikası, o ülkenin potansiyeline veya siyasi eğilimlerine göre değil, niyetlerinin değerlendirilmesine göre ayarlanmıştır.”[4] Niyetinin olumsuz olduğu düşünülen ülke, uluslararası arenadan yok edilmeye çalışılır. Yani, “devletler ve yönetimler ABD ile uyumlu olduğu sürece varolur.”[5] Uyumsuz devletler ya da yönetimler ülke sınırlarına en uzak noktada bertaraf edilerek, ulusal savunma hattının zarar görmesi önlenir. Yerinde ve önceden müdahaleler bu nedenle çok önemlidir. Peki, ABD açısından bu tehdidi kimler oluşturabilir? Bunun için Brezezinski’nin Avrasya ile ilgili değerlendirmesi Birleşik Devletlerin dış politika algılamasının daha iyi anlaşılması için önemli bir örnektir.

“…Amerikan jeostratejisinin formülleştirilmesinde çıkış noktası, kilit oyuncular üzerinde odaklanma ve arazinin doğru değerlendirilmesi olmalıdır. Bunun için iki temel adım gereklidir. Birincisi, uluslararası güç dağılımında potansiyel olarak önemli bir kaymaya neden olabilecek güçte ve jeostratejik olarak dinamik Avrasya devletlerini teşhis etmek; bunların siyasal seçkinlerinin merkezi dış amaçlarıyla bunlara ulaşma arayışlarının olası sonuçlarını deşifre etmek; konumları ve/veya varlıkları daha aktif jeostratejik oyuncular ya da bölgesel koşullar üzerinde hızlandırıcı etkilere sahip olan jeopolitik olarak önemli devletleri tespit etmek. İkincisi, yaşamsal ABD çıkarlarını korumak ve geliştirmek üzere yukarıdakileri devre dışı bırakmak, birlikte karar vermek ve/veya kontrol etmek amacıyla belirli ABD politikaları geliştirmek ve küresel ölçekte, daha özel ABD politikaları arasında bağlantı kuracak daha kapsamlı bir jeostratejiyi kavramsallaştırmak. Kısacası ABD için Avrasya stratejisi, Amerika’nın eşsiz küresel gücünün kısa vadede korunması ve bunun uzun vadede kurumsallaştırılmış küresel işbirliğine dönüştürülmesi şeklindeki iki Amerikan çıkarını koruyarak jeostratejik açıdan dinamik devletlerin ve jeopolitik katalizor devletlerin dikkatle ele alınmasını içerir.”[6]
Brezezinski’nin belirttiği gibi ABD küresel gücünün devamı ancak, potansiyel rakiplerin saf dışı bırakılması ya da birlikte hareket edilmesi ile mümkündü. Böylece rakipler üzerinde sürekli kontrol sağlanacaktı. Bununla birlikte, kolonileşme, manda, himaye ve buna benzer doğrudan ya da dolaylı meşru olmayan yönetim biçimleri ya da müdahale yöntemleri uluslararası örgütler tarafından yasaklanmıştı. Buna rağmen, ABD hangi dönemde olursa olsun kendi çıkarlarını sisteme paralel bir hale getirmiş ve Brezezinski’nin belirttiği, egemenlik sistemini etkin bir şekilde uygulamıştır. ABD gücünü artırdıkça sisteme olan hakimiyeti de artmıştır. Fakat sistemde köşeye sıkıştırıldığında ise Japonya örneğinde olduğu gibi, oldukça sertleşmiştir. Bunun ana nedenini Beril Dedeoğlu şöyle açıklamaktadır: “Oyuncunun hâkimiyet yoğunluğu azalmaya başladığında ve rakipleri güçlenip onun hareket olanaklarını daralttıklarında, bu oyuncunun bir yandan giderek sertleşmesi, öte yandan müttefik sayısını artırma çabasına girmesi ve "pax" modellemesini güçlendirmesi söz konusu olmaktadır.”[7]

Bu başına buyruk egemen sitemin en önemli unsuru güçtür. Bu gücün devam ettirilebilmesi ise temel amaçtır. ABD’nin elinde bulundurduğu bu gücü elde etmek isteyenlere karşı sürekli tetikte olması gerekmektedir. Bu gücün bir mücadele sonucunda korunması ABD’ye yeni dönemi kendi istediği şekilde oluşturma fırsatı tanımaktadır. Bu nedenle ABD tarihinde hiçbir zaman bir güç dengesi sistemine katılmamıştır.[8] Kurulduğu ilk günlerde, Avrupa’nın sömürgeci imparatorluklarına karşı, tecrit politikası izleyen ABD, o günlerde bu güç dengesine girmeyi zaten reddetmişti. II. Dünya Savaşı’nda ise güç dengeleri zaten tamamen alt üst olmuştu. 1917’den bugüne, varolan uluslararası sistemlerin hemen hepsinin altında ABD imzası vardır ve ABD oluşturduğu sistemlerin sorun çözücüsü olarak bugüne kadar hakimiyetini devam ettirmiştir.

Önceden de belirtildiği üzere, genel olarak Birleşik devletlerin çıkarlarına hizmet eden bu müdahaleler, hiçbir zaman uluslararası kamuoyuyla ABD’yi karşı karşıya getirmemiştir. Bunun ana nedeni operasyonlarda halkın rızasının olmasıdır, yani operasyonların meşru olmasıdır. Fakat II. Dünya Savaşı’ndan günümüze, müdahaleler giderek daha fazla tepki toplamaya başlamıştır. Bu durumun sebebi, ABD’nin etki alanın ve hâkimiyetinin artması sonucu meşrulaştırma çabasının azalmasıdır. Bununla birlikte hakimiyeti tehdit eden güce karşı destek şarttır. Bu nedenle alınan kararlarda ittifak güçlerinin rızasına önem verilir. Aynı mantıktan hareketle mutlak hakimiyette desteğe ihtiyaç olmadığından yapılan hareketlerde meşrulaştırma gayesi yoktur. Yüzyılın başından günümüze ABD’nin müdahalelerinde meşrulaştırma çabası giderek azalmaktadır. Artan hakimiyet beraberinde aşırı duyarlılık getirince, bir süre sonra kendi algılaması en önemli meşruiyet kaynağı haline gelmiştir. Ancak 11 Eylül gibi başlıca süreçler ABD’nin varlığını, yapmış olduğu ya da yapacağı tüm müdahaleleri (ekonomik, siyasi, askeri) uluslararası kamuoyunda meşrulaştırmaktadır.

b. Halkların Özgürleştirilmesi

ABD dış politikası liberal temellere dayanmaktadır. Bu politikanın gerçekleşmesi için uygulanan realist politikalar her ne kadar bazı çelişkilere neden olsa da “…Amerika’nın nihai hedefi demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal düzen olarak görmektir.”[9] Özgür olmayan toplumlarda hukuk anlayışının bulunmadığı düşünülürse, bu devletlerin ABD’nin potansiyel hedefi haline gelmesi kaçınılmazdır. Pareto’nun ‘elit teorisinde’ değindiği özgürlük denklemi, ABD’nin dış politikaya bakışını önemli ölçüde etkilemiştir. Pareto’ya göre insanlar özgür olmak zorundadır. Özgürlük bir gereklilik değil bir mecburiyettir. Özgür olmayanların da özgürleştirilmesi gerekir. Çünkü, özgür olmayan toplumlar hiçbir zaman barışçıl kalamaz ve bir gün mutlaka özgür toplumların özgürlüğünü tehdit ederler.[10] Pareto’nun bu fikirleri özgürlüğü dolayısıyla barış ve huzuru ön plana çıkardığı düşünülse de, bu denklemin sınırları netleştirilmediğinden, uygulamada bir çok soruya ve soruna neden olabilmektedir. Örneğin, ABD ne zaman ve hangi toplumların özgür olmadığını düşünmektedir? Bu toplumların kendi iradeleri ne kadar önemlidir? Özgür olmamakta bir özgürlük değil midir? Kendi özgürlüğünü özgür olmamak yönünde kullanan bir halkı özgürleştirmek özgürlüğe bir müdahale değil midir?

Sorular ve sorunlar ne kadar fazla olursa olsun bu egemen gücü dengeleyecek başka bir güç olmadığı sürece soruların yanıtı ve sorunların çözümü önemsenmeyecektir. Hakim gücün algılamaları, özgürlüğün sınırlarını belirleyecektir. Bununla birlikte, istikrarı korumaya yönelik, koşulsuz özgürleştirme çabaları istikrarsızlığın ana kaynağı haline de gelebilmektedir. Beril Dedeoğlu bu istikrarsızlaşma süreciyle alakalı olarak şöyle bir sistematik geliştirmiştir. “Davranışlarına ve uluslararası sistemin işleyiş biçimine meşruiyet kazandırma beklentisindeki her uluslararası büyük güç, sisteme bir model önermiştir. Bu model, kendisi bakımından saptanmış olmakla birlikte, mutlaka insanlığın geleceğine yönelik istikrar unsurları taşıyan "pax" önermeleri taşımaktadır. Büyük güç, dünyayı çatışmalardan, istikrarsızlıklardan, fakirlikten, vs. koruyacak bir "pax" kuracağını, kurulan pax'ın özgürlük, uygarlık, kardeşlik ve hatta eşitlik sağlayacağını ve insanlığı "barbarlardan" temizleyerek bunların mümkün kılınacağını ileri sürer. Diğer bir ifâdeyle hâkim güç, kendi tanımladığı barbar toplumlara özgürlük ve uygarlık getirmek adına mecburen caydırıcı araçlara başvurmakta ve bu yolla onların daha barbar olmalarını önlemektedir. Farklı türde ve çok sayıdaki oyuncunun birbiriyle uyumsuz talepleri arttıkça sertleşen rekabet ortamlarının, genel ve küresel istikrarsızlıklara yol açtığı açıktır. Söz konusu türden ortamların bertaraf edilmesi sırasında da, lokomotif etki yaratacak büyük ve birbirleriyle dengeli ilişkiler kurmuş güçlere ihtiyaç doğmakta, ancak lokomotif güç egemen güce dönüşmeye başladığında, istikrarsızlıkların kaynağı durumuna düşebilmektedir.”[11]

20.yüzyılda başlayıp bugünlere kadar gelen bu müdahaleci zihniyet, özgürlük adına, birçok özgürlüğü yok etmiştir. Yok edilen özgürlüklerine yeniden kavuşmak için mücadele eden her halk, hangi coğrafyada olursa olsun ABD müdahalesine maruz kalmıştır. Hiçbir halk ABD ile uyumlu olmadığı sürece kendi arzuladığı özgürlüğü yaşayamamıştır. ABD’nin uygun gördüğü standartlardaki özgürlük anlayışı ise sadece demokratik tabana sahip toplumlarda tutunabilmiştir. Diğer toplumlarda ise bu standartlar, tabanı olmadığı için tepkilere, toplumda kırılmalara ve düzensizliğe neden olmuştur. Bu kaos ortamı da yeni krizleri dolayısıyla ABD müdahalesini getirmiştir.

c. Sürdürülebilir Üstünlük Politikası ve Kriz

ABD’nin 20.yüzyıl’da artan gücü, etki alanının çok geniş bir coğrafyaya yayılmasını sağlamıştır. Genişleyen etki alanı beraberinde artan bir duyarlılık getirmiştir. 20.yüzyıl sonlarına gelindiğinde ABD tüm dünyayı kapsayan bir etki alanına sahipti. Bu alan ABD ile uyuşamayan ABD’ye tehdit oluşturabilecek devlet ya da yöneticilerin ortadan kaldırılması ya da bu ülkelerle işbirliğine gidilmesi yoluyla sağlanmıştı. Uyumsuz devletler ya da hükümetler tehlikeye dönüşmeden önceden müdahale edilerek tehdit ortadan kaldırılıyordu. Tüm müdahaleler kuralına uygundu. Hepsinde kriz ortamının meşrulaştırdığı bir ABD vardı. ABD tehdidi ortadan kaldırdıktan sonra istediği sistemi uygulayabiliyordu. ABD’nin uyguladığı müdahale sistemi ’sonuçları’’ itibariyle iki temel unsur üretiyordu:

1- ABD’nin sürdürülebilir üstünlüğü,
2- Sürekli kriz ortamı

Philip S. Golub Le Monde Diplomatigue’teki yazısında ABD’nin sürdürülebilir üstünlük-kriz politikasını ve bunun sonuçlarını şu şekilde eleştirmektedir. “Birleşik Devletler, işbirliğinden çok silahların gücüyle elde etmeyi umduğu güvenliğin peşinde, kimi zaman yalnız, kimi zaman da tek taraflı ve ulusal çıkarların tüm ayrıntısıyla belirlendiği geçici koalisyonlarla birlikte hareket ediyor. Güney ülkelerinde şiddetin kendini yinelemesine ortam sağlayan ekonomik ve sosyal sorunlarla mücadele etmek yerine, bu ülkelere asker göndererek söz konusu bölgeleri daha da istikrarsız hale sokuyor. Birleşik Devletler'in amacının toprak kazanmak değil, kontrolü ele geçirmek olması büyük bir farklılık oluşturmamakta, çünkü “iyiliksever” yada “kararsız” emperyalistlerin yaklaşımı da en az diğerlerinin ki kadar emperyalist. Brezezinski ve birçok Amerikalı strateji uzmanına göre, Amerika'nın amacı, ‘bize bağımlı olanları sürekli bağımlı kılmak, uysal olmalarını ve korunmalarını sağlamak ve barbarların kendi aralarında birleşmelerini önlemek olmalıdır’.”[12]

Bu, ABD’nin müdahale tarzıdır. Eğer ABD’nin amacı rejimi yıkmaksa, bölgesel ya da, yerel ittifaklar kullanmaktadır. Düşman rejimin gücüne ve ittifakların kapasitesine göre verilen destekler değişmektedir. Eğer yapılan yardımlar gerekenden fazla ise uzun vadede yerel ya da bölgesel ittifaklar aşırı derecede güçlenmektedir. Böylece, kriz sirkülasyonu, sağlanan yardımlarla ileride kendi benliğini kazanıp ABD’nin karşısına çıkmaktadır. Şayet yıkılması düşünülen rejim yerel ittifak güçlendirilmeden yok ediliyorsa, güçsüz yerel ittifakın oluşturacağı yeni rejim sürekli halk tarafından ya da eski yöneticiler tarafından tehdit edilmektedir.

Müdahaleyi öngören kriz ve sürdürülebilir üstünlük politikası amaçlanan bir hedeften çok, sonuçlar açısından ortaya çıkan bir durumdur ve bu politikaların ortaya koyduğu sonuçlar demokratik toplumlarda ve totaliter toplumlarda farklı olaylara neden olmuştur. Bu bilgiler ışığında 1917’den günümüze ABD müdahaleleri incelendiğinde, ortaya yedi temel özellik çıkmaktadır. ABD’nin tehdit algılamalarına paralel olarak müdahale edilen ülkeler;

1- Varolan uluslararası sistemi benimsememektedirler,
2- Arzuladıkları sistemle, global ya da bölgesel bir tehdit oluşturabilmektedirler,
3- Gerçekleştirdikleri eylemlerle, ABD müdahalesini meşrulaştırmaktadırlar,

4- Tehditleri saf dışı bırakan sistemler yeni krizlere neden olmaktadır (Japonya istisnadır),
5- ABD ile uyumlu bir rejim oluşturulana kadar, müdahale devam etmektedir,
6- Halkların özgürleştirilmesi yeterli bir bahane olarak görülebilmektedir.

ABD’nin sürdürülebilir üstünlük politikası ve yarattığı kriz ortamı şu somut örneklerle daha net ifade edilebilir :

ÖRNEK I :
Düzen: 19. Yüzyıl Sonu
Tehdit Eden: Almanya
Müdahaleyi Meşrulaştıran: Avrupa
Sonuç: I. Dünya Savaşı
Çözüm: Wilson Prensipleri
Yeni Kriz: Milliyetçilik

ÖRNEK II :
Düzen: I. Dünya Savaşı Sonrası
Tehdit Eden: Almanya-Japonya
Müdahaleyi Meşrulaştıran: Pearl Harbour
Sonuç: II. Dünya Savaşı
Çözüm: ABD Temelli Yasalar
Yeni Kriz: Berlin Buhranı

ÖRNEK III :
Düzen: II. Dünya Savaşı Sonrası
Tehdit Eden: Sovyetler
Müdahaleyi Meşrulaştıran: Komünist Yayılma
Sonuç: Soğuk Savaş
Çözüm: Yeşil Kuşak
Yeni Kriz: Radikal İslam ve Global Terör

ÖRNEK IV :
Düzen: Soğuk Savaş
Tehdit Eden: İran
Müdahaleyi Meşrulaştıran: İran İslam Devrimini Yayma
Sonuç: İran-Irak Savaşı
Çözüm: Irak’a Destek
Yeni Kriz: Irak

ÖRNEK V - a :
Düzen: Soğuk Savaş Sonrası
Tehdit Eden: Irak
Müdahaleyi Meşrulaştıran: Kuveyt
Sonuç: Irak’ın Kuvet’i İşgali
Çözüm: I. Körfez Savaşı
Yeni Kriz: Orta Doğu’da gerginlik

ÖRNEK V - b :
Düzen: Soğuk Savaş Sonrası
Tehdit Eden: Terörizm
Müdahaleyi Meşrulaştıran: 11 Eylül
Sonuç: Afganistan Operasyonu
Çözüm: Afganistan’ı Yeniden Yapılandırma
Yeni Kriz: Afganistan’da gerginlik

ÖRNEK VI :
Düzen: 11 Eylül
Tehdit Eden: İran-Irak-Kuzey Kore
Müdahaleyi Meşrulaştıran: Terörizme Destek-Nükleer Silah-Özgürlük
Sonuç: II. Körfez Savaşı
Çözüm: Irak’ı Yeniden Yapılandırma
Yeni Kriz: Irak’ta İç Savaş

2. ABD’nin Müdahale Mantığını Meşrulaştıran Somut Süreç : 11 Eylül 2001

Dünya Soğuk Savaşın bitişine sevinememişti. Eski Sovyet Bölgelerinde ardı ardına patlayan krizler yeni çözümler beklemekteydi. Herkes tek kalan bir süper gücün yeni krizler karşısında neler yapacağını bekliyordu. Zira, Sovyetlere karşı gücünü korumayı başaran ABD sistemi yeniden yapılandıracaktı. Fakat dönem, konvansiyonel savaş sonrası bir süreç değildi. Yeni düzenlemelerin yapılmasını ve sistemin gözden geçirilmesini gerektirecek global bir tehdit yoktu. Samuel Huntigton ise aynı fikirde değildi, ona göre, medeniyetler arasındaki bir çatışma tüm dünyayı global bir krize sürükleyebilirdi. Batılı ve Batılı olmayan arasındaki bu mücadele tüm dünyayı içinden çıkılmaz bir sürece sokabilirdi.

Zihinler tam bu sorudan kurtulmuştu ki 11 Eylül terör eylemi gerçekleşti. İddialara göre bazı El-Kaide militanları, liderleri Usame Bin Laden’in emriyle kaçırdıkları uçaklarla ABD’nin egemenlik sembollerini vurmuştu. Dünya büyük bir şoktaydı. Başkan Bush, Afganistan’ı, El-Kaide’yi ve liderini barındıran Taliban yönetimini direkt hedef olarak gösteriyordu. Bush, ABD’nin terörle olan savaşında safları şöyle belirliyordu: ‘Bizimle olanlar ve teröristler.’ Bu saflaşmaya kimse karşı çıkamıyor ve dünya her geçen gün Bush’un yeni bir açıklaması ile sarsılıyordu. Şer ekseni benzetmesi ile zihinlere yeni hedefler kazınıyordu; İran, Irak ve Kuzey Kore gibi. Ayrıca Bush’un ‘Haçlı seferi benzetmesi’ amacını aşan bir açıklamadan ya da bir gaftan çok adrese teslim bir mektup gibiydi.

ABD’nin yeni hedefi, otoriter yönetimler tarafından İslam ülkelerine demokrasi getirmekti, bir başka deyişle, ABD’nin asıl amacı, Orta Asya ve Ortadoğu’daki uyumsuz devletleri kendisiyle ılımlı hale getirmekti. Bu operasyonlar yapılırken bir yandan da Çin ve İran’ın çevrelenmesi tamamlanacaktı. Bu amaçla 7 Ekim 2001 tarihinde Afganistan operasyonu başlatıldı. Sovyetlere karşı, ABD ile aynı saflarda savaşan Afganistan şimdi yeni tehdidin merkezi idi. SSCB'ye karşı yürütülen mücadelenin sona ermesiyle birlikte, Afgan savaşı sırasında Mücahitlerin eğitimi ve barınması için oluşturulan kampların bir çoğunun kapandığı, geriye kalanların ise ülkelerine dönemeyen eski ve yeni nesil Mücahitler tarafından kullanılmaya başlandığı, böylelikle Afganistan'ın, radikal İslamcı terörün dünya'ya yayıldığı, sığınma ve eğitim merkezlerinden birisi haline geldiği bilinmekteydi. Yeni ittifak Kuzey Cephesi idi. İki ay gibi kısa sayılacak bir sürede operasyon tamamlanmış ve Hamid Karzai başa getirilmişti.

Bundan sonraki ilk hedef Irak idi. Irak’la ilgili çeşitli iddialar gündemi işgal etmeye başlamıştı. Irak, El-Kaide ilişkisi ispatlanmaya çalışılmış, fakat bu ispatlanamayınca Irak’ın nükleer silahlara sahip olduğu gündeme getirilmişti. ABD sert bir üslupla Saddam’dan tüm nükleer silahları imha etmesini istiyordu. Silah denetçilerini dışlayan Saddam, savaş tehdidi nedeniyle, kapısını tekrar silah denetçilerine açmak zorunda kalıyordu. Bu arada ABD yetkilileri bölgede bulundukları temaslarla, ülkelerden operasyon için destek istiyordu. ABD operasyonu yapmaya karalıydı ancak yine de operasyona meşruluk kazandırmak amacıyla BM güvenlik konseyinden bir karar çıkartıyordu. (Silah denetçilerinin nükleer silah bulması meşru savaş sebebi sayılacaktı) Bununla birlikte, ABD ve İngiltere bölgeye asker yığmaya devam ediyordu. Barzani ve Talabani, Irak Operasyon’unun iki kilit ittifakı olarak görülüyordu. Operasyon tartışmaları BM’in, NATO’nun ve AB’nin tüm yapısını alt üst ediyordu. Soğuk Savaş sonrası, ABD çabaları ile birleşen Almanya, ABD karşında yeniden bir güç ittifakı ile karşı tavır sergiliyordu. Denetçiler ülkede hiçbir nükleer silah belirtisine rastlayamadıklarını vurguladıkları dönemde, gündem Saddam’ın ne kadar meşru olduğu sorusuyla ilgilenmeye başlamıştı. Uluslararası kamuoyu silah denetçilerinin raporu, barış girişimleri ile meşgulken 16 Mart tarihinde ABD, Saddam ve ailesine Irak’tan ayrılmaları için 48 saat tanıyordu. Sürenin dolmasına saatler kala II. Körfez Savaşı başlıyordu.

Aslında, ABD’yi 11 Eylül sürecinden II. Körfez Savaşına getiren sebepler yeni değildi. I. Dünya Savaşı’ndan bugüne ABD’nin taleplerinde sürekli değişmeler olduysa da arzusu hep aynı kalmıştı uluslararası sistemi şekillendirebilmek. Bu hedefte karşısına çıkan rakipleri yenmesi, onun sadece sistemi korumasına yardımcı olmamış, aynı zamanda sistemde yeni düzenlemeler yapmasına da fırsat tanımıştı. Fakat, ABD rakiplerini yok ederken kullandığı ittifaklar, çözümler ve oluşturulan yeni düzenler, hesapta olmayan birçok sorunu da beraberinde getirmişti. Bu açıdan 11 Eylül sürecindeki bu iki ABD operasyonun kısa vadede Ortadoğu ve Orta Asya’da istikrar sağlasa da, orta ve uzun vadede yeni krizlerin habercisi olduğunu dile getirmek yanlış olmasa gerek.

3. ABD’nin Sürdürülebilir Üstünlük Politikası : İkinci Irak Müdahalesi

İkinci Körfez Savaşı’nın aslında George Walker Bush’un başa gelmesiyle başladığı söylenebilir. Clinton’dan sonra Amerikan yönetiminin başına gelen George Walker Bush’un oluşturduğu kabinede Powell, Rumsfeld, Cheney gibi babasının kabinesinde yer almış isimler bulunuyordu. Bush yönetiminin iktidara yerleşmesinden sonra dış politikada Çin ile yaşanan gergin ilişkiler ve Avrupa ile yaşanan kısa süreli ilişkiler dışında çok önemli bir olay gerçekleşmemişti. Ancak ABD’nin tarihinde yaşadığı en önemli olaylardan biri olan 11 Eylül saldırıları ile dünya siyaseti yeni bir dönemece girmişti. Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan bu saldırılar bütün dünyanın teröre bakışını değiştirmişti.[13] Bu saldırılardan El-Kaide örgütü ve onun başı Usame Bin Ladin sorumlu tutulmuş, Afganistan’daki Taliban yönetiminden Usame Bin Ladin’i isteyen ABD olumsuz yanıt almış [14] ve Afganistan’a operasyon kararı vermiştir. Afganistan’a düzenlenen operasyon esnasında ABD; Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan’a üs kurarak bu bölgelerdeki etkinliğini arttırmış ve Orta Asya bölgesinde rahat bir yerleşim sağlayabilmiştir.

Amerikan Başkanı Bush, 11 Eylül saldırıları ve Afganistan’a yapılan askeri müdahale ile eşzamanlı olarak Ulusal Güvenlik Stratejisi ve Bush doktrini şeklinde anılan bir belgeyi sunmuştur. Eylül 2002 tarihli “ABD'nin Ulusal Güvenlik Stratejisi” başlıklı 31 sayfalık belge, 9 ana başlık ve bir giriş metninden oluşmaktadır.[15] Bu belgeye göre, ABD'nin öncelikli ulusal stratejisi, özgür ve demokratik yönetimlerin kurulması konusundaki çabaların uluslararası örgütlerin desteği ile sağlanmasıdır. Bu stratejide, düşmanı bertaraf ederek dünya gücü olması nedeniyle özgürlük, özellikle de ekonomik özgürlük konusunda kendisini dünyadan sorumlu bir aktör olarak ilan etmesiyle birlikte ABD, öncelikli tercihlerini çok da ayrıntılı olmayan alt başlıklar içinde sıralamıştır. Dünyanın bütününe farklı ilişki türleriyle de olsa yayılmış her küresel oyuncu, istikrarsızlıklardan doğal olarak sorumludur. Açıklanan strateji ile önleyici vuruş çerçevesinde ABD, dünyanın birçok yerine kendi başına müdahale edebileceğini vurgulamıştır.[16] Bu stratejiye göre;

-terörizmi destekleyen ya da terörist olanlar, -kız çocuklarını okutmayanlar (Müslüman toplumlar),
- totaliter rejimler (belirli bir ideoloji çerçevesinde örgütlenmiş tek parti rejimleri),
- tehlikeli teknoloji kullananlar (kimin için tehlike oluşturduğu bilinmese de, burada
kastedilen kitle imha silâhları bulunduran bazı kişi ve devletlerdir),
-radikal topluluklar,
-ve tüm bunlara yardım edip kolaylık sağlayanlardır.[17]

Bush doktrini diye adlandırılan doktrin ise temel olarak şu amaçları gütmektedir:
-Terörizme karşı açılan savaşı kazanmak, terör şebekelerini, saldırgan devletleri ve teknolojiyi birbiri ile ilintili olarak tanımlamak,
-Dünyanın diğer güçleriyle iyi ilişkiler kurmak,
-Tüm dünyada özgür ve açık toplumları teşvik etmek.

Doktrinin şekillendiği unsurlardan biri olan Ulusal Güvenlik Stratejisi 3 temel öğeyi barındırmaktadır:

Önleyici Müdahale: ABD terör tehditlerini, bölgesel çatışmaları ve silahlanmanın yayılmasını önlemek amacıyla; diplomasi, kanun yaptırımı, silah denetimi ve ihracat kontrolü gibi stratejileri aktif bir biçimde kullanmayı planlamaktadır.
Önceden Müdahale: Terör tehlikelerine ve saldırgan olabilecek haydut devletlere karşı önceden güç kullanma anlamına gelen bu kavram, Bush Doktrininin temel taşıdır. Buna göre sadece acil durumlarda güç kullanma anlayışı geçerliliğini yitirmiştir.
Savunma: ABD hiçbir gücün kendisine meydan okuyamayacağı bir askeri güce sahip olmalıdır. Bu doğrultuda ABD, füze savunma sistemi ile savunma kapasitelerini artırarak hem kendisini hem de müttefiklerini daha iyi koruyabilecek hale gelecektir.[18]

Bu doktrin ve Ulusal Güvenlik Stratejisi ile; ABD’nin Irak’a yapacağı askeri bir müdahale Amerikan halkı nezdinde yasallaştırılmak istenmiş ve gerekirse ABD’nin bu müdahaleyi tek başına yapabileceği belirtilmiştir. ABD’nin Güvenlik Stratejisi’nde Irak’ın telaffuz edilen birçok özelliği içinde barındırması doktrinin hedef aldığı kitleyi göstermesi açısından ilgi çekicidir. Ancak doktrinde, kız çocuklarını okutmayanları dahi terörist kategorisine sokan ABD başta İran olmak üzere birçok Müslüman ülkeyi de hedef kitlesi haline getirmiştir. Aynı zamanda totaliter rejimler, tehlikeli teknoloji kullananlar gibi kimin hedef alındığı ya da alınacağı net bir şekilde belirtilmeyen bir ifadeyle birçok ülke de ABD’nin saldırı tehdidine maruz kalabilecek duruma getirilmiştir. Daha önceden Şer Ekseni diye adlandırdığı İran, Irak ve Kuzey Kore gibi ülkelere[19] ve sistemini kendisine uygun görmediği birçok devlete karşı politikalarını artık daha yasal bir zeminde ve daha rahat ve tehditkar kelimeler kullanarak ifade edebilecekti.

ABD’nin Irak’a düzenlediği müdahalenin temelleri çok daha öncelere dayanmaktadır. ABD’de önem arz eden bir grup, dönemin Amerikan Başkanı Clinton’a bir mektup yazarak şu ifadeleri kullanmıştır:
26 Ocak 1998
Sayın Başkan,
Size (bu mektubu) yazmamızın nedeni, Irak'a yönelik mevcut ABD politikasının başarısız olması ve yakın bir gelecekte Ortadoğu'da, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden bugüne değin gördüklerimizden çok daha ciddi bir tehditle karşılaşmamız ihtimalidir. Yakında yapacağınız Birliğin Durumu konuşmanızda, bu tehdide yanıt verecek açık ve kararlı bir eylem planı ortaya koyma fırsatınız bulunmaktadır. Bu fırsatı kaçırmamanızı ve ABD'nin ve bütün dünyadaki dost ve müttefiklerinin çıkarlarını koruyacak yeni bir stratejiyi kesin bir dille açıklamanızı ısrarla tavsiye ediyoruz. Bu strateji her şeyden önce Saddam Hüseyin rejiminin iktidardan uzaklaştırılmasını hedeflemelidir. Bu zor, ancak gerekli girişim için gereken her türlü desteği vermeye hazırız. Aylardır, Saddam Hüseyin'in 'çevrelenmesi' stratejisi sürekli aşınmaktadır. Son olayların da gösterdiği üzere, Saddam Hüseyin'in BM denetçilerini engellediği durumlarda, BM yaptırımlarını sürdürmek veya Saddam'ı cezalandırmak için Körfez Savaşı müttefiklerimize bağımlı kalmaya artık devam edemeyiz. Saddam Hüseyin'in kitle imha silahları üretmemesini sağlama imkanımız ciddi şekilde azalmıştır. Sonuçta top yekun denetim başlasa bile -bugün bu ihtimal çok zayıftır- Irak'ın kimyasal ve biyolojik silah üretimini denetlemenin imkansız değilse de çok zor olduğu tecrübe ile sabittir. Denetçilerin birçok Irak tesisine uzun zamandır girememiş olmaları, Saddam'ın bütün sırlarını açığa çıkartabilmeleri ihtimalini zayıflatmaktadır. Sonuç olarak, pek uzak olmayan bir gelecekte, Irak'ın bu silahlara sahip olup olmadığı hususunda makul bir yargıya varmamız mümkün olmayacaktır. Bu belirsizlik, kendi başına, bütün Ortadoğu'da ciddi istikrarsızlık unsuru olacaktır. Saddam'ın kitle imha silahlarını fırlatma imkanına kavuşması durumunda -bu mecrada devam ettiğimiz takdirde bu imkana kavuşması hemen hemen kesindir- bölgedeki Amerikan birliklerinin, İsrail gibi müttefiklerimizin ve dostlarımızın güvenliğinin ve dünya petrol arzının önemli bir bölümünün tehlikeye sokulacağını ilave etmeye gerek bulunmamaktadır. Sizin tarafınızdan da doğru bir şekilde açıklandığı üzere Sayın Başkan, 21. yüzyılın dünyasının güvenliğini büyük ölçüde bu tehditle ne şekilde başa çıkacağımız belirleyecektir.
Tehdidin büyüklüğü dikkate alındığında, koalisyon müttefiklerimizin sarsılmamaları ve Saddam Hüseyin'in işbirliği yapması temelindeki mevcut politika, tehlike arz edecek ölçüde yetersizdir. Kabul edilebilir tek strateji, Irak'ın kitle imha silahlarını kullanmasını veya kullanma tehdidinde bulunması ihtimalini bertaraf edecek bir stratejidir. Bunun yakın vadedeki anlamı, diplomasi belirgin bir şekilde başarısız kaldığı için, askeri harekat yapmayı kabullenmektir. Uzun vadedeki anlamı ise, Saddam Hüseyin'in ve rejiminin iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Amerikan dış politikasının bundan sonraki hedefi bu olmalıdır. Bu hedefi ortaya koymanızı ve yönetiminizin (hükümetinizin) dikkatini Saddam Hüseyin'in iktidardan uzaklaştırılmasını sağlayacak bir stratejiye yöneltmenizi şiddetle tavsiye ediyoruz.
(Strateji), birbirinin tamamlayıcısı olacak diplomatik, siyasi ve askeri çabaların sarf edilmesini gerektirecektir. Bu politikanın uygulanmasının zorluklarını ve tehlikelerini bilmekle birlikte, bunu yapmamanın yaratacağı tehlikelerin çok daha büyük olacağına inanıyoruz.

BM Güvenlik Konseyi Kararları'nın, Körfez Bölgesi'ndeki hayati çıkarlarımızı korumak için, askeri seçenek de dahil olmak üzere, ABD'ye gerekli önlemleri alma hakkı tanıdığını düşünüyoruz. Her hal ve karda, Amerikan politikası, BM Güvenlik Konseyi'nde oydaşma (konsensüs) sağlanması hususundaki yanlış ısrarla felce uğratılmamalıdır. Size (kati ve) kararlı şekilde harekete geçmeyi şiddetle tavsiye ederiz. ABD ve müttefiklerine yönelik kitle imha silahı tehdidini bertaraf etmek için harekete geçtiğiniz takdirde, ülkemizin en hayati ulusal güvenlik çıkarları doğrultusunda hareket etmiş olacaksınız. Zayıflık ve rehavete dayanan bir davranışa sürüklendiğimiz takdirde, çıkarlarımızı ve geleceğimizi riske sokacağız.

Saygılarımızla.Elliot Abrams , Jeffrey Bergner, Francis Fukuyama, William Kristol, Donald Rumsfeld, Paul Wolfowitz, Richard L. Armitage, John Bolton, Robert Kagan, Richard Perle, William Schneider, R. James Woolsey, William J. Bennett, Paula Dobriansky, Zalmay Khalilzad, Peter W. Rodman, Vin Weber, Robert B. Zoellick[20]

Bu mektubu yazanlara dikkatle bakıldığında ABD’de operasyonun çok önceden planlanmış olduğu anlaşılacaktır. Francis Fukuyama “tarihin sonu”nu ilan ettikten sonra böyle bir mektuba imza atarak tarihin çok daha farklı bir yerinde olduğunu göstermiştir. Robert Kagan ABD’nin hegemonik gücü üzerine yazdığı makalelerle bilinen bir kişidir. Donald Rumsfeld ve Paul Wolfowitz gibi isimler günümüz Amerikan yönetiminin önemli isimlerinin ve düzenlenen operasyonun fikir babalarının başında gelmektedir. Bu da Irak’a düzenlenen askeri operasyonun aslında 11 Eylül saldırılarından çok öncelere dayandığını göstermektedir.

Müdahaleden önce uluslararası toplumun özellikle de Avrupa devletlerinin desteğini almaya ya da en azından gelebilecek tepkiyi en aza indirmeye çalışan Amerikan yönetimi; silah denetçilerini yeniden ülkeye çağıran Saddam yönetiminin çağrısını dikkate alarak Birleşmiş Milletler Silah Denetçileri Komisyonu’nu yeniden Hans Blix başkanlığında harekete geçirmiş, bu çabalar Muhammed El-Baradey başkalığındaki BM Atom Enerjisi Kurumu tarafından da takip edilmiştir. Silah denetçileri yayınladıkları raporlarda Irak’ta şüphe çeken unsurların varlığına rağmen kitle imha silahlarına ait çok somut delillere rastlamadıklarını dile getirmişlerdir. Özellikle de 2 Şubat 2003’te silah denetçilerinin sunduğu raporda benzer ifadelerin kullanılması üzerine dönemin Amerikan Dış İşleri Bakanı Donald Rumsfeld BM Güvenlik Konseyi üyelerine yapılacak müdahale için kararın çıkarılması gerektiğini, bunun olmaması durumunda ABD’nin tek başına hareket edeceğini belirtiyordu.[21]

Avrupa kıtasında ise ABD’nin Irak’a yönelik politikasını şiddetle eleştiren Fransa’nın yanında Almanya ve daha az bir oranda olmak üzere Belçika’nın sorunu daha barışçıl yollarla çözme ve BM silah denetçilerinin kesin kararının beklenmesi yönündeki tavrına rağmen özelikle İngiltere ABD’nin politikalarını açık şekilde destekleyici bir rol üstlenmiş ve ABD’ye başta politik ve askeri olmak üzere her türlü desteği açık şekilde vereceğini belirtmişti. Özellikle Fransa’nın muhalif tutumu BM Güvenlik Konseyi’nde de devam etmiş ve Fransa dünya savaş karşıtı kesimin adeta temsilcisi konumuna gelmiştir. Müdahale için 1441 sayılı BM kararının yeterli olacağını ve yeni bir karara gerek olmadığını belirten ABD, İngiltere ile birlikte Avrupa’da oluşan muhalefeti önemsememe yönünde tavır almıştı.

Bu esnada NATO da örgüt tarihinin en derin anlaşmazlıklarından birini yaşamıştır. Avrupalı bir takım güçlerin örgütün lokomotif gücü sayılabilecek ABD’yle sürtüşme içinde olması ve Avrupa devletlerinin kendi ekonomi, güvenlik ve siyasetini belirlemede ABD’den daha bağımsız bir yapılanma ve uluslararası düzen istekleri Avrupa kıtasının ABD’den kopmasının temel göstergeleri olmuştur.[22] Şubat ayı boyunca süregelen kriz, özellikle Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması hususunda bu ülkeye yerleştirilmesi hedeflenen Patriot bataryalarına ilişkin olarak Fransa, Almanya ve Belçika’nın olumsuz oy kullanmalarını takiben daha kesin ve derin bir hal almıştır. NATO örgütünün kurucu anlaşmasının 4. maddesi gereğince güvenliğinin teminini isteyen Türkiye’nin bu istekleri ABD politikalarıyla uyumlu olmasına rağmen alınması planlanan karar veto engeline takılmış ve bu sorun ancak Almanya ve Belçika’nın ikna edilmesiyle Fransa’nın yer almadığı NATO’nun Savunma Planlama Komitesi’nde halledilebilmiş ve en erken 20 gün, en geç bir ay içinde Türkiye’nin istediği savunma sisteminin konuşlandırılması kararlaştırılmıştı.[23]

NATO’daki bu tartışmalardan sonra Avrupa Birliği’ne üye devletler arasında çok daha derin bir sorun baş göstermiştir. Bu tartışmalar; Avrupa kıtasında AB ülkeleri arasındaki zihniyet farklılığının ulusal çıkarlarla uyuşmayınca ne kadar derinleşebileceği, ortak bir AB güvenlik ve dış politikası belirlemenin ne denli zor olduğu, Avrupa Birliği’nin ABD karşısında bir alternatif blok olarak doğabilmesi için henüz yeterli olgunluğa erişemediği ve ulus-devlet kıskacından kurtulup tek ve ortak bir duruşu ifade edebilecek bir anlayıştan uzak olduğu şeklindeki olumsuz düşüncelerin doğmasına neden olmuştur. AB içinde özellikle Fransa’nın ve Almanya’nın savaş esnasında kendi yaklaşımlarını AB’nin ortak politikasıymış gibi göstermeye çalışması birliğe üye İngiltere, İtalya, Danimarka, İspanya ve Portekiz ile üye olmaya hak kazanmış Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın ABD’nin yanında yer aldıklarını belirtmeleriyle AB’deki çatlak ve ayırım iyice su yüzüne çıkmıştır. NATO’da da yer alan bu güçlerin benimsediği bu ABD yanlısı politika AB ülkelerinin ekonomi alanında gösterdikleri bütünleşme başarısını siyasal ve askeri anlamda henüz gösteremediğini açık bir şekilde ortaya koymuştur.

Türkiye’nin yaşanan Irak krizi boyunca başlangıçta tüm barışçıl yolların denenmesini ve savaşa nihai çare olarak baş vurulmasını tavsiye eden bir politika izlemesi; ABD’nin saldırı için tavrını netleştirmesiyle daha farklı bir boyut kazanmış ve özellikle bazı askeri üslerin modernizasyonuna ilişkin 1. tezkerenin TBMM’den geçmesiyle ABD’nin Türkiye’ye taşıdığı askeri mühimmat sayısı artmış, aynı zamanda dönemin Dış İşleri Bakanı Yaşar Yakış ve Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan’ın ABD’ye yaptığı ziyaretler aracılığıyla Türkiye’nin isteklerinin ABD’ye iletilmesi yoğun bir diplomasi trafiğine yol açmıştı. Ancak 1 Mart’ta TBMM’de, Amerikan askerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmesine ilişkin 2. tezkere oylamasında 260 hayır ve 264 evet oyu ile yeterli sayının elde edilememesi özellikle Türkiye ve dünya genelinde hayretle karşılanmış ve Türkiye’nin böyle kritik bir olayda olumsuz bir karar çıkarması ile birlikte ABD, savaş ile ilgili planlarında Türkiye’siz bir alternatifi askeri ve siyasi alanda bulma arayışı içine girerek savaş stratejisinde yeni bir yapılanmaya girişmiştir. Bu esnada Türkiye’de Siirt’te ertelenen 3 Kasım seçimlerinin yapılmasıyla Adalet ve Kalkınma Partisi’nin genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın milletvekili olarak Meclis’e girmesi ve ardından başbakan olarak 59. Hükümeti kurması Türkiye’nin eş zamanlı olarak hem iç hem de dış politikada tarihinin en yoğun dönemlerinden birini yaşamasına yol açmıştır. Erdoğan’ın başbakan olarak seçilmesinden sonra askeri üslere ilişkin 3. tezkere Meclis’ten geçmiştir. Ancak, Türkiye’nin topraklarını kullanmadan Irak’a girmesi, ABD’nin Türkiye’ye ilişkin politikalarının değişip olumsuz bir niteliğe bürüneceğini gözler önüne sermiştir. Irak’ı tek başına işgale gücü yeten ve burada askeri üsler kurabilecek durumda olan bir ABD için Türkiye’nin özellikle Orta Doğu bağlamında öneminin azaldığı söylenebilir.[24]

ABD’nin bu operasyonu düzenleme sebeplerini irdelemekte fayda bulunmaktadır. Bu sebepleri siyasal, ekonomik, stratejik sebepler ve güvenliğe ilişkin sebepler olarak sıralayabiliriz. Siyasal anlamda ABD’nin temel amacı; Soğuk Savaş’ın bitişiyle belirmeye başlayan ancak bir türlü oturtulamayan “Yeni Dünya Düzeni”ni tam manasıyla şekillendirerek, bu düzenin temel unsuru, itici gücü olmak ve dünyada kuracağı hegemonik düzen içerisinde kendi sistemini ve anlayışını oturtmaktır. Çünkü, dünya 1991’den sonra sistemlerin birleşebilme sürecini tam olarak gerçekleştiremediği ve asimetrik tehdit kaynaklarının nitelik, nicelik ve önem olarak büyük ölçüde arttığı bir yapıyla yüz yüze kalmıştır. Bu gelişme ile birlikte bu düzenin başat unsuru olan ABD, kendisine rakip olabilecek bir alternatifin olmayışı sebebiyle tek süper güç adı altında dünya hegemonyasına talip olmaya başlamıştır.

Orta Doğu dünya ölçeğinde böyle bir düzenlemeye gitmek için en uygun yer olarak göze çarpıyordu. Çünkü bölge nispeten zayıf ve yapay olan yapısıyla dış müdahaleleri kolaylaştırmakta ve bölgesel rejimlerin devamını küresel aktörlerin tercihine bırakmaktadır.[25] Dolayısıyla ABD’nin yeniden şekillendirme politikasının ilk durağı olarak karşımıza Irak çıkmaktadır. Bununla birlikte ABD kendi rejimine ters düşen ya da kendisine tehdit olabileceğini düşündüğü devletlere göz dağı verme eğilimi içerisine girmiştir. Bu devletlerinde başında hiç şüphesiz İran ve Suriye gibi Orta Doğu’nun iki önemli gücü bulunmaktadır. ABD, Suriye’nin Hamas, Hizbullah ve İslami Cihat gibi terörist örgütlerle yakın ilişkisi olduğunu ve bunlara destek verdiğini ısrarla vurgulamaktadır.[26] Saddam Hüseyin gibi otoriter rejimlere karşı askeri önlemler de dahil birçok yola başvuracağını dile getiren Amerikan yönetimi başta Suriye ve İran’a karşı tehditkar tavrını açıkça sergilemiştir. Kendi demokratik yapısına aykırı olarak ilan ettiği bu devletlere karşı siyasetini daha da radikalleştirdiğinin emarelerini veren ABD Orta Doğu’da yeni bir yapılanmayı da uzun vadede faaliyete geçirmek istediğini göstermiştir.

ABD, bu amaçlarının yanında İran’ı çevreleyerek etkinsizleştirmeyi ve İran’daki rejim üzerinde etkinlik kurmayı amaçlamaktadır. Serseri devletler diye adlandırdığı devletler üzerinde etkinlik kurmaya çalışıp onları sindirmeyi amaçlayan ABD’nin bu devletlerin başına Irak’ı ve İran’ı koyması son derece ilgi çekicidir. ABD’nin Şer Ekseni diye adlandırdığı devletlere - Kuzey Kore, İran ve Irak - yönelik sert politikalar uygulayacağı izlenimi Irak’a yapılan askeri müdahaleyle kendini göstermiştir. Doğu’dan Afganistan, güney’den Basra Körfezi ve batı’dan Irak aracılığıyla çevrelenmiş İran ABD’nin İran’a yönelik politikalarını şekillendirmede işini son derece kolaylaştıracaktır. İran’ın iyice yalnızlaştırıldığı bir ortamda kendi politikalarını ABD’yle ters düşmeyecek şekilde belirlemesi kuvvetle muhtemeldir. BM’i dikkate almayarak Irak’a askeri müdahaleyi gerçekleştiren ABD, İran politikalarında da benzer bir yolu izleyebileceğinin sinyallerini vermektedir. ABD’nin savaş sonrası oluşacak siyasal ortamı da düşünerek bu operasyona giriştiğini söylemek pek hatalı olmasa gerek. Çünkü bölgede özellikle Suudi Arabistan’da gelişmeye başlayan El-Kaide örgütünün liderinin Suudi Arabistanlı bir Arap olması ABD’nin Suud ailesine olan itimadında sarsılmalara yol açmıştır. ABD’nin, kendi politikalarını benimseyecek bir Irak yönetimini kurma eğilimi ile de hareket ettiği söylenilebilir.[27]

Ekonomik anlamda yapılacak bir analiz ABD’nin politikalarının daha açık bir şekilde anlaşılmasını sağlayacaktır. ABD, ekonomik anlamda kendi sistemini girdiği yerlere götürme eğilimi taşıyan bir politika benimsemiştir. Yani ABD, girdiği ülkelerde kapitalist çıkarlarının en azından ABD’nin ekonomik çıkarlarıyla uyumlu, Amerikan mallarının pazarlanabileceği, serbest piyasa anlayışının en azından Amerikan şirketlerinin hareket sahasında serbestçe hareket edebileceği bir sistemin oluşturulmasına yönelik politikalar benimsemektedir. Çünkü ABD, kurulduktan kısa bir süre sonra aşırı üretimini dışa pazarlamış ve böylece kendi iç piyasasındaki üretim fazlasının dışarıda tüketilmesini sağlayarak ekonomisini dengeleyebilmiştir. Bu süreç benzer şekilde devam etmiş ve ABD, hem devlet olarak kendisinin hem de şirketlerinin daha rahat ve karlı bir şekilde hareket edebileceği bir ekonomik yapı oluşturarak kendi ekonomisini dünyanın en önemli ekonomilerinin başına geçirmiştir. Özellikle 1929 yılında yaşanan Ekonomik buhrandan ders çıkarmış olan ABD, Avrupa’ya Marshall Planı çerçevesinde yardımlar yapmış ve böylelikle ekonomik gelişim sağlanabilmiştir.

Orta Doğu’da ise durum biraz daha farklı olup özellikle petrol karşılığında bölgeye silah ve Amerikan - Batı mallarının satılmasıyla bir anlamda petrole sahip devletlerde üstü kapalı bir bağımlılık oluşturulmuştur. Kapitalizmin ihracı süreci, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa devletleri ve Japonya için önemli ölçüde başarılı olmasına rağmen bu süreç dünyanın diğer bölgelerinde özellikle Orta Doğu’da pek önemli bir etkiye yol açmamış ve otoriter rejimler altındaki Orta Doğu devletleri kapitalist anlayışı benimsemek için herhangi bir gereklilik hissetmemişlerdir. Bölgeyi Amerikan malları için bir pazar yapma düşüncesi ABD’yi yönlendiren itici unsurlardan biridir.

Bunun yanı sıra ABD’nin Irak’a müdahalesinde Irak’taki petrol rezervleri önemli bir yer tutmaktadır. ABD’nin petrol üretimi Suudi Arabistan’dan sonra ikinci sırayı almaktadır ve 350 milyon tonluk bir iç üretime sahiptir. Ancak ABD, petrol ithal eden ülkeler arasında 500 milyon ton ile ilk sırayı akmaktadır. ABD’nin 2001 yılı petrol tüketimi 850 milyon tondur.[28] Dünyanın en büyük petrol ithalatçısının dünya petrol rezervlerinin en fazla bulunduğu Orta Doğu bölgesini kendi politikalarıyla zıt düşen yönetimlere bırakması ABD’nin hayati çıkarlarıyla tamamıyla ters düşmekteydi. Kaldı ki ABD’nin küresel hegemonyasını devam ettirebilmesi için dünya petrolleri üzerindeki kontrolü tam ve etkin bir şekilde sağlaması gerekmektedir.[29] ABD’nin Irak petrollerinin hakimiyetinden sonra İran’ı da çevreleyerek Hazar petrollerinin üretim ve dağıtımından sorumlu olması kendisine petrolün dünyaya dağıtılması hususunda çok büyük ayrıcalıklar sağlayacak ve dünyanın enerji kaynaklarının kontrolünü ve endüstriyel üretimini her an etkileyebilme gücünü elinde bulundurmasını temin edecektir. Zaten dünya hegemonyasına oynayan bir güç küresel anlamda kendi politikalarını devam ettirebilmek için enerji kaynaklarını ve özellikle petrolü kontrol etmek zorundadır. Amerikan yönetiminde ise petrol şirketleriyle yakın ilişki içinde bulunan ya da bu şirketlerde etkin noktalarda bulunmuş kişilerin varlığı ABD’nin bir noktada bu petrol şirketleri tarafından da etkilendiğini göstermektedir.

ABD’nin Irak’a müdahalesinin diğer bir önemli sebebi ise güvenlik kaygılarına ve stratejik temellere dayanmaktadır. Bu güvenlik kaygılarının başında hiç şüphesiz Irak’ın sahip olduğu düşünülen kitle imha silahları gelmektedir. Kimyasal, biyolojik ve nükleer silahları kapsayan ve çok büyük yıkıma sebep olabilecek bir potansiyel taşıyan bu silahlar, dünyada sadece belli bir teknolojiye sahip ülkeler tarafından üretilmektedir ve bu ülkelerin arasında da başta ABD olmak üzere Avrupa’nın teknolojisi çok gelişmiş ülkeleri, Rusya Federasyonu, Çin ve diğer bazı devletler gelmektedir. Ellerinde kitle imha silahlarını barındıran büyük ve gelişmiş ülkeler bu silahları güvenliklerini sağlamanın ötesinde bir güç dengesi oluşturma ve bunu masada bir koz olarak kullanma eğilimi içerisine girmişlerdir. Ancak bu teknolojinin özellikle kimyasal ve biyolojik silahların üretilmesi, pazarlanması ve özellikle otoriter ve zengin ülkelere satılması gibi ticari bir eğilim doğmuş ve başta Sovyetler Birliği’nin halefi olan Rusya Federasyonu ve bazı Avrupalı ülkeler bu silahların teknolojisini pazarlamışlardır.

Bu silahların Saddam Hüseyin gibi otoriter bir yöneticinin elinde olması ve 1988’de Halepçe’deki Kürtler’e karşı kullanması, bu tür otoritelerin bu silahları nasıl kullandıklarına dair gayet olumsuz bir izlenim oluşturmuştur. Bu tür silahları kendi halkı üzerinde kullanmaktan çekinmeyen Saddam yönetiminin taşıdığı potansiyel tehdit tüm dünyanın dikkatini bu ülke üzerine ve Orta Doğu’ya çevirmesine yol açmıştır. Potansiyel bir saldırgan izlenimi veren Saddam Hüseyin Kuveyt’i işgal ederek bu izlenimi güçlendirmiş ve Irak rejimi Saddam Hüseyin’in başkanlığı altında hem bölgenin hem de dünyanın barışını tehdit eder bir şekle bürünmüştür. Irak’ın bölge üzerindeki faaliyetleri Basra Körfezi’ndeki ülkelerin daha büyük bir güçten yani dolayısıyla ABD’den yardım isteme ve bir anlamda ABD’yi kendi güvenliklerinin bir garantörü olarak görme eğilimi içine girmesine yol açmıştır. Saddam Hüseyin ve Irak yönetimi genelde Orta Doğu’da özelde ise Basra Körfezi’nde ABD’nin varlığını dünyanın gözünde meşrulaştırmıştır.

Kendisini bölge ülkelerinin hamisi gibi görmeye başlayan ABD, Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın silahsızlandırılması için BM şemsiyesi altında bazı yaptırımlar uygulama ve bu yaptırımlar neticesinde BM Silah Denetçilerinin kontrolü altında Irak’ı bu silahlardan arındırarak ülkeyi ve bölgeyi daha güvenli hale getirme politikasını benimsemiş, ancak bu politika da istenilen sonucu vermeyince başta İsrail olmak üzere Körfez ülkelerinin güvenliği ve Amerikan varlığının bölgede güvenli bir şekilde devamı için operasyon yoluyla bu silahları -eğer varsa ve ulaşabilirse- ortadan kaldırmayı amaç edinmiştir. Zaten ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde de bu teknolojiyi kötüye kullananların terörist kabul edileceği açık şekilde ilan edilmişti. Dolayısıyla ABD kitle imha silahlarının dünyadaki denetimini de kendi inisiyatifine alma eğilimine girmiştir.

ABD’yi böyle bir askeri müdahaleye götüren diğer bir önemli nokta ise İsrail’in güvenliğini sağlamak ve kendi çevresinde diğer devletlerin faaliyetlerinden tam olarak emin olamayacak bir düşünceden İsrail’i bağımsız kılmaktır. Her an bir terörist saldırının yaşanması endişesini taşıması ve her an terörist bir saldırı ile ölebilecek vatandaşlarının olması düşüncesi İsrail’in güvensizliğini artıran bir etken olmuştur. Kurulduğu andan itibaren dört defa kendisini çevreleyen Arap devletleriyle savaşan ve bir kez de İngiltere ve Fransa’yla birlikte Mısır’a saldıran İsrail her an Filistin’de uyguladığı politikalar ve sert yöntemlerden dolayı tepki alabilecek veya terörist bir saldırıya uğrayabilecek bir psikoloji ile yaşamak durumundadır. Filistin’de bir Arap devletinin temelleri atılıncaya kadar bu durumun devam etmesi ise kuvvetle muhtemeldir. Herhangi bir siyasi çözümün olabilmesi için İsrail terörist saldırılarının sona erdirilmesini şart koşan Arap tarafının Filistin Kurtuluş Örgütü gibi grupların etrafında çevrelenmesi ve faaliyette bulunması çözüm süreçlerinin sürekli sekteye uğramasına yol açmaktadır. İsrail’i asıl endişelendiren, Arap devletlerinden birinin güçlü bir şekilde silahlanmasını tamamlamış ve her an saldırıya geçebilecek, güçlü ve radikal bir Arap milliyetçiliğiyle hareket edecek bir yapı olarak Orta Doğu’da belirmesidir. Böyle bir devlet olma yolunda faaliyet gösteren ve İsrail’i direkt olarak hedef almaktan çekinmeyen ve Körfez Savaşı esnasında İsrail’e bir Scud füzesi yollayarak bu tepkisini dile getiren Irak sahnenin gerisinde İsrail’in güvenliğini tehdit edebilecek bir potansiyeli 1990’lar boyunca taşımıştır.

İsrail, Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikalarını etkin bir şekilde uygulayabilen bir müttefik olarak hem ABD’nin hem de kendisinin işini son derece kolaylaştırmıştır. ABD’nin Orta Doğu’ya yaptığı hemen her müdahalenin arkasında durduğunu gösteren İsrail, ABD’nin sıklıkla terörle mücadele konusunda kendisine verdiği siyasal ve kimi kez hibe kimi kez de kredi olarak sunduğu ekonomik ve askeri yardımlarla çok sıkı bir işbirliği içerisinde olduğunu göstermiştir. ABD Kongresi’ne büyük miktarlarda paralar akıtan Yahudi lobisi güçlü diasporası ile ABD’nin özellikle Orta Doğu bağlamında benimsediği politikaları etkileyebilecek ve hatta bazen yönlendirebilecek bir güce sahiptir. Bu bağlamda Filistin meselesini olabildiğince kendi çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde çözmeye çalışan İsrail, hem devlet hem de halk düzeyinde ABD’yi şiddetli bir şekilde desteklemiş ve ABD’nin yapacağı askeri müdahalenin başarıya ulaşmasının kendi güvenliği için hayati olduğu düşüncesiyle hareket etmiştir. Bundan dolayı, İsrail ABD’nin bölgede kuracağı hegemonyaya göz yummasını ve hatta ABD’nin diğer Arap devletlerine karşı uygulayacağı tehditkar politikayla bu devletleri baskı altında tutmasını kendi çıkarları doğrultusunda takip edecektir.[30]

Stratejik bakımdan ABD’nin Irak’a güçlerini yerleştirmesi aslında ABD’ye Orta Doğu’da birçok noktaya direkt olarak müdahale edebileceği üs ya da üsler kurma fırsatı tanıyacaktır. Böylece ABD, Afganistan’da kendine yakın bir yönetimi başa getirdikten sonra üç Orta Asya ülkesine de yerleşerek aslında kendi varlığını uzun vadede garanti altına almış ve Irak’ta da kendisine yakın bir yönetimi yerleştirerek ve askeri mevcudiyetini kuracağı üslerle daha da sağlamlaştırarak bölgede hegemonik hakimiyetini oturtma ve ileride kendisine rakip olabilecek güçler karşısında bir anlamda gövde gösterisi yaparak “tek güç” olma düşüncesini kanıtlama amacı içerisindedir. Irak’ta bulunduracağı askeri varlık ile ABD önemli operasyonlarda Türkiye’ye olan kısmi bağımlılığını ortadan kaldıracak ve kendisi için gerekli kararların TBMM’de onaylanması gibi anayasal ve kanuni süreçlerle uğraşma ihtiyacı hissetmeden daha rahat hareket edebilme imkanına sahip olabilecektir. Aynı zamanda ABD, Basra Körfezi’ndeki askeri varlığını rahatlatacak ve herhangi bir saldırı tehdidinden bağımsız olacağı bir düzeni oturtabilecektir. ABD, bu sayede özellikle Körfez Savaşı’ndan itibaren sistematik olarak yerleştiği Basra Körfezi’ne şimdi tam anlamıyla oturacak ve Körfez’de neredeyse tam bir hakimiyet kuracaktır. Bu süreçten sonra Basra Körfezi onu çevreleyen ülkelerden bağımsız olarak ABD’den sorulacaktır.

Son olarak, ABD coğrafi yönden çok stratejik bir konumda olan Irak’a yerleşerek İran’ı batıdan da kuşatma imkanına sahip olacaktır. Doğu’dan Afganistan, güney’den Basra Körfezi ile çevrelenen İran batı’dan da çevrelendiğinde ABD, herhangi bir müdahaleye kısa vadede ihtiyaç duymayarak İran’ı etki altına alabilecek fırsatı da ele geçirmiş olacaktır. Bu sayede kuzeydeki Hazar petrollerine doğru bir yay çizerek petrol coğrafyasına daha rahat hakim olabileceği bir yapılanma kurabilme fırsatını da eline geçirmiş olacaktır. Dolayısıyla bir yandan Türkiye’ye olan bağımlılığını azaltan ABD diğer yandan özellikle İran bağlamında siyasi ve ekonomik çıkarlar elde edebilecek ve bunu önemli bir baskı unsuru olarak kullanabilecektir.
4. Irak Özelinde Mevcut Güvenlik Sorunsalı
20 Mart gecesi başlayan askeri müdahale, yoğun propaganda faaliyetlerinin yaşandığı bir ortamda gerçekleşmiştir. Kısa süren ve çok sıcak bir çatışma ortamının yaşanmadığı bu savaş 9 Nisan günü sona ermiştir. Ancak, Irak’a düzenlenen bu operasyon ABD’nin Irak ve Orta Doğu bölgesine ilişkin siyasal, ekonomik hedeflerini karşılayamadığı gibi Irak kapsamında güvenliğe ilişkin sorunların operasyon öncesi Irak ortamının arz ettiği sorunlardan nitelik ve nicelik itibarıyla derinleşip, artmasına da sebep olmuştur.
Kaynakça

Akşin, Deniz (2002). “Pax Americanın Prensipleri ve Amerikan Güvenlik Stratejisi: ABD’nin Emperyalist Yüzü”. Stratejik Analiz Dergisi , cilt.3, sayı.32.
Aron, Raymond (1967). Main Currents in Sociological Thought 2. London Reading and Fakenham.
Brezezinski, Zbigniew (1998). Büyük Satranç Tahtası. İstanbul: Sabah Yy.
Davutoğlu, Ahmet (2002). Stratejik Derinlik. İstanbul: Küre Yy.
Dedeoğlu, Beril (2002). “ABD’nin 21. Yüzyıl Stratejisi ve Olası Etkisi”. 2023 Dergisi.
Demirel, Emin (2002). Terör. İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yy.
Hamilton, Lee (2003). “Bush Doktrini nedir? Irak Müdahalesi ve Amerika’nın Yeni Dünya Politikası” İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, yıl. 18, sayı. 204.
http//www.aciksite.com
Kissinger, Henry (2000). Diplomasi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yy.
Kocaoğlu, Mehmet (16 Nisan 2003). Röportaj. TGRT.
Koç, Şanlı Bahadır (2003). “Türk-Amerikan ilişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?”. Stratejik Analiz Dergisi, cilt.4, sayı.37.
Laçiner, Sedat (2003). “Irak Krizi: Orta Doğu’nun Yeniden Yapılandırılmasının İlk Aşaması mı?”. Stratejik Analiz Dergisi , cilt.3, sayı.35.
Oğuz, Esedullah (2001). Hedef Ülke Afganistan. İstanbul: Doğan Yy.
Orhan, Oytun (2003). “Irak Ooperasyonu Gölgesinde Suriye-ABD İlişkileri”. Stratejik Analiz Dergisi , cilt.3, sayı.35.
Özkan, Tuncay, 05 Şubat 2003, Akşam Gazetesi.
Radikal Gazetesi, 18 Şubat 2003.
Remarks of Donald Rumsfeld, www.strategicpage.com
Serdar, A. Seda, Banu Tepe (2003). “Irak Krizi Sonucunda Batı’da Kamplaşma ve NATO Krizi”. Stratejik Analiz Dergisi, cilt.3, sayı.36.
Taleb, Hasan Abu (2002). Al Ahram Weekly Dergisi, 3-9 Ekim 2002, (Çev. Alper Şen ). Stratejik Analiz Dergisi, cilt.3, sayı.34.
Thayer, Bradley A. (2003). “Irak’ta Beklenen Savaşın Nedenleri”. Stratejik Analiz Dergisi, cilt.3, sayı.33.
“The National Security Strategy of the United States of America”. Seal of the President, September 2002. http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.html
Üşümezsoy, Şener (2003). “Petrol Şokunun Dünya Sistemine Etkisi” . Stratejik Analiz Dergisi, cilt.3, sayı.32.
2001 International Energy Agency Key World Energy Statistics.

[1] Aron, Raymond (1967). Main Currents in Sociological Thought 2. London Reading and Fakenham. ss.155-165.
[2] Davutoğlu, Ahmet (2002). Stratejik Derinlik. İstanbul: Küre Yy., s. 41.
[3] Kissinger, Henry (2000). Diplomasi. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yy., s. 4.
[4] Kissinger, a.g.e., s. 447.
[5] Kocaoğlu, Mehmet (16 Nisan 2003). Röportaj. TGRT.
[6] Brezezinski, Zbigniew (1998). Büyük Satranç Tahtası. İstanbul: Sabah Yy. ss.39-40.
[7]Dedeoğlu, Beril (2002). “ABD’nin 21. Yüzyıl Stratejisi ve Olası Etkisi”. 2023 Dergisi, ss.26-32.
[8]Kissinger, a.g.e., s.6.
[9] Kissinger, a.g.e., s. 8.
[10] Aron, a.g.e, ss.155-165.
[11]Dedeoğlu, a.g.m., ss.26-32.

[12] http//www.aciksite.com
[13] Demirel, Emin (2002). Terör. İstanbul: IQ Kültür-Sanat Yy., s.27.
[14] Oğuz, Esedullah (2001). Hedef Ülke Afganistan. İstanbul: Doğan Yy., s.21.
[15] “The National Security Strategy of the United States of America”. Seal of the President, September 2002. http://www.whitehouse.gov/nsc/nss.html
[16] Dedeoğlu, a.g.m., ss.26-32.
[17] Dedeoğlu, a.g.m., ss.26-32.
[18] Hamilton, Lee (2003). “Bush Doktrini nedir?”. Irak Müdahalesi ve Amerika’nın Yeni Dünya Politikası. İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, yıl.18, sayı.204, Mart 2003, s.9.
[19] Akşin, Deniz (2002). “Pax Americanın Prensipleri ve Amerikan Güvenlik Stratejisi: ABD’nin Emperyalist Yüzü”. Stratejik Analiz Dergisi, Aralık 2002, cilt.3, sayı.32, s.54.
[20]Özkan, Tuncay, Akşam Gazetesi, 05 Şubat 2003
[21]Remarks of Donald Rumsfeld, www.strategicpage.com
[22] Serdar, A. Seda, Banu Tepe(2003). “Irak Krizi Sonucunda Batı’da Kamplaşma ve NATO Krizi”. Stratejik Analiz Dergisi, Nisan 2003, cilt.3, sayı.36, ss.62-63.
[23] Radikal Gazetesi, 18 Şubat 2003.
[24] Koç, Şanlı Bahadır (2003). “Türk-Amerikan ilişkileri Üzerine Notlar: Ataerkil Yapıdan Tüccar Mantığına mı?”. Stratejik Analiz Dergisi, Mayıs 2003, cilt.4, sayı.37, s.54.
[25] Laçiner, Sedat (2003). “Irak Krizi: Orta Doğu’nun Yeniden Yapılandırılmasının İlk Aşaması mı?”. Stratejik Analiz Dergisi, Mart 2003, cilt.3, sayı.35, s.34.
[26] Orhan, Oytun (2003).“Irak Ooperasyonu Gölgesinde Suriye-ABD ilişkileri”. Stratejik Analiz Dergisi, Mart 2003, cilt.3, sayı.35, s.40.
[27] Thayer, Bradley A. (2003). “Irak’ta Beklenen Savaşın Nedenleri”. Stratejik Analiz Dergisi, Ocak 2003, cilt.3, sayı.33, s.88.
[28] 2001 International Energy Agency Key World Energy Statistics, s.78.
[29] Üşümezsoy, Şener (2003). “Petrol Şokunun Dünya Sistemine Etkisi” . Stratejik Analiz Dergisi, cilt.3, sayı.32, s.72.
[30] Taleb, Hasan Abu (2002). Al Ahram Weekly Dergisi, 3-9 Ekim 2002, (Çev. Alper Şen ). Stratejik Analiz Dergisi, Şubat 2003, cilt.3, sayı.34, s.52.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder